sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

KELİMELER VE KAVRAMLAR (107) VAHDET

KELİMELER VE KAVRAMLAR (107) VAHDET
A+
A-

VAHDET

Vahdet kelimesi, eşsizlik, yalnızlık, tek anlamına gelir. Vahid sözcüğünün gerçek anlamı kesinlikle parçalanma ve bölünme kabul etmeyen şeydir. Bu sözcüğü altı değişik şekilde kullanılabilen müşterek çok anlamlı bir kelimedir.

Birinci anlamı; Cins veya türde bir olanlar. İnsan ve at aynı cinstendir. Zeyd ve Amr aynı türden denmesi gibi.

İkinci anlamı; Bağlılık bitişiklik ve bütünlük açısından bir olanlar. Bu, birlik yaratılış açısından olabilir. Bir tek adam sözü gibi. Bir tek meslek denmesi gibi.

Üçüncü anlamı; Eşi benzeri dengi olmadığından bir olanlar. Bu da yaratılış açısından eşsizdir. Söz gelimi; güneş bir tanedir sözü gibi ya da üstünlük iddiasında eşi ve benzeri olmaz. Mesela, falan zamanın tek adamıdır.

Dördüncü anlamı; Bölünme kabul etmediğinden bir olanlar. Bu da ya hava çok küçük olduğundan ya da elmas çok sert olduğundan bölünemeyen şeylerdir.

Beşinci anlamı; Başta bulunduğundan bir olanlar. Bu da sayıların başında bulunur. Söz gelimi, bir, iki,.., denmesi gibi ya da çizginin başlangıcında bulunduğunda bir olur. Mesela birinci nokta denmesi gibi.

Altıncı anlamı; Bunların hepsi birlik görelidir. Yüce Allah için kullanılan vahid sözcüğü ise herhangi bir bölünme ve çoğalma kabul etmeyen varlık demektir. Bu birliğin zorluğundan dolayı Yüce Allah;

“Böyleyken Allah bir olarak anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalbi öfkeyle kabarır. Oysa O’ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar.” (Zümer/45) buyurur.[1]

“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar.” (Âli-İmran/103)

Allah yolunda hakkıyla, gücünün yettiği kadar gayret etmek ve bu konuda hiç kimsenin kınamasından korkmamak, hatta anası, babası veya kendi aleyhinde bile olsa Allah için adalet ve doğruluktan ayrılmamaktır ki; bu hak, vücub (lüzumlu, gerekli) ve sabit olmak mânâsınadır. Ve bu şekilde âyeti, bunun açıklamasıdır. Allah’tan hakkıyla korkmak ve her halde müslüman olarak ölebilmek için de her şeyden önce Allah’ın ipine toptan yapışarak tevhid üzere toplanmak ve ayrılıklardan çekinmek lazımdır. Anlaşılıyor ki, haccın farz oluşu, bu toplanmanın hem sebeplerinden, hem de maksatlarından birini teşkil eder. Şu halde önce kalplerin birleşmesi, ikinci olarak fiillerin birleşmesi hak dinin esaslarının en büyüklerindendir. “Ben, kendi başıma, yalnızca dinimi, imanımı koruyabilirim.” demek tehlikelidir. Kendi başına kalmak isteyen fertlerin, iman ve İslâm üzere hüsn-i hatime (iyi sonuç) ile ahirete gidebilmesi şüpheli olur. Ferd zorlama ve baskı altında her şeyini kaybedebilir. Çünkü “Allah’ın kudreti toplumla beraberdir.” Ve dinin dünyada en büyük feyzi de bu toplumun kuruluşundadır. Bunun içindir ki, toplumlarını yitiren veya perişan edenler muhakkak perişan olurlar. Fiilî sebepler karşısında ilmî deliller, çoğunlukla hükümlerini yerine getiremezler. Nitekim Hz. İsa bile “Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?” (Âl-i İmran, 3/52) dedi. Her mümin, Hakk’ın bir izafî tecellisine ulaşmıştır. Hakk tecellî ise bütün bağların toplanmasıyla hakk tevhidin ortayaçıkmasındadır. Şu halde bütün iman ehli, tek kelime üzerinde fiillerini birleştirmedikçe ittikâ (layıkıyla Allah’tan korkma)ya eremez, Allah’a kavuşamazlar.

Hablullah (Allah’ın ipi), Allah Teâlâ’ya kavuşma sebebi olan delil ve vasıta demektir ki, Kur’ân, Allah’ın emrini yerine getirme ve cemaat, ihlas, İslâm, Allah’a söz verme, Allah’ın emri diye rivayetlerle tefsir edilmiştir ve hepsi birbirine yakındır. Bu âyetin cemaat ve ictimaiyyet (toplum bilim, sosyoloji) ile emir olduğunda kuşku yoktur. Bununla beraber burada cemaat, hablullah (Allah ipin)ın aynı değil, ona yapışmanın ürünüdür. Ebu Said el-Hudrî hazretlerinden rivayet edildiği üzere Allah Resûlü şöyle buyurmuştur: “Gökten yeryüzüne indirilmiş olan hablullah (Allah’ın ipi), Allah’ın kitabıdır.” Korkunç bir yolun kenarına çekilmiş olan bir ip veya bir kuyuya düşmüş olanları çıkarmak için uzatılmış bir ip ve ona gereğince iyice tutunmuş bir toplum düşününüz. İşte bu tasavvurdan meydana gelen hey’et-i ictimaiyye (sosyal kurul) Kur’ân etrafında devamlı yükselen bir İslâm cemaatinin misalini teşkil edecektir.[2]

Muhammed ibn Cerir et-Taberi, Allahu Teâlâ’nın ipinden maksat; İslam Cemaati’dir diyerek müthiş bir açıdan bakmıştır.

Ebu Âliye ve ibn-i Zeyde göre ise burada zikredilen “Allahın ipi”nden maksat, Allahı samimi bir şekilde birlemektir.

Âyet-i kerimede, Müminlere, ayrılığa düşmemeleri emredilmektedir. Bu hususta Katade şöyle demiştir: “Allah, sizlerin ayrılığa düşmenizi çirkin görmüş, sizi ondan sakındırmış ve size onu yasaklamıştır. Buna mukabil Allah sizin dinleyip itaat etmenizi, birbirinizle kaynaşmanızı ve bir cemaat olmanızı istemektedir. Sizler de gücünüz yettiği kadar kendiniz için, Allahın razı olduğu durumu seçin. Kuvvet ancak Allah’a aittir.

Enes b. Mâlik te Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Şüphesiz ki İsraioğulları yetmiş bir fırkaya ayrılmışlardır. Ümmetim ise yetmiş iki fırkaya ayrılacaktır. Onların hepsi cehennem ateşinde olacak sadece bir fırkası olmayacaktır. O da cemaat halinde olan fırkadır.[3]

“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.”  (Enfal/46)

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Müslümanları bir taraftan birliğe çağırırken, diğer taraftan da ayrılanları, nifak ve ihtilâf çıkaranları lânetlemektedir. Bu mevzuda da pek çok rivâyet gelmiştir.  Birkaç tanesini  daha kaydedeceğiz:

“Benden sonra bir takım şerler,  fesadlar ortaya çıkacak. Bu zamanda, her kimin cemaatten ayrıldığını veya -birlik halinde olan- ümmet-i Muhammed’in birliğini bozmayı arzu ettiğini görecek olursanız, kim olursa olsun  onu öldürün. Zîra Allah’ın eli (hıfzı, yardımı) (birlik içinde olan) cemaatle beraberdir, zîra şeytan, cemaatten ayrılanla beraberdir.”

Müslim’in bir rivâyetinde aynı mâna şu şekilde tekrar edilir: “Siz bir lider etrafında birlik haline iken, kim size gelerek birliğinizi bozmak, cemaatinizi dağıtmak isterse, onu mutlaka öldürün.”

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu hadiste cemaatte ısrar edişinin, Müslümanlar için cemaatin lüzumunun iki mühim sebebini de açıklar: “Allah ümmetimi veya Muhammed ümmetini dalâlet üzere birleştirmeyecektir ve Allah’ın eli (himayesi, yardımı, zaferi vs.) cemaat üzerindedir. Kim ayrılırsa, gideceği yer ateştir.”[4]

Cemaat ve tebliğ çalışmalarında usul

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.” (Nahl 125)

Bu emir, İslâm’ın tebliği ile ilgilenenler için çok önemlidir. Onlar şu iki şeyi de gözönünde bulundurmalıdırlar: “Hikmet” ve “güzel öğüt” Hikmet; kişinin tebliği sırasında dikkatli ve basiretli olması, bunu körükörüne yapmamasıdır. Hikmet, hitabedilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarının gözönünde bulundurulmasını ve Mesaj’ın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir. Bundan başka aynı metod herkese veya her gruba uygulanmamalı, aksine önce muhatabın hastalığı teşhis edilmeli, ona göre zihin ve kalbi uyarılarak tedavi edilmelidir. “Güzel öğüt” iki noktayı vurgulamak ister:

1) Kişi muhatabını sadece mantıki ikna metodlarıyla değil aynı zamanda duygularını cezbederek de inandırmaya çalışmalıdır. Aynı şekilde kişi sadece sapıklık ve kötülüklerin yasak olduğu konusu üzerinde durmamalı, aynı zamanda insan doğasında varolan kötülük aleyhtarı tutumu, karşısındaki insanda da uyandırmaya çalışmalıdır. Bu kötülüklerin sonuçlarıyla da muhatabını uyarmalıdır. Bunun yanısıra kişi karşısındakine hidayetin ve iyi amellerin mükemmel ve doğru olduğunu mantıken kabul ettirmeye çalışmakla kalmayıp aynı zamanda onu sevdirmeye de çalışmalıdır.

2) Öğüt, karşıdakinin mutluluğu ve refahını düşündüğünü gösterir bir tarzda olmalıdır. Öğüt verenin karşısındakini küçük gördüğünü veya kendi üstünlüğü ile övündüğünü gösterecek hiç bir davranışı olmamalıdır. Aksine karşıdaki kimse, öğüt verenin kendisini düzeltmeye ve mutluluğa ulaştırmaya çabaladığını hissetmelidir.

“En güzel şekilde mücadele et” emri, kişinin tatlı bir dile sahip olması, soylu bir davranış göstermesi, akli ve cezbedici fikirler öne sürmesi ve polemik, tartışma ve karşıtlıklar içine düşmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Başkalarıyla en güzel şekilde mücadele eden kimse, suçlamalara, çarpık fikir ve iğneli sözlere yönelmez; karşısındakini matetmek ve tartışmada kendi üstünlüğünün alkışlanması için onunla alay da etmez. Çünkü bu tür davranışlar inatçılık ve dikbaşlılığa neden olur. Bunun tam tersine öğüt veren kişi karşısındakini alçak gönüllü ve basit bir şekilde ikna etmeye çalışır ve karşısındakinin çarpık fikir ve kısır döngülere girdiğini gördüğü zaman onun daha çok sapıtmaması için tartışmayı bırakır.[5]

İhtilafların çözüm şekli

İnsanların asırlar boyu karşılaştığı meselelerden birisi toplum içinde ortaya çıkan ihtilaflardır. Asıl mesele ihtilafların ortaya çıkması değildir asıl mesele bu ihtilafların çözüm kaynağının ne olacağıdır. İşte Kur’an ‘ı Kerim’ in iniş sebebi aralarda çıkan problemleri Allah cc istediği şekilde çözümlenmesidir.

“Hayır, öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı bulmaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.” (Nisa 65)

“Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (Saf 4)

“Allah dinden Nuh’a tavsiye buyurduğu şeyi sizin için de bir kanun yaptı ve (Ey Muhammed!) sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye buyurduğumuzu da şeriat kıldı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Fakat senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.” (Şura 13)

Hak Teâlâ, dini ayakta tutmayı ki o, her zaman ve millette o zamanın şeriatidir onun üzerinde bir araya gelmemizi ve onda ayrılık çıkarmamızı emreyledi. Çünkü “Allah’ın eli cemaatle beraberdir.” Kurt da sürüden ayrılan koyunu yer ki o da topluluğun bulunduğu yerden kaçıp uzaklaşarak yalnız kalandır. Bunun hikmeti şudur: Allah Teâlâ’nın mabud bir ilâh olarak düşünülmesi ancak esma-i hüsnası sebebiyledir. Bu esma-i hüsnadan uzak olması sebebiyle değildir. Onun için “esmâ”nın çokluğu ile birlikte zatını birleştirmek lazımdır. O, bunların tümü ile ilâhtır. Bundan dolayı “Yedullah” yani kuvvet, cemaat iledir. Hâkimlerden (bilge kişilerden) birisi vefat ederken evladına vasiyyet etti. Onlar bir topluluk idiler, “Bana bir kucak değnek getirin.” dedi. Getirdiler, tuttu onları toplayıp bir deste yaptı, “Bunu böyle toplu olarak kırın.” dedi, kıramadılar. Sonra dağıttı “Birer birer kırın.” dedi kırdılar, “İşte dedi, siz de benden sonra böylesiniz, toplu olduğunuz sürece mağlup olmaz yenilmezsiniz. Ayrıldınız mı düşmanınız fırsat bulur sizi mahveder.” İşte dini tutacak olanlar da böyledir. Dini ayakta tutma hususunda bir araya gelip de dağılmadıkları takdirde düşman onlara kahredemez. İnsan kendi nefsinde de böyledir. Nefsinde kendini toplayıp da Allah’ın dinini yerine getirmeye azmettiği zaman, ne insanlardan ne cinlerden bir şeytan, vereceği vesvese ile onu imanın ve meleğin yardımı karşısında yenemez.”[6]

Ama ne yazıkki Kur’an’ın bütün bu uyarılarına Peygamberimizin (sav) bütün tenbihlerine rağmen ümmeti Muhammed Hz. Osman’ın halifeliğinden sonra fırkalaşmaya başladı. Bu tefrika tarih boyunca devam etti ve bugünde fazla değişen bir şey yoktur. Şunu da hatırlamakta fayda vardır ki: Ameli konularda ortaya çıkan mezhepler birer fıkıh ekolüdür ve İslami hükümleri yorumlama ve anlama ve İslam hukukunu tespiti çalışmasıdır. Kendilerine mezhep nispet edilen hiçbir alim ben mezhep kuruyorum diyerek ortaya çıkmamıştır. Onların içtihatları ve fetvaları sonradan toplanmış, uygulanmış, benimsenmiş ve bu görüşler onlara nispet edilmiştir. Böylece günümüz mezhepleri ortaya çıkmıştır. Bunula beranber dinde tefrikaya düşmek birtek fırkayı fırkalara dönüştürür. İnsanların bu noktaya düşmelerinin sebebi ise hevalarına uymalarıdır. Seyyid KUTUB (Rah) dediği gibi ; “Bana vahdet diyorlar ben ise vahdet’ten önce Tevhid diyorum” buradanda asılda anlaşılacağı gibi tefrikanın gün yüzüne çıkmaması için tefrikanın iyi anlaşılması gerekir. Tefrika batıla şahitliktir. Tevhid tefrikayı değil vahdet’i getirir. Günümüzdeki çağdaş firavunlar hedeflerini gerçekleştirmek için insanlığı egemen oldukları yerlerde fırkalara ayırmak isterler. Fırkacılık tüm beşeri düşüncelerin sermayesidir.

[1] Ragıp el-İsfehani – V-h-d (el-Müfredat)

[2] Elmalılı H. Yazır – Hak Dini Kur’an Dili /Ali – İmran/103

[3] Taberi Tefsiri – Ali-İmran/103

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/442.

[5] Tefhimu’l Kur’an Mevdudi ( Nahl 125)

[6] Elmalılı H.Yazır. (Şura 13)

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.