EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA ZARİYAT SURESİ 19. VE 21. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
19- Onların mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardı.(17)
20- Yeryüzünde kesin bir bilgiyle inanacak olanlar için ayetler vardır.(18)
21- Ve kendi nefislerinizde de.(19) Yine de görmüyor musunuz?
AÇIKLAMA
17. Diğer bir ifade ile: Bir taraftan Rablerinin hakkını onlar böylece kabul ederler ve yerine getirirler, diğer taraftan da kullarla olan tutumları böyle idi demektir. Az olsun, çok olsun, Allah Teala’nın kendilerine verdiği herşeyde sadece kendi ve çoluk çocuğunun hakkı olduğunu onlar kabul etmezler, aksine “Bizim şu mallarımızda, yardımımıza muhtaç olan her Allah’ın kulunun hakkı vardır” derler. Onlar insanlara yardımı; yaptıkları iyilik karşılığında teşekkür etsinler, minnet duysunlar ve onları iyiliklerinin yükü altında tutsunlar diye hayrat olarak değil, bunları onların birer hakkı olduğunu kabul ettiklerinden ve kendilerinin bir vazifesi saydıklarından dolayı yaparlardı. Dahası onların bu insanlık hizmeti kendilerine dilenmeye gelen dilencilerle sınırlı değil, rızkını temin etmekten mahrum kaldıklarını öğrendikleri kimseleri de içine alırdı. Bunlara yardım için huzursuz olurlardı. Himayesiz yetim bir çocuk varsa, yardımcısız dul bir kadın mevcutsa, rızkını kazanmak için elini kolunu kullanamayan bir malul kimse varsa, gelirini yitirmiş ve işinden olmuş olup kazancı ihtiyaçlarına kafi gelmeyen biri mevcutsa, herhangi bir afet kurbanı olmuş olup kendi eksiklerini kendisi karşılayamayan biri varsa… Yani durumlarını öğrendikleri ve ellerinden tutup yardım edebilecekleri herhangi bir ihtiyaç sahibi yoktu ki onun, kendileri üzerinde hakkı olduğunu kabul etmeyip ona yardım etmekten kaçınmış olsunlar.
İşte şu üç sıfattır ki bunlardan dolayı Allah Teala onlara müttaki ve ihsan yapan kimseler diye hükmetmiş ve bu sıfatlar onları cennete layık kılmıştır diye buyurmuştur. İşte o üç sıfattan biri şudur: Ahirete iman ederek onlar Allah’ın ve Rasulü’nün, “Ahiret hayatını mahvedicidir” diye bildirdikleri hareketlerden kaçınmışlardır. İkincisi ise, onlar Allah’a kulluk hakkını canlarını feda ederek yerine getirmişler. Bununla öğünme ve güvenme yerine, bağışlanmayı istemişler, Allah’a istiğfar etmişlerdir. Üçüncüsü de: Onlar Allah’ın kullarına hizmet ederken onlara iyilik ve lütufta bulunduklarını değil, kendi vazifelerini yaptıklarını, onların haklarını verdiklerine inanarak hareket etmişlerdir. Burada şunu bir daha bilmek gerekir ki; iman erbabının malları içinde fakir ve yoksulların hakları olduğunu belirten buyruktan; şer’an kendilerine farz olan zekat kastedilmemektedir. Bilakis bu zekat verildikten sonra gücü yeten bir mü’minin, şeriatın mecbur kılmasının dışında, kendi malı içinde duyduğu ve gönlünden vermeği arzu ettiği bir haktır. İbni Abbas, Mücahid, Zeyd bin Eslem ve diğer büyük zevat bu ayeti böyle açıklamışlardır. Aslında bu ilahi buyruğun özü şudur: Müttaki ve iyilik yapan insan hiçbir zaman; “Allah’ın ve kullarının malım içinde olan haklarını zekat vermek sureti ile verdim ve bu sorumluluktan tamamen kurtuldum, artık her çıplağın, açın, felakete uğramış kimsenin yardımına koşmaya mecbur değilim” diyerek yanlış düşünceye saplanmaz. Bunun aksine, gerçekten iyilik yapan ve müttaki olan Allah’ın kulu her zaman gücünün yettiği her iyilik için can-ı gönülden hazırdır, ve güzel amel için dünyada kendisine bir fırsat düşerse onu elden kaçırmaz. “Yapılması üzerime farz olan iyiliği ben yaptım, artık daha fazla iyiliği niçin yapalım.” diye düşünmesi tahmin edilemez. İyiliğin kadrini bilen kimse onu bir yük kabul ettiğinden dolayı o yükün altına girmez, hatta kendi menfaatinin bir sebebi olarak kabul ederek, daha çok kazanmaya istekli olur.
18. İşaretlerden murat; ahiretin mümkün olduğuna ve onun gerekli ve lüzumlu olduğuna şahadet eden işaretlerdir. Yeryüzünün kendi varlığı ve yapılışı, onun güneşten belirli bir mesafe ve uzaklıkta belli bir eğiklikte konuluşu, ışık ve sıcaklığın düzenli bulunuşu, çeşitli mevsimlerin o dünyaya geliş ve gidişi, üzerinde hava ve su ayarlanması, karnında çeşit çeşit, sayısız hazinelerin konuluşu, üzerine münbit bir örtünün geçirilmesi, onun da üzerinde cins cins sayısız, hesapsız bitkilerin bitirilmesi, içinde kara, deniz, hava canlılarının sayısız cinslerini yaratması, orada her cins hayat için uygun durumlar ve uygun gıdayı ayarlaması, orada insanı yaratmadan önce tarihin her devrinde insanın günlük ihtiyaçlarını değil, ilim ve medeniyet yolunda ilerlerken ihtiyaç duyacağı bütün malzemeleri ve ihtiyaçları yaratması, bu ve diğer sayısız işaretler, gözü gören herkesi yeryüzüne ve onun çevresine baktığı zaman kendine çekecek ve o insanı hayrete düşürecektir.
Hakiki imana kalbinin gözünü kapatan kimsenin durumu başkadır. O bunların hepsini görecek, ama hakikikati gösteren hiçbir işaret görmeyecek. Fakat kalbi katılık ve inatçılıktan arınmış, doğruluğa açılmış olan kimse bunları görerek, bunların hepsi bir tesadüfün sonucu, birkaç milyon sene önce kainatta aniden oluşmuş şeyler diye asla düşünmez. Aksine, “Bu son derece hikmetli sanat mutlaka herşeyi gören ve bilen kadiri mutlak bir Allah’ın yaratmasıdır” inancına varacaktır ve bu yeryüzünü yaratan O Allah, ne insanları öldükten sonra tekrar diriltmekten aciz olabilir, ne de yeryüzündeki akıl ve şuur sahibi bir yaratığı irade vererek başıboş, yularsız hayvan gibi bırakacak kadar bilgisiz biri olabilir. İradenin verilmesi kendi kendini hesaba çekmeyi gerektirir. İrade olmazsa hikmet ve adalete uygun düşmez. Mutlak kudretin var olması dünyada insan türünün işi tamamlandıktan sonra yaratıcısı istediği zaman hesaba çekmek için herbirini ölüp kaldıkları dünyanın her köşesinden diriltilerek ayağa kaldırabileceğini kendiliğinden ispat etmektedir.
19. Yani dışarıya bakmaya da lüzum yoktur. Kendi içinize baktığınızda, bu hakikate şahadet eden sayısız işaretleri bulacaksınız. Nasıl mikroskopla görülebilen bir tohumu ve yine kendisi gibi mikroskopla görülebilen bir başka tohumla birleştirerek anne vücudunun bir köşesinde sizi yaratmış, nasıl sizi bu karanlık köşede besleyerek derece derece geliştirmiş, nasıl size emsalsiz bir güzellikle vücut ve hayrete düşüren kabiliyetlerle dolu bir nefis vermiş nasıl sizin yaratılışınız kemale erip tamamlanır tamamlanmaz anne karnının dar ve karanlık dünyasından çıkararak sizi bu geniş dünyaya bu ihtişamla getirmiştir? Çok kuvvetli, kendi kendine çalışan bir makinayı içinize koymuş, doğduğunuz günden gençlik ve ihtiyarlığınıza kadar nefes alma, gıdaları hazmetme, kan yapma ve bütün damarlarda onu dolaştırma, artıkları dışarı çıkartma, vücudun eskimiş parçaları yerine yenilerini hazırlama, içerden meydana gelen veya dışardan gelen yıkımlara karşı koyup verdikleri zararları tamir eden, hatta yorulduktan sonra sizi dinlendirmek için uyutma işine varıncaya kadar kendi kendine yapmayı sağlamıştır. Enteresan bir beyin kafatası içine konulmuş, kıvrım kıvrım derinliklerine de akıl, fikir, düşünce, şuur, mantık, irade, hafıza, istek, arzu ve duygular, eğilimler ve benimsemeler ve diğer zihni güçlerin paha biçilmez servetleri ile doldurulmuştur. Pek çok bilgi edinme vasıtaları size verilmiş, göz, kulak, burun ve bütün vücudu kaplayan deri, her çeşit bilgiyi size ulaştırmaktadır. Dil ve anlatma gücü size verilmiş bununla siz içinizdekileri açıklayabiliyorsunuz. Ve daha vücudunuzun bu mükemmel saltanatı üzerine bütün bu kabileyetlerden istifade ederek görüşler edinesiniz diye şahsiyetiniz bir başkan olarak oturtulmuştur.
Artık hangi yolda vakitlerinizi, gücünüzü sarfetmeniz gerektiğine, neyi reddedip neyi kabul etmek, neyi hedef alıp almamaya siz karar veriniz. Bu insan varlığı, yani bu bünye, yaratılarak dünyaya getirildiğinizde yetişmeniz, büyümeniz ve şahsiyetinizin gelişip ilerlemesi için ne kadar eşya ve malzemenin hazır edildiğine biraz bakın! Ancak onun sayesinde siz hayatın belli bir noktasına ulaşarak kendi güçlerinizi kullanabiliyorsunuz. Bu güçleri kullanmak için yeryüzünde size vasıtalar verildi, imkanlar sağlandı, pek çok şeyi kullanma gücü verildi, pekçok insanla çeşitli işler yaptınız. Önünüzde küfür ve iman, itaat ve isyan, haksızlık ve adalet, iyilik ve kötülük, hak ve batılın bütün yolları açılmıştı. Ve bu yollardan herbirine çağıran ve herbirine alıp götüren vasıtalar da vardı. Sizden kim hangi yolu seçmişse, kendi sorumluluğu altında seçmiştir. Çünkü karar verme ve tercih yapma gücü onda bir emanetti, herkes tercihine uygun olarak niyet ve iradesini kullanma fırsatını elde edince bundan faydalanarak kimi iyi oldu kimi kötü, kimi iman yolunu seçti kimi küfür ve şirk ya da tabiatcılık yolunu seçti. Kimi nefsini haram isteklerden alıkoydu, kimi nefsinin kölesi olarak herşeyi yaptı, kimi zulüm yaptı, kimi zulme katlandı, kimi hakları verdi, kimi hakları gasbetti, kimi son nefesine kadar dünyada iyilik yaptı, kimi ise hayatının son anına kadar kötülük yaptı durdu, kimi hakkın sesini yükseltmek için can verdi, kimi de batılı yüceltmek için hak yolda olanlara sürekli eziyet etti.
Artık, manevi güçlerinin gözleri tamamen kör olmamış bir şahıs, böyle bir varlığın (insanın) yeryüzüne tesadüfen geldiğini söyleyebilir mi? Bunun arkasında idare eden, ona hükmeden hiçbir hikmet, hiçbir maksat yoktur diyebilir mi? Herhangi bir iyiliğin semeresi ve hiç bir kötülüğün hiçbir meyvesi yoktur, hiçbir zulmün, herhangi bir adaleti ve hiçbir zalimin sorguya çekilmesi olmayacaktır diye iddia edebilir mi? Bu tür sözleri aklı kör olan biri veya insanın yaratılmasının arkasında herhangi bir hikmet sahibinin hikmeti bulunduğuna inanmayacağına daha önceden yemin etmiş biri diyebilir. Ama inatçı olmayan akıl sahibi biri, insanın nasıl, hangi kuvvet ve kabiliyetlerle yaratılıp bu dünyaya gönderildiğine, bu dünyada ona verilen değerin şüphesiz büyük bir hikmetin eseri olduğuna inanmadan edemez. Eseri bu olan Allah’ın hikmetinin mutlaka insandan amellerinin sorulmasını gerektirdiğine de inanır. Allah’ın kudreti hakkında insanı ancak mikroskopla görülebilecek kadar küçük bir tohumdan başlatarak onu bu dereceye ulaştırdıktan sonra tekrar onu yaratamayacak diye şüpheye düşmesi asla doğru ve uygun değildir.