sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Kabilelere Gönderilen Seriyyeler Ve Hükümdarlara Yazılan Mektuplar | Siyer Programı – 48. Bölüm

Kabilelere Gönderilen Seriyyeler Ve Hükümdarlara Yazılan Mektuplar | Siyer Programı – 48. Bölüm
A+
A-

Kabilelere Gönderilen Seriyyeler Ve Hükümdarlara Yazılan Mektuplar

Bundan sonra da artık Resûlullah (s.a.v.), Arap yarımadasının muhtelif bölgelerinde yaşıyan kabileleri İslâm’a da’vet için küçük askeri müfrezeler göndermeye başladı. Bu seriyyeler, İslâm’a da’­vet ettikleri kabileler da’vete uymazlarsa savaş açıyorlardı.

Bu seriyyeler, Hicretin yedinci senesinde başlamıştı. Sayısı on’u bulan seriyyeleri Resûlullah (s.a.v.) her seferinde sahabeden birinin kumandasında çıkarmıştı. İşte tam bu esnada da Resûlullah (s.a.v.) çevredeki büyük devlet başkanları dahil çeşitli beyliklerin reislerine mektuplar göndererek, hâlen üzerinde bulundukları dinin bâtıl ol­duğunu ve İslâm’a girmeleri gerektiğini belirtiyordu.

İbn Sa’d, «Tabakalında şöyle nakleder: Resûlullah (s.a.v.) al­tıncı yıl Zilhicce ayında, Hudeybiye’den dönünce, bazı meliklere el­çiler gönderip onları İslâm’a da’vet etti. Aynı zamanda onlara mek­tuplar yazdı. O zaman dendi ki, yâ Resûlâllah, melikler mühürsüz mektupları okumazlar. Bunun üzerine O da bir yüzük yaptırıp onu mühür olarak kullandı. Gümüşten yapılan mührün üstünde üç sa­tır hâlinde «Muhammedün Resûlullah»; Allah’ın elçisi Muhammed yazılıydı. Mektupları da bununla mühürle misti. Bir günde altı kişi çıkarmıştı yola. Tarih olarak yedinci hicret yılı ve Muharrem ayı idi. Gönderilen elçilerin hepsi de gittiği milletin dilini biliyor ve ko­nuşuyordu.

Re sulu İlah’in ilk elçisinin «Amr bin Ummeye ed-Damrİ» oldu­ğu biliniyor. Bu zât Necaşi’ye gönderildi. O da mektubu alınca tah­tından inmiş, mektubu yüzüne sürerek, tevazu (ve peygambere say­gı) anlamına yere oturmuştur. Daha sonra da, şehadet getirip Hakk’ı kabul etmiş ve şöyle demişti: «Eğer gücüm yetse onun yanına gi­derdim[1][37]».

Resûlullah (s.a.v.), Dıhye bin Halife el-Kelbi’yi de Bizans İm­paratoru Herakl’a göndermişti. Dıhye, Resûlullah (s.a.v.)’in mektubunu, Basra reisine verdi. O da mektubu Herakl’a iletti. İmparator okudu. Mektubun başında «Bismillâhirrahmânirrahim» vardı. «Allah Resulü Muhammed’den Rumların büyüğü Herakl’a» diye başlıyor­du söze. Ve şöyle devam ediyordu: «Selâm hidâyete gelenlere olsun, îmdi ben seni İslâm nizamına da’vet ediyorum, (islâm’ın çağrısını sana ulaştırıyorum) müsluman olursan kurtulursun, islâm’a girer­sen Allah sana iki kat ecir verecektir; yüz çevirirsen bütün tebanın günahını da yüklenmiş olacaksın[2][38]» «Ey ehl-i Kitab, gelin aramızda müşterek olan bir prensipte birleşelim: Bu artık Allah’tan başkasına tapmamak, O’na hiçbir şeyi şerik koşmamak, Allah’ı bırakıp birbiri­mizi ilâh saymamaktan ibarettir. Buna rağmen yüz çevirirseniz, şâ-hid olun ki; biz müslümanız, öyle kalacağız[3][39]».

İbn Sa’d’ın Tabakat’ında kaydettiğine göre: Herakl mektubu okuduktan sonra, çevresindeki ileri gelen topluluğa şöyle konuştu: Ey Rumlar! Siz kurtuluş ve şahsiyete erip Meryem oğlu isa’nın tali­matına sadık kalarak mülkünüzün elinizde kalmasını ister misiniz? Rumlar ise: Ey Melik, bu ne demek oluyor? diye sordular. O da: Yâni şu Araplar içinde zuhur eden peygambere uymanızı istiyorum!..

Denir ki: Yaban eşekleri gibi homurdanarak cevab verdiler. Haç çıkararak isyan gösterisi yaptılar. Herakl bunu görünce, onlardan ümidini kestiği gibi, kendi mülk ve hayatından korktu. Onları sus­turdu ve şöyle bir rol gösterdi: Ben sizi denemek ve dinimlzdeki sa­mimiyet ve ciddiyetinizi anlamak istedim dedi. Şimdi sizin bu tak­vanızı görünce memnun oldum deyince, ona yine secde ettiler.

Yine Besûlullah (s.a/vO, Abdullah bin Hazâka es-Se\imi’yi, Kîs-râ’yı İslâm’a da’vet için yollamıştı. Onunla da, ona bir mektup gön­dermişti. Der ki, mektubu kendisine verdim. Onu okuttu ve yırtıp attı. Bu haber Resûlullah  (s.a.v.)’a ulaşınca;  «Allah onun yurdunu parçalasın» buyurdu. Kisrâ’ya gelince o, o an Yemen’de hâkim olup, kendisine bağlılığı olan Bâzan’a bir mektup yazarak, iki güçlü kişi gönderip peygamberlik iddia eden o zâtı yakalatıp bana gönder di­ye emir verdi. Bâzan da iki güçlü adam gönderdi. Ellerine bir de mektup verip Resûlullah (s.a.v.)’a gönderdi. Adamlar Medine’ye ge­lip mektubu takdim ettiler. Resûlullah (s.a.v.) bu olay karşısında gü­lümseyerek,  «-Bugün gidip dinlenin de, yarın gelin size ne düşün­düğümü bildireyim» buyurdu. Ertesi gün adamlar gelince: Siz reisinize benden şu haberi iletin: Benim Rabbim onun Rabbinin canım bu gecenin yedinci Saatinde aldı. .» îbn Sa’d der ki: Bu tarih tam, ye­dinci Hicret yılı Cemâdiye’1-Ulâ onuncu salı gecesiydi. «Allah (te-bâreke ve teâlâ), oğlu Şirûyeh’i musallat kıldı ve oğlu onu öldürdü». Onlar bu haberi Bâzan’a ulaştırınca Bâzan Yemenlilerle birlikte müslüman oldu.[4][40]

Resûlullah (s.a.v.), Haris İbn Âmir el-Ezdi’yi de, Busra Meliki ve Rumların taraflısı bulunan Şurahbil bin Amr ei-Gassârü’ye gön­dermişti. Şurahbil, elçiyi hapsetti. Sonra da öldürttü. Denir ki; Re-sûlullah’ın elçisini başka öldüren olmadı[5][41].

Yine Resûlullah (s.a.v.) daha birçok elçi ve mektuplar yolladı; Arap kabilelerine ve meliklerine. Onlardan birçoğu müslüman oldu. Bazısı inat etti… Ama aynı yıl da Resûlullah’a çeşitli kabilelerden elçiler gelmeye başlamıştı.

Çeşitli yerlerden gelen bu hey’etler, müslüman olduklarını ve Allah’ın dinine girdiklerini ilân ediyorlardı. Yine bu esnada Hâlid bin Velid ile Amr bin Âs gibi Arap ileri gelenleri de vardı.

îbn îshâk’ın Amr bin Âs’tan nakline göre, Amr şöyle der; «Ben Resûlullah’a gitmek üzere yola çıkmıştım. Hâlid bin Velid’e rastla­dım. -Bu Mekke fethinden önceydi-. O da Mekke’den ayrılıp gidi­yordu. Ben: Ey Ebâ Süleyman, nereye böyle, diye sordum. Doğrusu, ben ölünceye kadar kaydıyla müslüman olmak niyeti ile gidiyorum diye cevab verdi. Eh ben de sırf bu maksadla yola çıktım, deyince beraberce gitmeye karar verdik. Hâlid önce girdi ve müslümanlığmı bildirip kurtuldu. Sonra ben yaklaştım ve biat ettim».[6][42]

Dersler Ve İbretler

Yeni Devrenin İlkeleri: Resûlullah (s.a.v.)’m kabileler arasına gönderdiği seriyyeler ve elçiler eliyle muhtelif kabile reisleri ve dünya devletlerine gönderdiği mektuplar; Resûlullah (s.a.v.)’m hayatı boyu sürdürdüğü da’vetin bu yeni merhalesine âit özelliklerin sade­ce bir bölümünü teşkil eder. Eskisinden ayrılan yönler; Hicretle baş­layıp, Hudeybiye’ye kadar süregelen da’vet dönemi; dediğimiz gibi savunma özelliği tadıyordu. Ve islâm’a çağırmın kıyam yönünden en mühim devresidir.

Bu dönemde Resûlullah’ın baskın veya doğrudan herhangi bir kabileye savaş açma tarzında bir girişimi vaki değildir. Yine bir ka­bile üzerine bir müfreze gönderip İslâm’a da’vet ettiği; onlar da yüz çevirince savaş açtırdığı görülmemişti.

Hudeybiye olayı ile, müslüman Medinelilerle müşrik Mekkeli-ler arasında ister istemez banş olunca, müslümanların gönlü itmi­nan bulup, Kureyş’in fitne ve engelinden de halâs olunca, Resûlullah (s.a.v.} artık; tebliğ ve tatbiki için gönderildiği İslâm şeriat ve ah­kâmının yeni bir dönemine girmiş oldu. Bu merhale, ise tabii kendi­lerine tebliğ ulaşıp, bu tebliği anladığı halde, kibirlenip, imandan çe­kinen, bunu da düşmanlık ve kiniyle açığa vuranlara karşı başlatılan savaş merhalesiydi…

Bu dönem, Resûlullah’ın Rabbiıun da’vetini güç kullanarak ulaş­tırma dönemiydi. Bu dönem onun kavli ve fiili sünnetiyle bugüne kadar her asırda müslümanların ittifakıyle şer’i hüküm haline dö­nüştüğü merhale idi.

Fikir emperyalizminin aktörleri, bu dönemin mahiyetini müslü­manların gözünden kaçırmak ve gizlemek girişimindedir. tslâm Şe-riatındaki cihada yönelik her fikir ve prensibi, müdafaa harbi esa­sına bağlayıp, düşmanlığı yok sayma eğilimindeler. İşte B. M. cami­ası bu teşebbüsün başıdır. Güya ezilmişlerden düşmanlık duygula­rını silmek emelindeler. Gelecekte artık hep savunma savaşının var olacağını savunurlar. B. M. olunca da Islâmî cihada ihtiyaç kalma­dığını işlemeye çalışırlar.

Şurası apaçıktır ki; mes’eleyi saptırmak için girişilen bu hile, sırf – doğulu veya batılı – emperyalistlerin korkusu sonucudur. Ve bu korku da; yeniden müslümanların zihninde, Allah yolunda ci-had fikrinin uyanması endişesinden gelir. Bu oluverince de, ne ka­dar uzun sürerse sürsün, Avrupa medeniyetinin de yıkılıp gideceği korkusu ardından geliyor…

Zaten Avrupalının aklı İslâm ile kucaklaşmaya yatkın hale gel­miştir. Ona samimî bir çağrı ulaştırmak yetecektir. Ancak bu samimi ama dilinde hep kurban verme ve cihad terennüm eden çağ­rıyı nasıl karşılayacaktır? [7][43]

Bu Merhalenin Açılmasının Meşruiyet Hikmeti:

Şimdi sorulabilir: Müşrik veya mülhid kimselerin İslâm’a zor­lanmasının hikmeti ne olabilir? Ve yirminci asrın aklı bu uygula­mayı nasıl yorumlar? Cevabımız soru ile olabilir: Peki bir ferdin, bir devlete boyun eğerek onun nizam ve felsefesinin yükü altına girmesinin hikmeti nedir, bunca hürriyet teranelerine, eşitlik söy­levlerine rağmen? Ferd bu hakları elde ettiği halde devlet mensup­larının yöneticiler ve yönetilenler olarak ayrılması ne anlama ge­lir? însan yeryüzünde Allah’ın da’vet ve hükmünü icra etmek için yaratıldı. Yaratılışın hikmeti budur. Ve âyet-i celiledeki hilâfet sö­zünden de bu mânâ kastedilir: «Rabbin meleklere, ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dediği zaman ..»

Bu devletin felsefesi tek olan Allah’a ubûdiyyet gerçeği üzerine kurulmuştur. Ve bu nizam, hâkimiyetin sırf Allah’a mahsus olduğu­nun kavranmasıyla kaimdir. Çünkü o insanın da, ötekilerin de tek sahibidir. Yeri göğü ayakta tutan ancak O’dur.

Peki, Allah’ın kölelerinin elindeki bir devlete, emri altındakile-ri, kendi prensip hüküm ve yönetim biçimi olarak reva gördükle­rine uymaya zorlama hakkı tanınması nasıl kavranacaktır?… Üste­lik, onların hepsinin yaratıcısı da, onları kendi saltanatına boyun eğdirme veya kendi din ilkelerine yöneltmeye zorlama hakkından mahrum kalsın. Bu nasıl anlaşılacaktır?

însan, yeryüzünde Allah’ın, emir ve hükümlerini uygulamakla mükellef halifesi olduğuna göre, kendi hüküm ve saltanatına ita-ata zorlama, dinini benimsemiş insandan başkası vasıtasıyla gerçek­leşecek midir? Çünkü o kişiler: Allah’ın dinine girip O’na söz ver­miş, O’nun yolunda mal ve canını fedaya karar vermiştir. Yaratı­lışının gayesi olarak İslâm toplumunu böyle ikame edecektir.

Bu nokta kavrandıktan sonra artık yirminci asırda akılların bu­nu anlamak istemeyişi ve hazmedememesi önemsiz kalır. Çünkü bu cinsten birtakım kafaların bulunması tabiidir, islâm şuurunu sü­rekli yozlaştırmak, uyutucu, uyuşturucu görüşleri şırınga etmek iste­yen kötü niyetli, ya da karışık kafalı birtakım fikir bozguncusu in­san tipleri her ülkede bulunduğu sürece… Ve zaten onların .insan hürriyeti üzerinde, göründükleri kadar bir istek ve hassasiyetleri de mevcut olamaz… Kendilerini ve milletlerini sürekli aldatıp duran şu heriflerin nazarında hürriyetin ne önem taşıdığım kavrayabilsemL Çünkü, hep İslâm’ı ters yorar ve yalancı bir kılık kazandırırlar. Müs­lümanları da hep vadilerde deve ve koyunlarla hayat süren zavallı­lar olarak tanımak ve tanıtmak isterler. Ve böylece de, onların is­lâm’ı gerçeğiyle kavramasını önler, onları örümcek ağı içinde mah­pus, savunmasız kalsın isterler. Maksad halkları da İslâm’ı tanıma­sın ve gerçeğini anlayıp ona bağlanmasın, o dine girmesin. Ve so­nuç olarak, emperyalist terör rejimleri insanların üzerine en alçak baskı düzenlerini oturtsun.

0  halde b ze düşenin her halükârda,   İslâm   da’vetine   akıllıca en uygun ölçüde nasihat ve  tartışmayla devam olduğu hususunu gözden kaçırmamaktır. Ve bunun geçici bir iş olmadığını da bilme­liyiz. Bu da’vet problemini gerçeğiyle kavradıkça da müslümanlar, fıtrat dini, değişmez kanun olduğunu daha iyi anlayacak ve insan­lık hangi milletten olursa olsun kaybettiği değerlerini ve şahsiyetle­rini bu dinde bulacaktır. Buna karşı çıkan sadece kalbi kararmışlar kalacak. Bu da onların İslâm’a karşı içlerinde besledikleri kinin de­lili olacak.

Yine kavramak zorundasın ki; yukarıda bahsettiğimiz zorlama; sadece mulh.’d, müşrik ve mürtecilere has uygulamadır. Kitab ehline ise bilindiği gibi sadece, fslâm nizamına boyun eğmesi yeterlidir.

Şu bakımdan ki; onların Allah’a inanmış olmaları, müslüman-larla hemhal olup, onlarla birarada yaşamaları, onları gün olup uya­racak, gerçek doğrunun ne olduğunu tanıyıp, akidelerinin düzelme­sini sağlayacnktır.

Resûlullah (s.a.v.)’ın melik ve reislere gönderdiği mektupların ihtiva ettiği savısız hükümleri de şöylece toparlayalım:

1- Resûlullah  (s.a.v.)’ın vazifelendirmiş olduğu da’vet topye-kûn insanlığadır. Belli bir millete veya sınıfa değil. Zira onun risâleti tüm insanlığa göredir. Irki, milli, bölgesel bir yanı yoktur. O yüz­den Resûlullah  (s.a.v.)  bu çağrışım, o gün için yeryüzünde hâkim devlet başkanları ve beyliklerin reislerinden hiçbirini ayırmadan hep­sine yöneltmiştir. Nitekim Enes (r.a.)’in rivayetine göre o Kisrâ’ya, Kayser’e, Necaşî’ye ve her yetki sahibi emire mektup gönderip Al­lah’ın uyarısına çağırmıştır.

2- Herakl’ın ve İsâ (a.s.)’nın dini üzere olduklarını zanneden etbaınm durumu da şunu gösterse gerekı Onlar, bütün ehli kitabın da gördüğü gibi Hakk’a karşı çıkıp bâtılda direnmekteler. Aslında, tâklid ve taassublu hayâllerinde bir d’.n icad etmişler, artık tutunduk­ları şeyin bâtıl mı, hak mı olduğuna bakmıyorlar bile. Yâni onların yaptıkları, onların şahsiyet ve milli geleneklerinin din biçimindeki görüntüsüdür. Buna karşı Herakl’ın gerçek mevkii ise, başlangıçta onur verici görünse de esasta, onların inandığına inanır görünüp, saltanat ve hükmünü devam ettirmek oluyor. Bu tezgâhladığı oyun ise, bir denemedir. Ve onların nabzını yoklamaktan ibarettir. Halk ve çevresi neye razı ise ve kendi mevkiini neyle koruyacaksa önem­li olan odur. (Din tebeddül edebilir…)

3- Resûlulah (s.a.v.)’ın buradaki uygulaması, mühür kullan­manın meşruiyetini belirttiği gibi, mührün (yuzukî  gümüşten oldu­ğunu da gösteriyor. Aynı zamanda sahibinin isminin nakşedilmesinin şeriata uygunluğuna da delâlet ediyor. Buradan birçok ulema, tıpkı Resûlullah (s.a.v.)’m yaptığı gibi parmağa yüzük takmanın mu­bah olduğuna istidlal etmiş­lerdir.

4- Yine O’nun (s.a.v.) uygulaması gösteriyor ki; müslümanlar, hangi vasıta ve imkanla olursa olsun dünyanın her köşesinde İslâm da’vetini yaymak zorundadırlar. Bu sebeblerden en önemlisi de İs­lâm’a çağrılan milletlerin kendi dillerini bilerek onlara da’veti o dil ile ulaştırmak; ahkâm ve prensipleri böylece o dillere tercüme et­mektir[8][44].  Gerçekten de görüyoruz,  Resûlullah   (s.a.v.)’in bir günde çıkardığı altı elçinin herbiri gideceği ve tsîâm’ı tebliğ edeceği devlet reisinin dilini, o milletin dilini biliyordu. Yne O’nun  (s.a.v.)  ameli, az bir düşünceyle anlaşılır ki, herşeyden önce müslümanlar İslâm da’vetine âit sorumluluğu içîerindp duyup aralarında pekiştirecekle­rini ifade eder. Yâni önce islâm nizamını hayatlarında tatbik ede­rek bunda büyük bir merhale kat’ettikten, hâl ve tavırlarını iyice düzelttikten sonra, sıra ikinci ödeve gelir. Haniya, Resûlullah  (s.a. v.) bundan önce de b’rçok sahabesini bazı devlet başkanlarına elçi olarak gönderebilirdi. Ama söylediğimiz şekilde birinci vazifeyi te­câvüz etmiş olmak vardı. Yâni iyi anlamamız lâzım ki: müslümamn, bir başkasını İslâm’a çağırmasının en ilk ve esas şartı kendi nefsini tam İslâm’a uygun hâle sokmasıdır. Çünkü baştan beri arar durur, uyacağı örnek, yol ve ahlâk tarzını. Ama onun canlı örneğini gör­meyi de başta  ister. Yâni,  bugünün müslümanı  gerçekten  Islâmî şeref ve haysiyetlerini koruyup onu uygulasalar, prensip ve hüküm­lerine hakkıyla uysalar, bu hak nurunun huzmeleri cahil Afrika’yı da, Avrupa’yı da tamamen aydınlatmıştı.

Bu elçi ve mektup gönderme olayı yukarıda geçtiği üzere, yedin­ci hicret yılındaydı. Yâni fetihten önce. Bu tesbit edilen tarihde bü­tün siyer uleması da ittifak etmişler. Buhârî’nin sahîhindeki yoru­mu bunu değiştirmez. Orada Resûluüah (s.a.v.)’in mektup gönder­mesinin Tebük gazasından sonra olduğu haber verilir ki; bu hâdi­senin ancak dokuzuncu yılda olduğuna götürür akh…

Ibn Hâcer der ki: Bu iki kavlin ortalaması şöyle olabilir: Re-sûlullah (s.a.v.), Kayser’e iki kere mektup yazmış olmalı. İkincisi­nin açıklaması İmam Ahmed’in Müsned’inde geçer. Aynı şekilde Ne-caşi’ye de iki mektup yazmış olabiLr. Birincisi müslüman olmuş ve öldüğünde de gıyabi cenaze namazım Resûlullah (s.a.v.) kılmıştı. İkinci Necâşî ise kâfirdi. [9][45]

[1][37] İbn Sa’d’ın Tabakafmda özetlendi: c. 2, s. 23.

[2][38] Metinde «Erisin» geçiyor. İbn Hâcer bunun Feüâh: Çiftçi anlamına geldiğini ve tebaaya İşaret ettiğini söylüyor.

[3][39] Buhâri ve Müslim’e göre müttefekun aleyhdlr.

[4][40] Resûlullah’ın bu şekildeki mektubuna dair tafsilâtlı nakil, İbn Sa’d’ın Taba-kat’ındadır. Nitekim Buhârî de bunu özet olarak verir. Bu rivayette, Resû­lullah’a mektubun yırtılma haberi ulaşınca, onun paramparça olması için bedduada bulundu. Üstad Şeyh Nasır da. Mısırlı Gazâlî’nin «Fıkhu’s-Siyre» kitabına yazdığı dipnotlarda bu hususu tbn îshâk’a isnad ediyor. Bizim nak­lettiğimize ilâveten. Ama ben bunu Tabakat’ta görmedim. Buna göre Resû­lullah o elçilerin byıklarım uzun, sakallarını ise kazınık görünce: «Yazık siz­lere, ne bu hâliniz?» buyurdu. Onlar da Rabbimlz böyle emreder, dediler. Yâ­ni Klsrâ’yı kasdediyorlardı. Halbuki bu ziyade tbn Cerir’dedir. Galiba bir ufak yanlışlık var. (Müellif)

[5][41] Bu Vâkıdî’nin Amr bin Hakim’den nakli, tbn Hâcer der ki; İbn Şahin de M. Yezid tarikından aynı şeyi zikretti.

[6][42] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 357-359.

[7][43] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 359-361.

[8][44] Ancak; mektublara konan âyet-i kaimeler aslî metin ve dilinde İdi. Bu da; Kur’ân’ın tercümesi konusunda bu  fıkır verir. (Mütercimler)

[9][45] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 361-364.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.