sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Hüzün Yılı | Siyer Programı – 18. Bölüm

Hüzün Yılı | Siyer Programı – 18. Bölüm
A+
A-

Hüzün Yılı

 

               Resûlullah (s.a.v.)’ın bi’setinin onuncu yılına bu ad verilmiştir. Bu yılda, Resûlullah’ın hanımı Hz. Hatice (r.a.) ve amcası Ebû Tâlib vefat etti. İbn Sa’d, Tabakat’ında, Hz. Hatice’nin vefâtiyle Ebû Tâlib’in vefatı arasında otuzbeş gün bulunduğunu söyler.

               İbn Hişâm’ın da dediği gibi; Hz. Hatice (r.a.), Hz. Peygamberin, İslâm’ı ilk tasdik eden yardımcısı olmuştu. Resûlullah (s.a.v.) derdini ilk önce ona açar, onun yanında huzur ve sükûn bulurdu. Ebû Tâlib de Peygamberimizin işinde ona destek ve koruyucu ol­muştu. Müşriklere karşı yeğenine yardımcı olmuştu.

               İbn Hişâm naklediyor: Ebû Tâlib vefat edince Kureyş müşrik­leri, Hz. Peygamber’e Ebû Tâlib’in sağlığında taddıramadıklan iş­kenceleri yönelttiler. Hattâ Kureyş’in akılsızlarından bir beyinsiz, yolda Resûlullah’ın önüne çıkıp, onun mübarek başına toprak saç­tı. Resûlullah toprak başında olduğu halde evine girdi. Hemen kız­larından biri ayağa kalkıp, mübarek başındaki toprakları ağlaya­rak silmeye ve yıkamaya başladı. Allah Resulü de kızına: -Ağlama kızım! Şübhesiz ki Allah, babanı korur[1][48]» buyurdu.

               Resül-i Ekrem (s.a.v.) İslâm’da Davet yolunda göğüs verdiği mu­sibetlerin şiddetinden dolayı, bu yıla «Hüzün Yılı» adını verdi. [2][49]

Dersler ve İbretler

               Müslümanlar, Mekke’de güçlenmeden önce, Ebû Tâlib’in vefa­tında, ilâhi kazanın acele etmesindeki hikmet nedir, acaba? Hâlbuki o, Resûlullah’ı, – imkânları ölçüsünde – birçok musibet ve güçlük­lerden koruyordu. Yine, ilâhi kazanın, Peygamberimizin hanımı, Hz. Hatice’nin vefatında da acele etmesindeki hikmet nedir?…

               Burada, İslâm inancının temeliyle ilgili önemli b’r olay ortaya çıkıyor.

               Eğer Ebû Tâlib, islâm devleti Medine’de kuruluncaya ve Resû­lullah müşriklerin işkence ve tasallutundan kurtuluncaya kadar, ye­ğeninin yanında kalıp, onu desteklemeye ve gözetmeye devam et­seydi; elbette bu hususta, bu dâvanın arkasında Ebü Tâlib’in bulun­duğu zehabı uyandırdı. Her ne kadar o, dâvaya inandığını ve onun altına girdiğini açıklamamış olsa bile, yine de kavminin arasında­ki gücü ve mevkisiyle onu koruyan ve öne süren bir kişi olduğu şübhesini uyandırırdı. Ve yine amcasının Peygamberimizi koruma­sı sebebiyle, Peygamberimiz’in Daveti uygulama esnasında kendisi için hazırlanmış olan bu güzel şansı açıklarken, ileri geri söz söyle­yen birçok kişi çıkardı. Onlar şunu rahatlıkla söyleyebilirlerdi: Hz. Peygamber’in etrafında bulunan diğer müslümanlara bu şans ta­nınmamış iken; peygamber başkaları tarafından korunuyor, onlar ise işkence görüyorlar. Onun gönlü rahat iken onlar azab tadı­yorlar.

îlâhi hikmet, Resûlullah’ın amcası Ebû Tâlib’i ve hanımı Hz. Ha­tice’yi yitirmesini ve zahirde kendisini koruyan ve teselli eden kişi­leri kaybetmesini gerekli gördü ki, iki önemli hakikat ortaya çıksın!

               Birinci Hakikat: Koruma, yardım ve zafer, bunların tümü yal­nızca Allah’tan gelir. Zaten Allah, Resûlü’nü düşmanlardan ve pu­ta tapanlardan korumayı garanti etmiştir. Onu koruyan kişinin in­sanlardan olup olmaması eşittir. Ne olursa olsun o, insanların sû-i kastından korunmuştur. Onun dâvası sonunda yardım ve tevfikten dolayı hedefine varacaktır.

               İkinci Hakikat: İnsanlardan korumanın mânâsı Resûlullah’ın on­lardan eza, cefa ve işkence görmemesi anlamına gelmez. Yüce Al­lah’ın: «Allah seni insanlardan koruyacak..[3][50]» sözüyle taahhüd et­tiği korumanın anlamı, ölümden, işini engellemekten ve îslâm da’-vetini durdurma gibi bir düşmanlıktan korumak demektir. İlâhi hik­met, peygamberlerin, işkenceden pek de kolay olmayacak kadarım tatmalarını gerekli gördü. Bu husus, peygamberler ve Resullere va’-dedilen korumaya aykırı düşmez.

               Bundan dolayı Yüce Allah, Peygamberine: «Şimdi sen, emrolun-duğun şeyi kafalarını çatlatırcasına açıkla. Müşriklere de aldırış et­me. Allah ile beraber başka bir tanrının bulunduğunu kabul eden alaycılara karşı, şübhesiz biz sana yeteriz» diye buyurduktan sonra, yine şöyle hitabeder: «Andolsun, biliyoruz ki, onların söyleyip dur­duklarından hakikaten göğsün daralıyor. Sen hemen Rabbini hamd ile teşbih et ve secde edenlerden ol. Sana ölüm gelinceye kadar da Rabbİne ibâdet et[4][51]».

               İlâhi Kader’in, dine Davet uğrunda, Resûlullah’ın sıkıntılarla karşılaşmasını gerek görmesindeki açık hikmetlerden biri de; her asırda omuzlarına îslâm Davetinin sorumluluğu yüklenen müslümanların, Davet yolundaki çile ve sıkıntıları kolay görmeleri ve göz­lerinde büyütmemeleri içindir.

               Şayet Hz. Peygamber (s.a.v.î dâvasında gayretsiz veya meşak­katsiz olarak başarıya ulaşsaydı, elbette ashabı ve ondan sonra ge­len müslümanlar, onun rahatlığı seçtiği gibi onlar da rahatlığı ve kolaylığı seçmeyi çok arzu ederler ve İslâm Daveti yolunda bula­cakları sıkıntı ve musibetleri çok ağır ve tahammül edilmez kabul ederlerdi.

               Ama, durum bu olunca; işkence, sıkıntıya girme hafife alındı­ğı için, müslümanların şuurunda şunun uyanması gerekir. Müslü­manlar, Resûlullah’ın tattığını tadarlar, Resûlullah (s.a.v.)’ın işken­ceye uğradığı aynı yolda onlar da yürürler insanların, müslümanları hafife almaları, onlarla alay etmeleri ne kadar olursa olsun, morallerini bozmamalıdır. Çünkü onlar, Re-sûluîlah’ı yolda yürürken başına toprak atılmış, sonunda evine dön­meye mecbur olmuş, kızlarından biri kalkarak babasının başındaki toprakları temizlemiş olduğuna şahid oluyor. O, Allah’ın sevgilisi ve mahlûkatın içinde en seçkini olduğu halde bunlara dûçâr oldu­ğunu gördükten sonra; insanların tavrı, müslümanların gücünü ve ümidini yitirmelerine sebeb olmamalıdır.

               Resûlullah (s.a.v.)’ın Taife hicretinde ve o zaman karşılaştığı meşakkat ve sıkıntılarda; dâva uğrunda her azab ve sıkıntıyı kolay kabul eden müslümanların îslâm dâvası uğrunda karşılaştıkları ve göğüs gerdikleri azab ve işkenceleri, kendi peygamberlerininki ile mukayese etme imkânını vererek ipuçlarını bulacağız.

               Bu anlattığımız, işin bir yönü…

               Resûlullah’ın siyretinln bu kesiti ile ilgili diğer bir yönü de var­dır ki, o da bir kısım insanların şu zanna kapılmalarıdır. Onlar, Pey­gamberimizin bu yılı «Hüzün Yılı» olarak isimlendirmesini, onun amcası Ebû Tâlib’i ve hanımı Hz. Hatice’yi kaybetmesinden dolayı zannediyorlar. Bazan da onlar, bunu delil göstererek, ölülerine uzun süre yas tutmayı caiz görürler.

               Gerçek şudur ki, bu bir anlayış ve değerlendirme hatasıdır.

               Çünkü Resûlullah (s.a.v.) bu şiddetli üzüntüsünü, amcasının ve hanımının ayrılışından dolayı göstermedi. Ve yine bir kısım akra­balarını kaybedip onların kaybından dolayı, yalnız kaldığı için bu seneye; «Hüzün Yılı» adını vermemiştir. Bunun asıl sebebi, onların vefatlarının ardından islâm Davetlne yol veren bazı imkânların or­tadan kalkmasıydı. Amcasının onu himaye etmesi, Davet için bir­çok imkânlar, irşad, ta’lim ve yönlendirme içinde birçok yollar sağ­lıyordu. Bu himayede o, Rabbinin kendisine emrettiği faaliyette bazı başarılar görüyordu.

               Ama amcasının vefatından sonra bu imkân kapıları yüzüne kapatıldı. Ne kadar uğraştiysa, düşmanlık ve engelleme gördü. Nere­ye gittiyse, bütün yollan kapalı gördü. Davetini, götürdüğü gibi, ge­ri getirdi. Anlattığı şeylere ne bir kulak tutan, ne de bir inanan var­dı. Bilâkis herkes zulüm, istihza ve hakir görme arasında bir tavır takınıyordu. Allah’ın kendisine yüklediği vazifeyi bir neticeye götürememiş olarak geri dönmesi onu üzüyordu. îşte bundan dolayı bu yıla, «Hüzün Yılı» adı verildi.

               Aksine insanların onun getirdiği hakka iman etmemelerine kar­şı duyduğu üzüntü çok kere kendi nefsini kahretmesi şeklinde olur­du. Bu üzüntüsünü hafifletmek için bazı âyetler onu teselli eder ve tebliğin tümüyle mükellef olmadığım hatırlatır mahiyette iniyor­du. Hattâ o âyetler, insanlar kendisine cevab vermiyorlar ve inan-, iniyorlar diye, kendi nefsini tehlikeye atmasına gerek olmadığını belirtiyorlardı. Örnek olarak şu âyetleri verebiliriz:

  • Habibim, şu hakikati çok iyi biliyoruz ki, onların söyledikleri şeyler seni tasaya düşürüyor. Onlar hakikatte seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar. Andolsun, senden evvelki peygamberler yalanlanmıştı da tekz b edildikleri ve işkenceye uğratıldıkları şeylere karşı sabretmişlerdi. Nihayet onla­ra yardımımız gelip yetişti. Allah’ın kelimelerini değiştirebilecek (hiç­bir fert ve kuvvet) yoktur. Andolsun ki, peygamberlerin haberi sa­na da geldi. Onların yüz çevirmesi sana ağır gelince; eğer gücün ye­ri delmeye veya göğe merdiven dayamaya yetmiş olsaydı, onlara bir mucize göstermek isterdin. Allah dileseydi onları doğru yolda toplar­dı. Sakın cahillerden olma[5][52]».

[1][48] Bunu İbn ishâk rivayet etmiştir. Bak: Taberî Tarihi: 2/344.

[2][49] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 140-141.

[3][50] Mâide sûresi, âyet: 67.

[4][51] Hicr süresi, âyet: 94-99.

[5][52] En’âm sûresi, âyet: 33-35.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 141-144.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.