sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

KELİMELER VE KAVRAMLAR (101) TASAVVUF

KELİMELER VE KAVRAMLAR (101) TASAVVUF
A+
A-

TASAVVUF

Tasavvuf kelimesi, işaret ve mana ehline göre safa ve vefa kelimelerinin birleşmesinden türemiştir. Safa; beden ve ruh temizliğidir, özlük ve seçkinlik demektir. Vefa; sözünü tutmak, güvenilir olmak sevgiyi ve dostluğu tüm zaman ve zeminlere ebedi kılmaktır.

O halde tasavvuf, özü sözü bir temiz ve ruhen seçkin kulların yaradana duydukları sarsılmaz bağlılık ve sevgidir. Bu sevgi, yansımasını yaratılanda da bulacaktır. Tasavvuf, bir yerde seven sevdirten hoş gören ve zulme uğrayanı koruyan, zalime de başkaldırandır. Zira mutasavvıf  Rab Teala’ya bağlıdır. O’na sözü vardır. Zalim ise insanları ezerek Allah’ın emirlerine karşı gelmektedir. O halde mutasavvıfla zalim arasında tam bir karşıtlık olmalıdır. Safa ve vefa; zulüm ve cefanın karşıtıdır çünkü.[1]

Ehl-i sünnet uleması tasavvufu; şeri hududları muhafaza ederek Allahu Teala’yı zikirdemüdavim olmak ve rıza makamına ulaşmak olarak kabul ve tavsiye etmiştir.
Rasul-i Ekrem (sav)’in; “Muhakkak ki ben muallim olarak gönderildim”.[2] Buyurmasındaki hikmeti iyi tefekkür etmeliyiz. Sırat-ı müstakim üzerinde olmak dünyevi-uhrevi saadetlere ulaşmak, ancak Rasul-i Ekrem (sav)’i taklit etmekle olur. Kur’an-ı Kerim’de; “Bir de peygamber size ne verdiyse (her ne emir verirse) onu tutun, nehyettiğinden de sakının”(Haşr/7) buyurmuştur.[3]

Kuruluş döneminde tasavvufun temel niteliği maddî değerlerden yüz çevirerek katıksız bir dinî hayatı gerçekleştirme çabası, diğer bir deyişle zühdtür. Hz. Muhammed ve ashabının temsil ettiği saf dindarlık anlayışı ve ahlaki sorumluluk bilinci, İslam’ın ilk yüzyılı içinde gelişen zühd hareketinin özünü oluşturdu. Emeviler döneminde yöneticilerin dünyasal amaçları öne çıkaran tutumlarının hazırladığı lüks ve zevk ortamına duydukları tepki, ilk zahidleri, Haricîlerin yol açtığı anarşinin de etkisiyle toplumdan uzaklaşarak (uzlet) bireysel bir dinî hayata yöneltti. Bu hayat biçimi zamanla tevekkül (her durumda Allah’a güvenme, dayanma), riyazet ve mücahede (nefsin arındırılmasına yönelik çilecilik ve sıkı bir ibadet), sabır (belaları gönül hoşnutluğu ile kabullenme, sızlanmadan katlanma), haşyetullah (Allah korkusu), aşk (Allah’a duyulan sınırsız sevgi), vera (günahlardan ve günah kuşkusu taşıyan şeylerden uzaklaşma), hüzün (geçmişte yapılan iş ve davranışlardan dolayı duyulan endişe) gibi öğelerle beslenerek zenginleştirildi.

Zühd döneminin mutasavvıflarına zahid deniliyordu. Bununla birlikte abid (kulluk eden), nasik (boyun eğen, ibadet eden), kurra (okuyan, kendini ibadete veren), bekkâun (Allah aşkıyla ağlayanlar), haifun (Allah’tan korkanlar) gibi adlarla da anılırlar. Sonraki dönemde gelecek olan mutasavvıfların öncüleri olan zahidlerin başlıca temsilcileri şunlardı: Veysel Karanî (ö. 37/657), Hasan Basrî (ö.110/728), İbrahim bin Edhem (ö. 161/777), Fudayl bin İyaz (ö. 187/802), Davut Taî (ö. 165/781), Şakik Belhî (ö. 164/7803, Cafer Sadık (ö. 148/769), Süfyan Sevrî (ö. 161/777), Abdullah bin Mübarek (ö. 181/797) ve Rabiatu’l-Adeviye (ö. 185/801).

Hicri III. (M. IX.) yüzyıldan başlayarak tasavvuf sistemleşme sürecine girdi. Ne ki bu sistemleşme, zühd dönemine oranla büyük bir farklılaşmayı da beraberinde getirdi. Bir yandan tasavvufun ilke, kural ve yöntemleri belirlenirken, diğer yandan da Hristiyan, Yahudi, eski Yunan, Hind ve İran geleneklerinin, inançlarının etkilerini taşıyan kurumlar geliştirildi. Allah’a doğru yapılan ruhsal bir yolculuk biçiminde tanımlanan tasavvufi yaşantının durakları (makam), ilahî durumlar (haller) tesbit edildi, nihayet fena (beşeri niteliklerin ilahî niteliklere dönüşmesi kuramına ulaşıldı. Bunu, peygamberlik anlayışına yakın bir velilik anlayışı, Hatemü’l-Enbiya’ya (peygamberlerin sonuncusu) karşılık Hatemü’l-Evliya (velilerin sonuncusu) düşüncesi ve inancı izledi. Sistemleşen tasavvuf anlayışına göre peygamberler Allah’tan ancak bir melek aracılığı ile bilgi alabilirken veliler doğrudan, aracısız olarak bilgi (ilham) alıyordu. Gerçek bilim (marifet), Allah’tan doğrudan alınan bilgiden oluşandı. Evren varlığını ve işleyişini bir veliler yönetimine (ricalu’lgayb) borçluydu. Allah, bütün isim ve sıfatlarıyla velide (insan-ı kamil) tecelli ediyor, onun ağzından konuşuyordu (şatahat).

Tasavvufun kazandığı yeni biçim İslam hukukçuları tarafından şiddetli bir eleştiriye tabi tutuldu. Kimi mutasavvıflar zındıklıkla suçlanarak sürüldü, hapsedildi, kimileri de öldürüldü. Buna karşılık yeni tasavvuf anlayışı gelişimini sürdürerek tümüyle felsefi bir niteliğe büründü. Muhyiddin İbn Arabî (ö. 637/1239) ile birlikte varlığın birliği (vahdet-i vücud) öğretisi üzerine kurulan felsefi bir sistem durumuna geldi.[4]

Birçok kavram gibi tasavvufta içi yanlış doldurulan bir kavramdır. Allah’a şirk koşanlar kesinlikle mutasavvıf olamazlar, tasavvufla bir bağları yoktur. Tasavvuf, Allah’ın yetkilerini başkasına vermeyenlerin yaşayabileceği bir kavramdır. Yoksa Allah’tan başkasından yardım isteyenlerin, Allah’tan başkasına kulluk edenlerin mutasavvıf olduklarını ileri sürmeleri zavallı duruma düşmelerinden başka bir şey değildir. Tasavvufun aslına bakıldığında bu bizi sahabeye ve onlara tabi olanlara götürecektir. Uçtu, kaçtı, okudu, üfledi ile tasavvuf karıştırılırsa sadece tasaavuftan değil İslam’dan da uzaklaşılmış olunur.

[1] Ebu Nuaym – Hilyetu’l Evliya c. Sh 66-67 Şule Yay. 2002 İst

[2] İbn Mace el-Kazvini, Sünen-i İbn Mace İst 1401 Çağrı yay. C1 sh,83 hd.no:224

[3] Y.Kerimoğlu – Kelimeler – Kavramlar/Tasavvuf

[4] Şamil İA

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.