İfk Olayı | Siyer Programı – 41. Bölüm
8- İfk Olayı
Bu savaştan müslümanların dönüşü amndanydi; îfk olayı yânı Hz. Aişe hakkında, münafıkların uydurduğu dedikodu vukubuldu. Şimdi size bu mes’eleyi (Buhâri ve Müslim) sahihlerinde geçtiği şekilde özetle sunacağız:
Hazret-i Âİşe (r.a.) bu gazaya, Resûlullah ile birlikte nasıl çıktığını anlattıktan sonra sözüne şöyle devam ediyor: «Resûlullah bu savaşı bitirip Medine’ye dönüyordu. Konak yerinde orduya geceleyin yürüyüş emri verdiği sırada ben, ihtiyacım için (hevdecimden) çıkmıştım. Bineğime döndüğüm anda ise göğsüme dokundum. Ger-danlığımin kopup düşmüş olduğunu anladım. Tekrar geriye dönüp (gittiğim -yerde) onu aramaya koyuldum. Bu arayış beni çok oyalamış ve alıkoymuş oldu.» Ve devam ederek diyor ki: «Bu esnada benim hevdecimi deveye yükleyenler gelmiş yüklemiş. – Bu da Hi-câb âyetinin nazil olup, kadınlara mutlak setr emredildikten sonradır -. Benim içerde olup olmadığımın farkına da varamamışlar. Ben içindeyim sanarak çekip gitmişler…[1][92]
Nihayet ben gerdanlığımı bulup döndüm ama hay_li zaman geçmişti. Ordu yürüdükten sonra oraya ulaşmışım. Tabii gelen giden, arayan soran yok… Çaresiz, eski yerime çömelip bekledim. Benim yokluğumun farkına varıp, dönerek beni anyacaklannı ummuştum.
Ordunun arkasında – yerini kontrol için – Saffan îbn Muattal bırakılmışmış. Sabah olunca, insan karaltısı görmüş ve bulunduğum yere doğru yaklaşmış. Yaklaşıp görünce de beni tanımış. Çünkü hi-câbdan önce bu zât beni görmüştü. Bense, uyku basmış uyuya kalmışım. O beni tanıyıp da istirca’da[2][93] bulununca uyanabildim. Hemen cilbâbımla yüzümü örttüm. Vallahi hiçbir kelime konuşmadık ve ondan da istirca’mdan başka bir söz işitmedim. Hemen arkasından da devesini çöktürdü bineyim diye. Ben kalkıp deveye bindim. O da çekip yedmeye başladı. Böylece orduya öğle sıcağında bir konak mahallinde ulaşmış olduk. İşte orada da olan olmuş (iftiracılar günaha batmış) benim hakkımda. Bana iftirayı meğer Abdullah îbn Ubey îbn Selûl orada başlatmış.»
Hz. Âişe devamla buyurur ki:
«Medine’ye dönünce ben bir ay hasta yatmıştım. Meğer halk, bana yapılan iftiradan kaymyormuş, dedikodu almış yürümüş. Benim birşeyden haberim yok. Ancak, bu hastalık boyunca Resûlul-lah’ın bana karşı tutumundan birşey anlamıyordum. Çünkü daha önce bana gösterdiği sevgi ve iltifatı şimdi hiç göremlyordum. Sadece yanıma girip selâm veriyor, «Rahatsızlığın nasıl?» deyip çıkıyordu…
Nihayet biraz iyiliğe dönünce, bir gece Mıstah’ın anasıyla te-nezzühe çıkmıştık. Ki o zamanlar henüz yakında tuvalet yoktu (geceleyin araziye çıkardık). Dönerken -Ümmü Mıstah’ın ayağı çarşaf fına dolaşınca, *Mıstah kahrolsun» diye hakaret etti[3][94]. Benim tuhafıma gitti. Ne fena söyledin dedim, kadına: Bedir’de bulunmuş bir zâta lanet mi ediyorsun?… O da; sen onun neler söylediğini duyma-iın mı? diye karşıladı.»
Hz. Âişe diyor ki: «işte o anda kadın, iftiracıları ve mel’anetle-rini bana baştan sona anlattı. Bunun üzerine hastalığım iki kat oldu… O gece boyunca ağladım. Gözüme uyku girmiyor ve gözyaşım da dinmek bilmiyordu. Bir de ne göreyim, Resûlullah durumu müzakere için bazı yakınlarını çağırıp istişare ediyormuş. Hattâ helâlinden ayrılma konusunu danışmış. Eh bazıları, «Yâ Resûlâllah, o senin ailendir, biz onun hakkında bir fenalık bilmiyor, iyi tanıyoruz, demiş. Bazısı da: Bu senin için çıkmaz değil, dünyada kadın çok… diye cevab vermiş. Ayrıca cariyeye (Berire’ye) de sorun, o size doğrusunu söyler, demişler…
Resûlullah (s.a.v.) de, Berire’yi çağırıp ona şöyle sormuş: «Sen Aişe’den, seni şübhelendiren bir duruma şahid oldun mu hiç?. O da, ondan hayırdan başka birşey görmedim, diye cevab vermiş. Bundan sonra Resûlullah minbere çıkıp, şöyle seslendi: «Ey müslüman csmaat!… Şu ev halkımla ilgili, bana kötülük eden kişiye karşı bana yardımcı olacak kimse yok mu?… Halbuki; Allah’a yemin olsun, ben ehlimde bir çirkin durum görmedim, göremiyorum. Üstelik bir adamın ismini de karıştırıyorlar ki; onu da iyi halleriyle tanırım ancak…»
Bunun üzerine Sa’d bin Muâz kalkıp: «Yâ Resûlâllah, o kişiden ben intikamını alacağım» dedi. Eğer Evs’ten ise boynunu vururuz. Eğer Hazredi kardeşlerimizden ise, ne emredersen onu yaparız… Bunun üzerine halk mescid içinde tartışmaya başladı. Ama Resûlullah ts.a.v.) onları yatıştırdı.
Daha sonra Resûlullah (s.a.v.) benim yanıma girdi. Anam, babam da yanımdaydı. Onlar belki de ağlamaktan ciğerlerimin parçalandığını zannediyorlardı.
Bu dedikodular çıkalıdan beri, O da yanıma hiç oturmamıştı. Bir aydan beri de, benim mes’elemi çözümleyecek bir vahiy de gelmemişti O’na…»
Hz. Âişe yine devam ediyor: «Bu sefer yanımda otururken çe-hadet getiriyordu. Sonra şöyle konuştu: «Peki, ey Aişe, biliyorsun senin hakkında şöyle şöyle söylentiler geldi bana. Eğer günahsız-san, Allah seni çok yakında tebriye eder. Ama şayet böyle bir günaha bulaştınsa artık Allah’a tevbe ve istiğfarda bulunmaktan başka çıkar yolun yok…»
Hz. Âişe diyor ki: «Resûlullah (s.a.v) sözünü bitirince, aniden gözümün yaşı kurudu. Artık bir damla yaş gelmiyordu. Çaresiz, babama dedim ki; «Benim yanımda Resûlullah’a cevab verir misin?» O, «Ben, vallahi ne diyeceğimi bilemiyorum» dedi. Bu sefer anneme dedim, sen cevab ver. O da aynı şekilde, «Ne diyeceğimi bilemiyorum» dedi. Yine çaresiz dedim ki, «Vallahi benim anladığıma göre; siz birşeyler duymuş ve bunu içinize sindirmiş, doğru olarak kabul etmişsiniz. Artık ben, kalkıp günahsızım desem de, – ki ben Allah hakkı için günahsızım – bu hususta bana inanmıyacaksiniz. Yok kalkıp da -Allah’ın benim suçum olmadığını bildiği bir hususta- evet öyle oldu desem, belki de o zaman beni tasdik edeceksiniz… Artık ben bir izah yolu, bir misâl bulamam. Ama size, Hz. Yûsuf’un babasının, «Artık en güzel şey sabırdır. Onların nitelendirdiklerine karşı sığınacağım sadece Allah’tır» dediğini örnek olarak hatırlatabilirim, dedim ve yüzümü dönüp yatağıma kapandım.»
Hz. Âişe devam ediyor: «Vallahi, daha Resûlullah o meclisi ter-ketmeden ve ev halkından bir ferd de çıkmadan Cenâb-ı Hak ona vahyini ulaştırdı, Her vahiy geldiğinde onu saran sıkılma hali tuttu. Kış günü bile vahiy şiddetinden buram buram terlerdi, tşte o hal geçip Resûlullah başını kaldırdı, sevincinden gülüyordu. Ve ilk sözü şu oldu bana: «Müjdeler olsun ya Âişe, Allah seni tebriye etti.» Bunun üzerine annem: Kalk ona teşekkür et, dedi. Ben de-, hayır vallahi olmaz. Allah’tan başkasına hamdetmem, dedim. Çünkü âyet indirip beni temize çıkaran O’dur…» Hz. Âişe der ki: O an Cenâb-ı Hak Teâlâ şu âyetleri inzal buyurdu: «Size bir iftirayla gelenler, bir avuç kişidir. Siz bu iftirayı size bir şer sanmayın. Belki de si zin için hayırdır. Onların herbirine ise yaptıkları kötülüğün karşılığı var. Onlar arasından bu büyük cinayete girişenlere ise büyük bir azab vardır[4][95]». (Buradan itibaren on âyet)
Hz. Âişe yine devam ediyor: «Öteden beri babam, Mıstah denilen kişiye, akrabalığı ve yoksulluğu yüzünden nafaka vermekteydi. Bu olay üzerine; «Vallahi Âişe’ye bu iftirayı yaptı ya artık ona kat’iyyen birşey vermem» demişti. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak: «Ey mü’minler, sizden servet ve imkân sahipleri; akrabalara, miskinlere, Allah yolunda hicret edenlere vergisini vermekte kusur etmesinler. Afvedip, hoş görsün. Allah’ın sizi mağfiret etmesini istemez misiniz?… Allah Gafur ve Rahİm’dir» mealindeki âyetini indirdi. Ebû Bekir (r.a.) bunun, üzerine: Vallahi ben Allah’ın beni mağfiret etmesini elbette isterim, deyip yemininden döndü. Daha önceki nafakayı Mıstah’a ödemeye devam etti.»
Resûlullah da, bu vahyi müteakip halka hitab etti. Nâz’.l olan âyetleri okuduktan sonra, Mıstah bin Esâse, Hassan bin Sabit, Ham-netü binti Cahş bu işte çok ileri gittiklerinden onlara had vuruldu. [5][96]
Dersler Ve İşaretler
Bu gazadan şu esasları elde etmekteyiz:
1- «Seİeb» ve «Humus»u istisna ettikten sonra ganimetlerin savaşçılar arasında taksim edilebileceği… Seleb ise (öldürülenin silâh ve benzeri şahsi eşyasıdır) Resûlullah (s.a.v.)’ın şu kavline göre öldüren gazi tarafından alınması caizdir: «Bir müşrik savaşçıyı öldürene onun eşyasını alması bir haktır. Humus (Beşte bir ganimet) ise, Allah’ın kitabında zikrettiği kimselere aittir.» Ayette ise: «Dikkat edin, elinize geçen ganimetin beşte biri; Allah’a, Resûlü’ne, onun yakınlarına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara mahsustur[6][97]». Kalan beşte dördü ise, tıpkı Resûlullah (s.a.v.)’ın yaptığı gibi savaşçılara pay edilir.
Bunda, yâni menkul malların taksimindeki bu ölçüde bütün imamlar müttefiktir.
Arazilerin taksimi mes’elesinde ise; Beni Nadir olayı sırasında arzett:.ğimiz gibi, ihtilâf vardır…
2- Şîmdi, bu konuda zikredilen hadiste «Azl’in cevazı» açıktır. Nitekim bu hususta kendisinden fetva isteyenlere: «Yapmamanızı gerektiren birşey yok.» (Başka bir rivayette de «Yapmanıza engel yok. Çünkü kıyamete kadar ne takdir edilmişse o canlı, vücuda geKr…» buyurulmuş). Yâni, sizin, azil işinden vazgeçmeniz gerekmez. Çünkü şübhesiz Allah ne takdir ettiyse o olur. Sizin çabanızla o önlenmiş olamaz, demektir.
Bu hadisten daha açık olarak da, Şeyhayn’in Câbir (r.a.)’den yaptığı rivayettir. O diyor ki, «Resûlullah zamanında biz Azl yapardık. Kur’an da inmeye devam ediyordu…»
İşte buna dayanaraktır ki, cumhûr-u ulemâ, azl’in uygulanmasını caiz görmüşlerdir. Ancak, zevcenin muvafakatini da şart koşmuşlardır. Çünkü bu uygulama bazen kadına zararlı olabilir. Ama, azl’in sebebi, nafaka darlığı, işsizlik ve bakımsızlık endişesi ise bunu hoş görmemişlerdir.
3- Abdullah îbn Ubey îbn Selûl’ün, yukarıda gördüğümüz şekilde çıkardığı fitneye karşı Resûlullah (s.a.vj’m aldığı tedbir. Bu hârika tedbir ona Allah’ın parlak bir lûtfudur. işlerin yürütülmesinde halkın eğitimiyle müşkillerin üstesinden gelmede üstün bîr siyaset. Hanlya, Resûlullah Cs.a.v.î’ın İbn Selûl hakkında işittikleri zahiri durumu ile onu katlettirmesine fazlasıyla yetecek bir sebeb idi. Fakat O, aksine mes’eleyi çok geniş kalblilikle karşılayıp, cereyan eden münakaşalar ve anarşik davranışları görmezlikten geldi. Çünkü o gün orduda çok sayıda münafık vardı, öyle bir bahane arıyorlar idi ki; yeri yerinden oynatsınlar. O da mes’eleye önem vermemek, üzerine gitmemek ve aynı zamanda .çok değişik ve hikmetli bir tedbir almak yolunu seçti. Hiç de âdeti olmayan bir zamanda orduya yürüyüş emri verdi. Böylece onlar da yürümeden fırsat bulup bira-raya gelemediler ve işin dedikodusunu yapamadılar. Ve bu yürüyüş bütün gün ve gece sürdü. İkinci gün oldu, artık kimsede, münafıkların aradığı fitneye katılacak mecal kalmadı. Mola verilince de kimse bir çift söz etmeye fırsat bulamadan, yerlere serilip derin uykuya daldı gitti…
Bütün bunlara rağmen halk Resûîullah (s.a.v.)’dan, Medine’ye varınca münafıklara karşı sert bir tavır almasını bekliyordu. Şüb-hesiz ki bu da Abdullah Îbn Ubey Îbn Selûl’ün boynunun vurulma-sıyla başlayacak idi. Bu yüzdendir ki onun oğlu Abdullah (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)’a müracaat ederek, eğer babasının katline hükmederse bu işe kendisinin vazifelendirilmesini istiyordu. Ama o, Resû-lullah’dan beklediğinin tamamen aksine bir tavır gördü. Çünkü o, «Hayır, onunla dost olacağız ve bizimle beraber olduğu müddetçe de iy: geçineceğiz» diyordu. Bunun sebebi olarak da Hz. Ömer (r.a.)’e yaptığı şu açıklamayı görürüz: «Nasıl olur yâ Ömer! Halk bu sefer
Muhammed (Sallâllahü Aleyhi ve Sellem) kendi arkadaşlarım öldürüyor mu desin?»
Bu büyük hikmetin sonucu olarak da Abdullah tbn Ubey kendi ekibinin gözünden düştü ve onu herkes azarlayıp ayıplamaya başladı. Ne zaman konuşmak istede susturuyorlardı… Ayrıca bilirsiniz ki, zâhir-i ahkâma göre münafıklar ihtiyati tedbir olarak müslümaıx sayılmışlardır.
Resûlullah (s.a.v.Vm göstermiş olduğu bu parlak hikmet ve siyaset ve mes’eleler için aldığı tedbir üzerine değişik yorumlara dalmadan önce şunu tekrar hatırlatmamız gerekiyor. Bütün bu tecelliler onun peygamberlik sıfatından doğmaktadır. Yâni onun gösterdiği bunca hikmet ve hârikalar tamamiyle insanlara gönderilmiş Nebi ve Resul olmasının sonuçlarıdır. Bu bakımdan diyoruz ki; o ilk esası düşünmeden; yâni onun Nübüvvet ve Risâletini düşünmeden önce bu fer’i tecellileri tahlil etmek ve bunları esas almak, bunlardan yürüyerek onun büyüklüğüne ulaşmaya çalışmak, büyük bir hatâdır. Çünkü bu türlü gidiş -yukarıda açıkladığımız gibl-müslümanlan, onun Nübüvvetini düşünmekten alıkoymak isteyenlerin işgalci fikirleridir ve böylece körükörüne maymun iştahı ile taklid etmeye alıştırırlar mü’minleri!.. Mes’eleyi de Peygamberin beşerî dehâsına bağlamak, böylece Nübüvveti örtmek hedefinde-dirler.
4- Ifk olayına gelince: Bu hâdise Resûlullah (s.a.v.) ‘m karşılaştığı, düşman eziyet ve hilelerinin en çetin halkalarından birisidir. Ve bu eziyet daha öncekilerin hepsini unutturacak derecede ağır gelmişti nefsine. Bu da yine münafıkların kötü karakterinin eseri olmuştu. Zira münafıklar öbür bütün düşmanlardan çok daha âdi, hiy-leleri daha ustaca ve zararlıdır. Çünkü fırsatlar ve imkânlar onlara daha çok elvermektedirler. îşte îfk haberi de münafıklara özgü hıyanetlerden birisidir.
îşte bu olay da Resûlullah’ı ötekilerden daha değişik bir derecede üzmüştü. Çünkü daha önce geçenleri -ondan gelen nakillerle öğrendiğimiz üzere-, olağan çileler olarak göğüslemiş ve onlara tahammül için nefsini hazme zorlamıştı. Haniya, çıktığı büyük da’-vet yolunda bu çileler sürpriz değildi, zaten beklenecek cinstendi… Ama bu umulmadık bir fecaat, geçiştirilmesi ve hazmi mümkün olmayan şeydi. Bugün başka bir gündü. Bir şayia ki; eğer doğru çıksa, insan haysiyet ve şerefi için onulmaz bir yara, mânevi ve ailevi bir leke olacaktı.
Ama aslı olmasa da, bu şayia insan ruh ve vicdanına ettiği etki bakımından, öbür eza ve cefa ile kıyaslananı azdı. Hiçbir ilâcı bulunmaz, ruha ve nefse yüklenen ezadır bu.
Bunu insanların açıklaması ve hakikati ortaya koyup şayiayı silmesi mümfcün olmadığına göre, gerçeği aydınlatacak tek çare, vahyin gelmesi ve münafıkların tezgâhladığı iftirayı kökünden kazıması gerekmez miydi? Bu ızdırap ve tereddüdü silmeli değil miydi? Ama vahiy de bir aydır gecikmiş, bu da ayrı bir karışıklık ve bocalama sebebi olmuştu.
Bütün bunlarla birlikte, îfk olayı bile, Resûlullah (s.a.v.)’ın üstün şahsiyetini bir kere daha belirginleştirmek için, ilâhî hikmet ve hedefe bağlı olarak zuhur etti. Onu örtüp ters gösterebilecek hiçbir gücün, hiçbir hiyle ve iftiranın bulunamayacağını vurgulamak için… Yâni Resûlullah (s.a.v.)’ın hayatında, nübüvvetinin yeri ile beşeriyetinin mevkii, böyle bir olay zuhur etmese, gerek mü’minler, gerek kafirler tarafından kavranamaz, karıştırılıp gidebilirdi. Bu beşerî şahsiyetini şiddetle sarsan olay insaniyetiyle nübüvvetini seçilir hâle getirdi. Onun Peygamberliğinin anlamı net olarak, vahyin yeri de kesin çizgilerle, gözler önüne serilip açıklanmış oldu. Artık onun peygamberlik yönü ile beşeriyet yönünü karıştırmaya mahal bırakılmamış oldu. (Çünkü çoğu kimse onun vahiyle sunduğu hârikaları, onun kişiliğine atfederek, nübüvvet müessesesini unutuyor veya örtmek istiyorlardı).
Nitekim Resûlullah, aniden patlayan bu olay karşısında normal insan haliyle düşünüyor, araştırıyor; Nübüvvetinin ve Risâletinin masumiyet çemberine rağmen, rastgele bir beşer gibi karşılıyordu olayı. O gaybı bilemiyor, meçhule nüfuz edemiyordu. Bu tavır, asla yapmacık değil, tamamen tabiî ve normal idi. Normal biri gibi üzüntü çekiyor, endişe gösteriyor, çeşitli görüş alıp veriyor, güvendiği arkadaşlarıyla istişare edip görüşlerine başvuruyordu…
Bütün bu sıkıntılı anlara rağmen de, O’nun (s.a.v.) insanî yönünü net olarak akıllara kavratmak hikmetine bağlı olarak da vahiy hayli uzun sayılacak derecede kesiliyor ve bununla da iki gerçeğin halka önemle belirtilmesi hedef alınıyordu:
Biri: Nebi (s.a.v.)’nin Resul ve Nebî olmasına rağmen beşer olmaktan çıkmadığı, ilâhlaşmadığı gerçeğidir. Yâni O’na inanan kimse bilmelidir ki; Nübüvvet asla beşeriyet sınırını tecâvüz etmez. Allah’a nisbet edilemeyen birçok etki ve iş, O’nu da etkiler, O’na da bu şeyler nisbet edilir…
ikincisi ise: Vahiy, olayı ilâhîdir, asla peygamberin şuur ve nefsinden doğan, ondan kaynaklanan bir hâl değildir: Yine vahiy O’-nun isteğine tâbi, O’nun dilemesi ve (zevki istikametinde, istediği anda gerçekleşecek blrşey de değildir. Haniya böyle olsa, o zaman, hâdisenin zuhur ettiği anda nefsini kurtarması, olayın ilerisinde tü-reyecek şeyleri önlemesi, yâni mes’eleyi bir anda bertaraf etmesi kolaydı. Ve o hangi yönde hayır varsa, vahyi öylece işletir, samimî ashabına, Kur’ani bir güvence verip ikna eder, onlar da öbürlerini susturup, ağızlarım kapatırdı. Ama bunu yapamadı. Çünkü bu onun elinde değildi…
Şimdi size, bu gerçeğe dair, Dr. Muhammed Abdullah Dıraz’ın «en-Nebeü’1-Azim» adlı eserinde görüşü naklediyoruz:
«îfk olayını münafıklar onun temiz zevcesi Hz. Âişe (r.a.) hakkında tertib etmişlerdi. Vahiy gecikmiş, halk bunalmıştı. Gönüller derinden yaralanmıştı. Ama o bütün dikkat ve sabnyla: «Ben ondan böyle b;r kötülük ummuyorum-» diyebiliyordu. Yine bütün gücüyle söyletinin kökenini arıyor, soruyor, ashâbıyla danışıp konuşuyor ve bunun üzerine tam bir ay geçiyor. Sonunda da herkes, «Ondan böyle bir kötülük ummadığını söylerken, o da hepsinin sonucunda sadece «Âişe!.. Bana şu şu tarzda bir haber ulaşmış bulunuyor. Eh, sen günahsızsın, Allah seni temize çıkaracaktır, ergeç… Ama şayet hatâen bir suç işledinse, artık Allah’a sığın» demekle yetiniyordu.
Bu onun içinden doğan şeydi. Bu ise, görüldüğü gibi, gaybı bilmeyen bir beşerin sözüdür. Zan ile hareket etmeyen, sabit karakterli, dürüst bir kişiye yakışan ifadedir. Bilmediği şey hususunda rastgele söz etmeyen bir hüviyyetin ıladesi. Şöyle ki; bu sözleri söylerken de daha yerinden ayrılmadan, o şerefli hanımının beratını veren, temizliğine dair hükmü getiren Nur sûresinin başındaki âyetler nazil oluyor.
Eğer Kur’an’ı indirmek elinde olsa, bu kurtarıcı kelâmı tâ baştan söyleylvermesine engel ne olabilirdi? îşin başında ırzını koruyup, aile şerefini ve eşinin problemini semavi vahye bağlayıverirdi. O gözü dönmüşlerin de dilleri dibinden kesilirdi… Ama O, ne Allah’a, ne de insanlar üzerinde yalana tevessül etmezdi.
«Eğer O, bazı sözleri bize karşı kendinden uydurmuş olsaydı O’nun sağ elini ahverirdik. Sonra şübhesiz kalb damarını koparırdık. O vakit sizden bir kimse de buna mâni olamazdı».
Böylece de, Hz. Âişe (r.a.) hakkında iki gerçeğin tahakkuk ettiği hanımların ilki oldu. Öyle ki, o sadece Allah’a ibâdet ve O’nu birlemede kendine has bir mezhebin öncüsü oldu. Bu anlayışta Allah’tan başka ve Allah’a denk hiçbir varlık tanınmıyor. İşte bunun için, anası ona, Resûlullah’ın önünden kalkıp ona teşekkür etmesini tavsiye ettiği zaman; «Ne ona kıyam ederim, ne de Allah’tan başkasına teşekkür ederim. Çünkü beni tebriye için vahyeden Allahü Teâlâ’dır!,.» dedi.
Hz. Aişe (r.a.)’nin bu sözlerinde Resûlullah (s.a.v.)’a yönelen bir tariz görülür gibi ise de; durum ve şartlara dikkat edersek, bu sözü söyleten onlardır.
Ve esasen, mü’minlerin akidesini ortaya vurdurmak için hik-met-i ilâhinin oluşturup yönelttiği bir hâlet-i ruhiyyenin eseri olduğunu kavrarız. Aynı zamanda da iftiracı münafıkların ve nıülhidle-rin imkânını kesmek, tevhid ve ubûdiyyetin de, bütün mânâ ve şümulüyle yalnız Allah’a mahsus olduğunu açıklamak…
işte böylece «îfk olayı» da, İslâm akidesini pekiştirmek hedefiyle tecelli eden, anlaşılması oldukça zor, bir ilâhî hikmet sonucu tahakkuk etti. Yönelecek her şübheyi de böylece bertaraf ederek, Ce-nâb-ı Hakk’ın isimlendirdiği bir tür hayır oldu: «Onu siz, sizin için şer zannetmeyin, aksine sizin için hayırdır o.»
5- Şu İfk olayında, ayrıca: «Haddi- Kazf» yâni iftiraya verilen cezanın meşruiyetini de öğrendik, Zira, Nebi (s.a.v.) açıkça iftirayı yapan, ağızlarıyla söyleyenlere had vurulmasını emretti. Ve kesinlikle seksener değnek vurulduğu belli. Ancak baş tahrikçi Abdullah İbn Selûl’ün bu cezadan kurtuluşunu anlamak müşkil olabilir. Zira bu fitnenin ağırlığı onun omuzundadır. Ama îbn Kayyını’ın dediği gibi burada da çok önemli bir sebeb ve hikmet var: Evet bütün mel’anet ve iftiranın kaynağı o ama, o bunu bizzat ağzıyla söylemek yerine fitnesini şöyle yürütüyordu; dedikoduları topluyor, biçimlendiriyor ve etrafa, başkasından naklen yayıyor. Böylece çuval kendisi, ağız başkası oluyordu[7][102]. Halbuki iyi bilinir ki, hadd-i kazf ancak bizzat kendi diliyle iftira edene uygulanır. Bunu da açık kelâmla söylemiş olması şarttır… İfk olayına da!r hadisin tahlilini, Âişe validemizin berâetüıi bildirmek ve münafıklarla onların yanılttığı kimseleri yalanlamak için nazil olan on âyeti zikrederek noktalayalım :
«Sizden bir zümre iftiracılık yaptılar. Onların bu eylemini, sizin için şer telâkki etmeyin, aksine sizin için hayırdır o. Onların her biri için de kazanç olarak günah hisseleri var. Onun en büyüğünü taşıyana ise azabın da en büyüğü var!,..
Keşke öyle yapmayıp (lâfı taşıyıp üreteceğine) daha ilk an duyar duymaz erkek-kadın tüm mü’minler, kendilerine iyi zanda bulunup; «Bu apaçık bir iftiradır» deyip kestirselerdi.
İftiracıların buna dört şahid getirmeleri gerekmez miydi? Onlar, şahit bulamadıklarına göre Allah indinde kesinlikle yalancıdırlar. Eğer dünya ve âhirette Allah’ın rahmeti üzerinize olmasaydı, o daldığınız dedikodu sebebiyle size muhakkak büyük bir azab dokunurdu. O dönemde siz, bu iftirayı ağızdan ağıza birbirinize aktarıp duruyordunuz, Hakkında kesin bilginiz yokken bunu kolay iş sanıp dilinize doladınız. Ama Allah katında çok çetin bir husustu. Onu işittiğiniz zaman bunu söylemek bile caiz olmaz, demeli değil miydiniz de, tenzih ederiz bu büyük bir iftiradır deseydiniz ya. Eğer inanıp tasdik ediyorsanız böyle birşeye dönmeyi, Allah (c.c.) size kat’-iyyetle yasaklıyor. Allah (c.c.) size âyetlerini böyle açıklıyor. Allah (c.c.) Halim’dir ve Hakim’dir. Mü’minler içinde edebsizliğin yayılmasını arzu edenler için muhakkak dünyada ve âhirette acıklı bir azab vardır. Allah (c.c.) bilir. Ama siz bilemezsiniz. Eğer Allah’ın üzerinizde fazl ve rahmeti olmasaydı… Ama gerçekten Allah Rauf ve Rahim’dir.[8][103]
Yüce Allah’ın mü’minlere hatırlattığı bu bağışlama, iffetli kadınlara zina suçlamasında bulunma ve edepsizliğin mü’minler arasında yaygınlaşmasına neden olacak davranışlarda bulunma suçundan pişmanlık duyup tövbe edenler içindir. Ama İbni Ubeyye gibi iğrenç bir tutumla ve ısrarla iffetli kadınlara zina suçlamasında bulunanlara hoşgörülü davranılmaz, bunlar bağışlanmazlar da. Şahitsizlik yüzünden dünyada ceza yemekten yakalarını kurtarsalar bile, ahirette onları Allah’ın azabı beklemektedir. O gün azaba çarptırılmaları için şahide de gerek yoktur.
6-Bu noktada, Allah’ın nuru ile arınmış tertemiz ruhların ulaştığı yüksek ufuklardan birine yükseliyoruz. Bu, Ebubekir Sıddık’ın -Allah ondan razı olsun- ruhunda parlayan bir ufuktur. İftira olayının kalbinin derinliklerine etki ettiği
, Ebubekir… Ailesine ve namusuna yönelik suçlamanın acısına katlanan Ebubekir… Evet bu Ebubekir, Rabbinin bağışlamaya ilişkin çağrısını duyar duymaz, vicdanı bu imalı soruyu algılar algılamaz!..
“Allah sizi affetsin, istemez misiniz?” Hem en acıların üstüne çıkıyor, insanın duygularına ve toplumun mantığına baskın çıkıyor. Ruhu şeffaflaşıyor, Allah’ı çağrısını eksiksiz bir iç huzuru ve onay ile olumlu karşılıyor: “Evet, vallahi yüce Allah’ın beni bağışlamasını isterim” diyor ve daha önce Mistah’a yaptığı mali yardımı tekrar başlatıyor. Daha önce “Bir daha ona asla yardım etmeyeceğim” diye yaptığı yemine karşılık “Vallahi bu yardımı hiç kesmeyeceğim” diye yemin ediyor.
Böylece yüce Allah bu büyük kalbin acılarını dindiriyor, savaşın geride bıraktığı lekeleri çıkıyor, temizliyor, hep temiz arı, duru ve Allah’ın nuru ile aydınlansın diye.
Bu olay, müslüman toplumun, sıkıntıların en büyüğünü, imtihanların en etkileyicisini çekmelerine neden olmuştu. Bu, peygamberin yuvasının temizliğine, yüce Allah’ın onu koruyacağına, evinde temiz ve onurlu unsurlardan başkasını barındırmayacağına güvenme konusunda yaşanan bir imtihandı. Yüce Allah bunu müslüman toplumun eğitimi için kullanmıştı. Böylece toplum şeffaflaşmış, incelmiş ve nur suresinde somutlaşan nurdan ufuklara yükselmişti.[9]
[1][92] Hevdec: Deve üstünde taşman kapalı bir mekân. Hanımlar içinde oturup gider. Yükleyenler farkına varmıyor. Çünkü o devirde hanımlar çok zalf ve hafifti. (Mütercimler)
[2][93] tstlrca: Uyuyana, tnnâ lillâh ve innâ lleyhi râciûn: «Biz Allah’a âldiz. O’na döneceğiz» diye seslenmek. Uyuyan böyle uyandırılır. (Mütercimler)
[3][94] Oğlu da İftiracılar arasında olduğu için, eskiden kalma bu âdet üzere aksilik anında ona lanet etmiş. (Mütercimler)
[4][95] NÛr sûresi, âyet: 15 – 24.
[5][96] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 292-295.
[6][97] Enfâl sûresi, âyet: 41.
[7][102] İbn Kayyım, Zâdü’1-Meâd: 2/115.
[8][103] Nûr sûresi, âyet: 11-20.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 296-304.
[9] Fizilal c 8 syf 253/255