İşkence | Siyer Programı – 13. Bölüm
İşkence
Kureyş, Resûlullah (s.a.v.)’a ve ashabına karşı düşmanlığını iyice artırmıştı. Allah Resulü de onların işkencelerinden her türlüsü ile karşı karşıya gelmişti. Onlardan birini, Abdullah bin Amr bin el-Âs şöyle naklediyor:
«Nebi Sallâllahü Aleyhi ve Sellem, Kâbe’nin Hıcr[1][20] denilen yerinde namaz kılarken Ukbe bin Ebî Muayt çıkageldi. Ukbe, Resûullah’ın elbisesini toplayıp, mübarek boynuna dolayarak, hırsla onu boğmaya çalıştı. Bu sırada Hz. Ebûbekr (r.a.) de gelip yetişti. Hattâ Ukbe’nin omuzundan tutup öteye fırlattı ve «Rabbim Allah’tır, diyor diye faziletli bir adamı öldürecek misiniz?[2][21] dedi.
Abdullah bin Ömer (r.a.)’in rivayet ettiği hadîs de, bu işkence örneklerinden biridir. Abdullah bin Ömer şöyle anlatıyor:
«Bir defasında Resûlullah (s.a.v.) secdede iken, etrafında Ku-reyş’ten bazı kimseler vardı. O sıralarda, Ukbe bin Ebi Muayt, elinde yeni boğazlanmış bir devenin işkembesi ve döl yatağı ile geldi. Elindekini Resûlullah’ın sırtına attı. Artık Resûlullah başını secdeden kaldıramadı. Bunun üzerine hemen Fâtıma (r.a.) gelip yetişti. Babasının üzerindeki pislikleri alıp, bu işi yapanın üstüne attı[3][22]».
Resûlullah (s.a.v.) her ne zaman, Kureyş müşriklerinin aralarından yürüyüp geçse veya sokaklarda onlarla karşılaşsa, ya da yanlarına uğrasa, hakaretin, alayın kaş-göz hareketinin her çeşidini ona yöneltiyorlardı.
Bir kısım müşrikler. Peygamberimiz Mekke sokaklarından geçerken, yerden toprak alıp başına saçmak için karar aldılar. Başı toz toprak içinde Peygamberimiz evine döndü. Kızlarından biri ayağa kalkıp, hem ağlıyor, hem de başındaki toprakları temizliyordu. Allah Resulü de kızma: «Ağlama kızım, şübhesiz Allah onların bana yaptıklarına engel olacaktır’[4][23]» buyuruyordu.
Peygamberimizin ashabından (Allah hepsinden razı olsun) bazıları işkencenin her türlüsünü tadıyorlardı. Hattâ onlardan işkence altında can verenler ve gözlerini kaybedenler bile vardı. Bunların hiçbiri, onları Allah’ın dininden vazgeçiremedi.
ASHABA YAPILAN İŞKENCELER
Hz. Peygamberin (s.a.) ashabına gelince; kimin kendisini himaye edecek bir aşireti var idiyse, aşireti ile korundu. Geri kalanlara ise müşrikler işkence ve azap çektirmeye başladılar. Himayesiz müslümanlardan Ammâr b.Yâsir, annesi Sümeyye ve ailesi Allah yolunda işkenceye maruz kaldılar. Allah Rasûlü (s.a.) onlar işkence çekerken yanlarından geçtiği vakit: “Sabır, ey Yâsir ailesi! Buluşacağınız yer kuşkusuz cennettir.*’ derdi.[5]
Himayesiz müslümanlardan Bilâl b. Rabah, Allah yolunda en çetin işkencelere manız kaldı. Kavmi tarafından hiç önemsenmedi ve kendisi de Allah yolunda can vermeyi hiç önemsemedi. İşkencenin şiddeti arttıkça: “Ahad, ahad= Allah birdir, birdir.” derdi. Varaka b. Nevfel, onun yanından geçerken: “Evet, vallahi birdir, birdir ey Bilâl! Vallahi onu öldürürseniz, çok üzüleceğim ve onu andıkça merhametimden ağlayacağım.” dedi.[6]
Müşriklerin, müslümanlara yaptıkları işkenceler şiddetlenip, aralarında çıldıranlar oldu. Öyle ki onlardan birine: “Allah’tan gayrı Lât ve Uzzâ senin ilâhındır, değil mi?” diye soruyorlar, o da: “Evet” cevabım veriyordu. Hatta yanlarından bir tezek böceği geçtiğinde: “Bu da senin, Allah’tan gayrı ilâhındır değil mi?” diye soruyorlar, o da: “Evet” diyordu.
Allah düşmanı Ebu Cehil, Ammâr b. Yâsir’in annesi Sümeyye’nin yanına uğradı. Sümeyye, kocası ve oğlu işkence görüyorlardı. Ebu Cehil, onun mahrem yerine mızrak saplayıp öldürdü.
Habbab şöyle anlatıyor: «Peygamber Efendimiz, Kâbe’nin gölgesinde kaftanım yastık yaparak, ona yaslanıp dinleniyorken yanına geldim. Müşriklerden şiddetli’bir işkence görmüştük. Ben: «Yâ Resûlâllah, çektiğimiz şu işkencelerden dolayı bizim için Allah’a dua etmiyecek misin?» dedim. Bunun üzerine Peygamberimiz hemen doğrulup, oturdu. Benzi kızarmıştı. Şöyle buyurdu: «Sizden önceki ümmetler arasında öyle kimseler vardı ki, demir tarakla bütün derileri ve etleri kemiklerinden ayrılırdı da bu işkence yine onu dininden döndüremezdi. Allah elbette bu işi (İslâmiyet’i) tamamlayacak ve üstün kılacaktır. Hattâ hayvanına binip San’a’dan ta Hadra-Mevt’e kadar tek başına giden bir kimse Allah hariç hiç kimseden korkmayacak…»[7][24]
Hz. Ebu Bekir Sıddîk, işkence edilen bir köle görse müşriklerden onu satın alıp azad ederdi. Bilâl, Âmir b. Füheyre, Ümmü Ubeys, Zinnîre, Neh-diye, Nehdiye’nin kızı ve Adiyoğullannın bir cariyesi Hz. Ebu Bekir’in bu şekilde azad ettiği kölelerdendir. Sözü edilen Adiyoğullannın cariyesine müs-lümanhğından ötürü Ömer, kendisi rhüslüman olmadan önce işkence yapardı. Hz. Ebu Bekir’e babası: “Oğlum, zayıf köleleri azad ettiğini görüyorum. Yaptığını yapıyorsun, bari hiç değilse şöyle yiğit olanlarını azad et de seni korusunlar.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir, babasına: “Ben, istediğimi yaparım.” cevabım verdi. [8]
Dersler ve İbretler
Düşünen bir kişi, Resûlullah’ın ve ashabının, müşriklerden gördüğü, çeşitli işkence ve cefalara bakınca, aklına gelen ilk şey, kendi kendine şu soruları sormak olacaktır: Resûlullah ve ashabı, Hak üzerinde oldukları halde, karşılaştıkları bu azab ve işkence de nedir? Onlar Allah’ın ordusu olduğu halde, aralarında Resûlullah bulunduğu halde ve onlar Allah’ın dinine çağrıda bulunurlarken ve onun yolunda savaşırlarken niçin Yüce Allah onları bu işkenceden korumadı?
Bu soruların cevabı şudur: Dünyada insanın en başta gelen vasfı mükellef oluşudur. Yâni insan, Allah tarafından içinde külfet ve meşakkat bulunan şeyleri taşımakla görevlendirilmiştir. İslâm’a Davet işi ve Allah’ın adını yükseltmek için yapılan cihad, teklifle ilgili şeylerin en önemlilerindendir. Teklif ise, Allah’a karşı kulluk ödevlerinin en önemlisidir. Çünkü teklif yoksa Allah’a karşı kulluğun bir anlamı olmaz. İnsanın Allah’a karşı kulluğu, Yüce Allah’ ulûhiyyetinin gereğidir. Eğer Allah’a karşı kulluğumuzu idrâk edememiş isek, o zaruretlere inanmanın bir anlamı kalmaz.
Bu duruma göre hakikaten, ubûdiyyet yâni kulluk, teklifi (ödev-lendirme, teklif ise sıkıntılara katlanmayı ve nefs mücahedesini gerektirir.
Bunun için, şu dünyada, kulların ödevi iki işi gerçekleştirmek olmuştur.
Birincisi: İslâm’a sımsıkı bağlanmak ve gerçek îslâm toplumunu kurmak.
İkincisi: Bu uğurda meşakkatli yollara girmek, her türlü tehlikeyi göze almak, bunu gerçekleştirmek için malı ve cam feda etmek.
Yâni, Allah bizi bir gayeye inanmakla mükellef kıldı. Problem, her ne kadar güçlüklere ve zorluklara varırsa varsın, Yüce Allah, bizi bu gayeye varan uzun ve meşakkatli yola girmekle mükellef kıldı.
Allah isteseydi, îslâmi toplumu kurma yolunu kolaylaştırır ve dümdüz yapardı. Ama, o zaman, bu yolda yürümek, yolcunun, kulluk görevlerinden hiçbir şeye defti olmazdı. Müslümamn, Allah’a iman ettiğini açıkladığı gün, mahnı ve canını O’na sattığına, arzu ve isteklerinin, Resûlullah’ın getirdiği prensiplere uyacağına da delâlet etmezdi. Elbette o vakit, bu yolda, mü’min ile münafık, doğru ile yabancı birleşebilirdi. Biri, diğerinden farkedilmezdi.
O halde, Allah yoluna çağıranlar ve îslâm toplumunu kurma yolunda mücahede edenlerin karşılaştıkları şeyler; tarihin başlangıcından beri, kâinatta ilâhi bir kanundur. Bu uğurda başına gelenlere Allah (c.c.) için katlanmalı ve Allahtan başkasından hiçbir beklentileri olmamalıdır. Şu üç hikmet bunları gerekli kılar.
Birinci Hikmeti: însandan hiç ayrılmayan Allah’a karşı kulluk sıfatı. Cenâb-ı Hak: «Ben insanları ve cinleri yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım» buyururken, bunu açıklamıştır.
İkinci Hikmeti: Kulluk vasfından kaynaklanan teklif sıfatı:
Akıllı olarak rüşt çağma ulaşan hiçbir kadın veya erkek yoktur ki; Allah tarafından, kendi nefsinde îslâm şeriatını, yaşadığı toplumda da îslâm nizamını gerçekleştirmek için mükellef kılınmış olmasın. Yâni, teklifin mânâsı tahakkuk edinceye kadar, bu uğurda birçok eza ve cefaya katlanmak gerekir.
Üçüncü Hikmeti: Sadıkların doğruluğunu, yalancıların yalanını ortaya çıkarmak:
Eğer insanlar, Allah sevgisini ve îslâm dâvasını sadece dillen ile ifade etmeye başlasa, o zaman yalancı ile doğru sözlü eşit olurdu. Fakat imtihan ve musibetlerle denenme, ikisi birden, doğru sözlüyü yalancıdan ayıran yegâne ölçüdür. Yüce Allah Kur’ân-ı Hakîm’inde şöyle buyurmuştur: «Elif-Lâm-Mîm. İnsanlar imtihandan geçirilmeden sadece, «iman ettik» demeleriyle bırakılı-vereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekilerini de imtihandan ge cirmi sizdir. Elbette Allah doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.[9][25]Yine Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
«Yoksa Allah içinizden, cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden, Cennet’e gireceğinizi mi sanıyordunuz?[10][26]».
Allah’ın kulları hakkındaki kanunu bu olduğuna göre, peygamberleri ve sâlih kulları hakkında bile Allah’ın kanununun değişmediğini göreceksin. Bunun için Allah Resulü ve ondan önceki tüm Resuller ve Nebiler eziyet gördü. Bundan dolayı Resûlullah’ın ashabı işkenceye mâruz kaldı. Hattâ onlardan işkence altında ölenler, gözlerini kaybedip kör olanlar vardı. Hâlbuki onların fazlı yüce, Allah katındaki değerleri yüksek idi.
Okuyucu, bir müslümanın, İslâm toplumunu kurma yolunda karşılaştığı işkencenin karakterini anladığı zaman; bir kısım insanların zannettikleri gibi; hakikatta o işkencenin, bir ceza veya sâliki yolundan alıkoyan ya da mücahidi gayesine varmaktan engelleyen birşey olmadığını anlamış olacaktır. Bilâkis o, Allahü Teâlâ’nm kendisine, doğruca varmayı emrettiği gaye ile müslüman arasında çizdiği tabii yola girmiştir. Yâni müslümanlar, Allah’ın kendilerini ulaşmakla mükellef kıldığı gayeye doğru giden yollarında, gördükleri işkence kadar ve aralarından verdikleri şehit miktarınca O’na yaklaşıyorlar demektir!..
Bunun için bir müslümana, meşakkat veya zorlukla karşı karşıya geldiği zaman, umutsuzluğa kapılması yakışmaz. Bilâkis bu durum, İslâm dininin karakteriyle uyum sağlamış bir durumdur. Müslümanlar, ne zaman Allah’ın emrini gerçekleştirmeye çalışarak, zarar ve musibetlere daha fazla tahammül ettiklerine kanaat getirirlerse, zafer müjdesini beklemeleri gerekir…
Okuyucum, düşün! Gerçekten bunun delilini açık bir şekilde Cenâb-ı Hakk’ın şu âyetinde bulacaksın: «Sizden önce gelenlerin durumu, sizin başınıza gelmeden, Cennet’e gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber mü’minler: Allah’ın yardımı ne zaman? diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı, iyi bilin ki, Allah’ın yardımı şübhesiz yakındır[11][27]».
îslâm aksiyonunun karakterini anlamamış, eza ve cefadan gördükleri şeyleri zaferlerden uzaklaştıklarına delil ve işaret sanmış olan bu kişilere cevab, Yüce Allah tarafından: «İyi bilin ki Allah’ın yardımı şübhesiz yakındır» şeklinde olmuştur.
Okuyucu bunun delilini açık bir şekilde yukarıda rivayet ettiğimiz Habbab bin el-Eret kıssasında bulur. Hani o, bütün vücudu işkence ile dağlanmış olduğu halde, Resûlullah’ın huzuruna gelip, halini ona arzetmişti. Ve müslümanlara zaferin gelmesi için ondan dua talep etmişti. Bunun üzerine, Resûlullah’ın ona cevabı da bu mânada olmuştu.
Bir müslüman, bu işkence ve eziyetleri hayretle karşılıyorsa ve Allah yolunda bunları görmeyi garipsiyorsam bilsin ki, Allah’a inanan kulların hepsi hakkındaki kanun budur. İnanan kulların çoğu, dini uğrunda demir taraklarla tepeden tırnağa taranarak etleri kemiklerinden ayırdedilirdi, yine de bu durum, onları Allah’ın dininden vazgeçiremezdi.
Eğer okuyucu, işkence ve eziyette zaferden umut kesme ve ümitsizliğe kapılma işaretleri gördüyse, bilsin ki, kendisi vehme kapılmıştır. Çünkü doğrusu, bu yolda yürürken ve zafere yaklaşırken acı çekmek ve işkence görmek en tabii bir durumdur. Peygamberimiz (s.a.v.), Yüce Allah’ın bu dini zafere ulaştıracağını, hattâ San’a’-dan, Hadra-Mevt’e kadar yürüyerek giden bir adamın, Allah’tan başka hiçbir şeyden korkuya kapılmayacağını – bir rivayetteki fazlalığa göre -koyunları hususunda kurdun saldırısından bile korkmayacağım, haber vermiştir.
Bu mânânın aynısı, Resûlullah’ın ashabına Rum ve İran ülkelerinin kendi ellerine geçeceğini müjdelemesinde saklıdır. Bununla beraber, bu ülkelerin fethedilmes iancak, Resûlullah’ın vefatından kısa bir zaman sonra vuku bulmuştur. Hâlbuki tarih, o ülkelerin, Peygamberimizin arkadaşlarından birinin komutasında fethedildiğini kaydetmesine karşılık; bu ülkelerin, Resûlullah’ın sağlığında ve onun komutasında fethedilmesi, onun Allah katındaki üstünlüğünün ve sevgilisi olmanın bir gereği idi.
Zaferin, yukarıda açıkladığımız kanunla ilgisi olmasaydı, elbette bu husus, Allah’ın, Peygamberimize karşı beslediği sevginin gereğine yakın olurdu.
Müslümanlar, Irak ve Suriye’deki zaferlerinin bedelini, Resûlullah’ın sağlığında, henüz ödememişlerdi. Hâlbuki zaferden önce, onun bedelinin tümünü ödemek gerekir. Eğer Peygamberimiz onların arasında olsaydı, yine ödemek gerekirdi. Fetihlerin, Resûlullah’ın adıyla ilgili olması ve Allah’ın Resûlü’ne karşı büyük bir sevgi beslemesinden ötürü, onun komutasıyla gerçekleşmesi, mes’ele değildir. Fakat, asıl mes’ele; Allah’a ve Resûlü’ne biat eden müslümanların, bu biatlannda sadakat gösterdiklerini isbat etmeleri meselesidir. Bir de: «Allah şübhesiz, kendi yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen mü’minlerin canlarını ve mallarını, cennet karşılığında, satın almıştır[12][28]» âyeti altında, kabul ve rızâ gösterdikleri gün, Allah’a verdikleri sözde sadık kalmaları mes’elesidir. [13][29]
[1][20] Hıcr : Bugünkü Hatim denilen ve Kabe’nin dışında bulunan etrafı duvarIarla çevrilmiş mevkidir.
[2][21] Bu hadîsi Buhârî rivayet etmiştir.
[3][22] Buhar! rivayet etmiştir.
[4][23] Taberî, et-Târih: 2/344; Hişam, es-Siyre: 1/158.
[5] İbn Hişâm’ın Siyre’sinde kaydettiğine göre Ibn İshak Megazî’smdz şunları anlatıyor: Am-mar b. Yâsir ailesinden bir takım adamların bana anlattıklarına göre Ammar’ın annesi Sümeyye hanıma müslüman olduğundan ötürü Muğireoğullan ailesi işkence etti. Müslü-manlıkta ısrar edince onu öldürdüler. Ammar ile anne ve babası Ebtah’da Mekke’nin kızgın çöllerinde işkence görürlerken Allah Rasûlü (s.a.) yanlarından geçtiğinde: “Sabır, ey Yâ¬sir ailesi! Buluşacağınız yer cennettir.” buyururdu. Bu konuda Osman b. Affân’dan ge¬len bir hadiste de: “Sabredin, ey Yâsir ailesi! Zira buluşacağınız yer cennettir.” buyurul-muştur. Bu hadisi Taberânî, Evsât’ta rivayet etmiştir. İbrahim b. Abdülaziz el-Mukavvim dışındaki râvileri Sahih (-İ Buharî) râvîleridir; ancak bu râvi de sikadır. Bk. Mecmau’z-Zevâid, 9/293.
[6] Hafız îbn Hacer’in el-İsâbe ‘de Varaka’nın biyografisinde kaydettiğine göre bu hadisi Zü-beyr b. Bekkâr, Osman -Dahhâk b. Osman -Abdurrahman b. Ebu’z-Zinâd- Urve b. Zü-beyr senediyle rivayet etmiştir. Hadis mürseldir. Seneddeki Osman zayıftır.
[7][24] Hz. Peygamber’ln ve ashabının müşriklerden gördükleri işkenceler hakkında fazla bilgi için şu kitablara bakınız: tbn Hişâm, es-Siyre, Hudf-f “‘^rüi-Ya-fcln ve diğer siyer kitabları.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 110-111.
[8] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/41-42.
[9][25] Ankebüt sûresi, âyet: 1,2,3.
[10][26] Al-i İmrân sûresi, âyet: 142.
[11][27] Bakara sûresi, âyet: 214.
[12][28] Tevbe sûresi, âyet: 111.
[13][29] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 111-115.