BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim, din gününün sahibi ALLAH Azze ve Celle’ye olsun. Salât ve Selam örneğimiz, önderimiz, liderimiz kendisine uyulmadığı ve izinden gidilmediği müddetçe kurtuluşun mümkün olmadığı Hz. Muhammed(sav)’e âline ve ashabına olsun İnşaAllah…
Hangi yaşta ve hangi seviyede olursak olalım, hiç birimiz aldanmaktan veya aldatılmaktan hoşlanmayız. Bu sebeple her insan, kendi idrâki ölçüsünde doğru ve doğruluktan yanadır. Hayatlarını yalan, hile ve sahtekârlık üzerine kurmuş olan kimseler dahi, suç ortakları ile olan münâsebetlerinde menfaatleri icabı, doğruluğa büyük değer verirler.
Evet ama, doğruluk nedir? Herkes doğruluktan yana ise, niçin “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” demişiz? Demişiz, çünkü, müslüman millet olarak bir zamanlar, doğru söylemekle doğruyu yapmak arasındaki farkın idrâkinde imişiz. Bu sebepten de; “sadece ben doğru söylerim!” iddiasıyla “selâmün aleyküm kör kadı!” diyen kimse gibi, sözü doğru olsa da davranışı kaba ve çirkin olan münâsebetsiz doğruculardan hoşlanmamışız.
İslâm kültüründe insanî ve ahlâkî yaşayışa esas olan doğruluğun zirvesi, istikamettir. “İstikamet”i; Arapçadaki kökü “kavm” veya “kıyâm” ve aynı kökten türemiş olan “kaaim” ile birlikte mütâlaa etmeliyiz. “Kavm”, “kıyâm”: Ayak üzere kalkıp durmak, bir işe başlamak, doğru ve mûtedil olmak, zulme karşı ayaklanmak anlamına gelir. “Kaaim”: Ayakta duran, bir nesne üzerine sâbit ve devamlı olan demektir. Bu kelimelerle irtibatı olan “istikamet” ise; doğru ve mûtedil olmak, bir nesneye baha ve kıymet takdir ve tayin eylemek manalarına gelir.
İstikamet kelimesini türemiş olduğu kelimelerle, bunların ihtivâ ettiği manaları mantıkî bir sıra içinde şöyle özetleyebiliriz:
1- Dilimizde kısaca “doğruluk” diye bilinen “istikamet” kelimesinin lügat manalarından biri; herhangi bir şeyin değerini, kıymetini en iyi ve en doğru şekilde takdir ve tâyin etmektir. Buna göre, doğrulukta istikamet seviyesine erişmek isteyen bir kimsenin önce, doğruluğun ne olduğunu anlaması, sonra da, ona kıymet biçecek ölçüde, imanla desteklenmiş bir akl-ı selime sahip olması gerekir. İmanla desteklenmiş akıl diyoruz; zira, kendisini ve kâinatı yaratanı idrâk edememiş, değer hükümlerini kazanamamış bir akıl, beşerî ihtiras ve menfaatlerin kuklası olmaktan başka ne işe yarar!?
2- “İstikamet” kelimesinin kökünde; ayağa kalkıp durmak ve bir işe başlamak manaları da vardır. Bu iki anlamı birincisi ile telif edersek; istikamet sahibi olmak isteyen kimse, önce onun değerini kavramalı, sonra da karar verip idrâk ettiğini günlük hayatında yaşama gayreti içine girmelidir, diyebiliriz. Zira yaşanarak hal edilmeyen değerler, birer fantezi olmaktan öteye geçemezler.
3- “İstikamet”e esas olan manalardan biri de; sebat ve devamdır. Böyle bir değere tâlip olan insanın, asla doğruluktan ayrılmaması ve önüne çıkacak zorlu engellere rağmen, istikametin gereklerini yerine getirmede sebatkâr ve devamlı olması lâzımdır. Aksi takdirde hedefine nasıl ulaşır?
4- “İstikamet”in en güçlü manası; doğru olmaktır. Ancak, bu müstesnâ değere esas olan doğruluk, herkesin kendi idrâkine bağlı kalmamalı; iman, ahlâk, vicdan ve akl-ı selime muvâfık olmalıdır. Zira bu seviyeye erişmemiş bir doğruluk anlayışı, sadece fikirde ve sözde kalır, davranış haline gelemez.
5- Sözlüklerde “istikamet” tarif edilirken, doğruluktan hemen sonra “mûtedil olmak” manasının zikredilmiş olması da son derece mühimdir. Bu, itidalsiz bir istikametin kemâle erişemeyeceğine işarettir. O halde, itidalle bağdaşmayan ifrat-tefrit, şiddet ve taassuptan yakasını kurtarıp “her şeyin hayırlısı, ortasıdır” fetvasınca orta yolu bulamayan bir insan, ne kadar doğru olsa da, istikamet zirvesine yükselemez, diyebiliriz.
6- Türkçede “istikamet”; doğrultu, yön manasına da kullanılmaktadır. Meselâ, cihadda askerlere; “istikamet karşı tepeler!” veya benzeri bir ifadeyle, yön ve hedef tâyin edilmesi gerekir. İstikamet gösterilmeden hücuma kaldırılacak birlikler, kısa zamanda dağılır ve hücum gücünden çok şey kaybederler. Belki de bu sebepten Cenâb-ı Hak: “…Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Onun için, hepiniz O’na istikamet edin/yönelin…”(41/Fussılet, 6) buyurur ve iman eden her insana tek istikamet tâyin eder.
İslâm’da istikametten gaye tevhiddir. Aksi halde, Allah her yerde mevcut iken; ırkları, dilleri, mizaç ve seviyeleri birbirinden farklı milyonlarca insanın, namazlarında, günde beş kere aynı kıbleye, aynı istikamete yönelmelerinin farz oluşunu nasıl izah edebiliriz? İslâm tefekküründe, kısmen zâhirî olan bu istikametin bir üst derecesi, belki de gayesi; gönül kâbemize yöneliş ve bize bizden yakın olan Rabbimizi kendi özümüzde hissediştir. Ancak, bu anlamda bir istikamet, her kişinin değil; er kişinin kârı olsa gerektir. Nitekim, “O halde (Rasûlüm) sen beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi istikamet et/dosdoğru ol!…” (11/Hûd, 112) ilâhî hitabına muhâtab olan Rasûlullah Efendimiz, bu âyeti kast ederek: “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı” buyurmuşlar. Zira, emrolunduğu üzere istikamet etme seviyesi, Allah’a kayıtsız şartsız bir teslimiyetin ifadesiydi. Öyle ki, bu seviyede Cenâb-ı Hak’tan başkasına meyledilemez ve O’nun emirlerine aykırı bir tercih de yapılamazdı. Şüphesiz, her haliyle istikametin zirvesinde olan Rasûlullah’a: “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı” dedirtecek kadar zor gelen, ilâhî emrin kendisini ilgilendiren tarafından ziyâde; çok sevdiği ümmetine ait kısmıdır. Zira O, bizi bizden daha iyi tanıyor ve bizim için endişeleniyordu.
Bugün bizler gerçekten hakiki olarak istikamet üzere olduğumuzdan emin miyiz?…