KELİMELER VE KAVRAMLAR (115) ZÜHD
ZÜHD
Zühd sözlük anlamı olarak, “Bir şeye ilgi duymamak, az bir şeye razı olmak” demektir. Kavram olarak ise zühd; “dünyaya, maddi şeylere ve çıkarlara rağbet etmemek, çıkarcı, ihtiraslı vebencil olmamak, kanaatar olmak” anlamlarında kullanılır. Kısaca ‘zühd’, nefsin arzu ve isteklerini denetim altına almak, manevi değerleri maddi değerlerden üstün tutmak, başkasını kendisine tercih etmek ve imkanolduğu halde nefsi terbiye etmek amacıyla helal olan şeylerden bile vazgeçebilmek demektir.[1]
İsteksizlik, rağbetsizlik, aza kanaat. Terim olarak, dünyaya ve maddî menfaate değer vermemek, çıkarcı, menfaatperest ve bencil olmamak, kalpte dünya ve çıkar kaygısı taşımamak, kanaatkâr olmak demektir. “Elde olan dünyalığa sevinmemek ve elden çıkana üzülmemek, elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmamasıdır” şeklinde de tarif edilir.[2]
Zühd sahibi olanlara; zahid denilir. Zühd, dünyayı tamamen terk edip çalışmayı bırakmak, dünya nimetlerine sırt çevirip, kuru ekmek yiyerek aba giymek değil, lezzet verici şeyleri azaltmak, onlara dalmamaktır. Başka bir ifadeyle: Ahireti unutup, dünyaya esir olmamaktır.[3]
Aslında zühd bir açıdan takvaya benzer. Takva anlayışı mümini dikkatli ve şuurlu olmaya sevk eder. Takva, dünyalıklara, eğlencelere, zenginliklere ve nefsin isteklerine aldanıp da Allah’a karşı gelmekten, ibadetleri ihmal etmekten korur. Demek oluyor ki zühd, takva yolunu açan, kişinin isteklerini kontrol altına almasını sağlayan bir ahlahtır.
Bilindiği gibi, insanı hataya sürükleyen ve kulluk görevini aksatan iki önemli etken vardır. Birisi ihtiras: Dünyalıklara aşırı istek, diğeri de şehvet. Kısacası sınır tanımayan istekler ve emeller. Zühd ahlakı işte bu ihtiras ve şehevi arzuları sınırlayan, mü’mini kulluğa sevk eden ve onu takvaya hazırlayan bir anlayış ve davranıştır. Bu anlayışta olanlara “zahid” denir. Bu anlayışı kendisine düstur edinenler, Allah’ın koyduğu tüm yasaklardan kendilerini korumaya çalışırlar. Onlar, dünyalıkları, maddi çıkarları elde etmek için haram yollara girmekten ve Allah’a karşı görevlerini aksatmaktan korkarlar. İşte zühd bu titizlik ve dikkattir.
Zühd, maddi bir darlık sebebiyle dünya nimetlerinden zorunlu olarak uzaklaşma değildir. Zühd, hele hele dünya geçimliklerinden yüz çevirerek ruhbanlık yapmak, bir köşeye çekilip, fakir bir halde, bir hırka birkaç lokma ekmeğe razı olmak demek değildir. Zühd, lüks ve savurganlıktan kaçınıp, sahip olduğu maddi ve manevi değerleri Allah yolunda, Allah rızası için kullanmaktır. Mesela, altın yüzük almaya kudreti varken altın yüzük takmayıp gümüş yüzük takmaktır. Lüks otomobiller almaya imkanı varken normal bir otomobille idare edip artı parasıyla Allah yolunda hizmet etmektir. Bunun aksi olan, tasavvuf-tarikat kültürünün temel direği sayılan zühd anlayışı, (miskinlik) Müslümanlar arasına İslam dışı dinlerden sonradan sirayet etmiştir. Peygamber efendimizin hayatı tümüyle takva ve zühd hayatıdır. O, bir peygamber ve devlet başkanı olduğu, çok mala sahip olma imkanı olduğu halde bunlara itibar etmemiş, geçimini kendı sağlamış, kimseye el açmamış, başkasına yük olmamıştır. Geçimini sağlayacak kadar çalışmış, yetecek kadar dünya malına sahip olmuş, hiç bir şekilde dünyalıklar peşinde koşturmamış maddeye sahip olmayı hayatının öncelikli hedefi yapmamıştır.
Zühd, Sahabe-i Kiram’ın da genel ahlakıydı. Zühd, ihtiras ve şehevi arzuları sınırlayan, mü’mini kulluğa sevk eden ve onu takvaya hazırlayan bir anlayıştır. Ahiretten çok dünyaya meyletmek ve bağlanmaktır. Ahrette rağbet eden dünyaya karşı soğuk olur. Zühd, ihtiraslı, tamahkar, menfaat¬perst ve ınaddeci olmamaktır. Hz. Peygamber (sav), zühdün; helallara haram kılmak veya malı telef etmek değil, elde olana güvenmemek olduğunu bildirmiştir.[4]
Allah (c.c) kullarının yararlanması için çeşit çeşit nimetler yaratmış, dünyayı güzellik ve lezzetlerle donatmıştır. Bunlardan yararlanmak her¬kes için olduğu gibi müslüman için de tabii bir haktır. Ancak, müslümanın dikkat etmesi gereken husus, dünya nimetleri ve zevklerinden istifade etmek için, meşru olmayan yollara sapmamak, israf etmemek ve haram¬lara dalmamaktır, Müslüman meşru sınırlar içerisinde dünya nimet¬lerinden istifade ederken ahireti hiç bir zaman unutmamalı, asıl zevk ve nimetlerin orada olduğunu bilmelidir. Zühd, fuzüli ve lüzumsuz olanı, zararı olmayan her şeyi, helal ve mubahın da ihtiyaçtan fazlasını terk etmektir. Zühdün üç derecesi vardır:
- İçinde dünya sevgisi olduğu halde onu terk etmek
- Ahirete nazaran dünyanın ehemmiyetsiz olduğunu görüp onu terk etmek,
- Zühdüne karşı da zahid olmak. Yani, zühdünü gözünde büyütmemek Zühd; kalbi saf yapmak, kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak demektir.
Zühd; ahirete tutunarak dünyaya ve dünyevileşmeye tavır koymaktır. Başkasının günahlarından bahsetmek sizin kendi günahlarınızdan bah-setmekten size daha zevkli geliyorsa, biliniz ki; siz ahlakı da, zühdü de, takvayı da kaybetmişsiniz deınektir!
Zühd, rağbet etmeınek, meyletmeınek, yüz çevirmek ve terk etmek manalarına gelir. Bir şeyi terk etmek ve yüz çevirmek, o şeyi küçümse-mekten, değer verınemekten veya azlığından dolayıdır. Dolayısıyla zühd; Geçici emelleri azaltmak ve haris olmaktan kurtulmak, dünyayı küçük ve fani görüp nimetlerini kalpten çıkarmak ve dünya rahatını, ahiret için terk etmektir. . Zühd hayatını kendilerine düstür edinenlere de “zahid” denilmiştir.
Bir kimsenin zahid olabilmesi için, belli bir seviyede dünyevi imkan-lara sahip olmakla birlikte onlara rağbet etmemesi gerekir. Nitekim Malik bin Dinar, kendini kasdederek şöyle demiştir; “İnsanlar, Malik bin Dinar’m zahid olduğunu söylerler, ancak asıl zahid, Ömer bin Abdülaziz’dir.Zira o, boyun eğip ayağına geldiği halde dünyaya asla rağbet etmemiştir.”[5] Diğer taraftan, nefiste arzu ve istek duyulmayan her¬hangi bir şeyden ictinab etmek zühd sayılamaz. Mesela, kıymet ve¬rilmeyen şeyleri değil de, altın ve gümüş gibi rağbet edilen şeyleri terk edene zahid denilir.
Zühd; kalp tasfiyesinin ve nefs tezkiyesinin .ilim ve tatbikatından ibarettir. Şunu bilelim ki; mekarim-i. ahlakın amacı; Peygamberimizin şahsında tecessüm eden üsve-i hasene örneğine uygun “insan-ı kamil” yetiştirmektir.” Kur’an’ın mübelliği ve ümmetin üsve-i hasenesi olan Hz, Muhammed (s.a.v.), bütün ömrü boyunca zahidane bir hayat yaşadı. Yünlü, pamuklu, yamalı, yamasız, giysiler giydi. Ne varsa onu yedi. İbn Abbas’ın rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) peşpeşe birkaç gece aç sabahlar, hane halkı da çoğu zaman akşamları yiyecek bir şey bulamazdı. Zaten ekmekleri arpa ekmeğiydi. Hasır ya da kilim üzerinde uyurdu. üzerinde uyuduğu yatağı, kimi zaman, içi hurma lifleriyle dolu bir deri parçasından ibaretti. Hz. Aişe (r.anha) anlatıyor: Ensardan bir kadın yanıma gelmişti. Rasülüllah (s.a.v.)’ın yatağının katlanmış bir şilte-den olduğunu görünce, doğru çıkıp evine gitti ve içi yün doldurulmuş bir yatak alıp getirdi. Rasülüllah (s.a. v.) (eve) geldiği vakit “Bu nedir?” diye sordu. Ben de “Ensardan falanca kadın gelmişti. Senin yatağını gördü ve bunun üzerine bunu gönderdi” dedim.Rasulullah (sav) bana “O yatağı geri yolla” dedi. Ben ise yollamadım, çünkü böyle bir yatağın evimde bulunması hoşuma gidiyordu. Rasulullah (sav) ısrarla bana, üç sefer onu geri vermemi istedi ve “Ey aişe Allah’a yemin ederim ki, şayet isteseydim Allah, altın ve gümüşten dağları benimle yürütürdü.” buyurdu. Bunun üzerine ben de yatağı geri gönderdim.[6] Peygamber Efendimiz zengin fakir herkesle görüşür, el sıkışırdı. Kendi hayvanını sağar, merkebe binerdi. Aylarca hanesinde ocağın yanmadığı, sofrasında sıcak bir yemeğin bulunmadığı olurdu. Hz. Peygamberin zahidane yaşantısı yokluktan değil, kendi iradesinin tezahürüydü. Zira o, “Ben melik peygamber veya kul peygamber olma hususunda muhayyer bıra-kıldım. Cebrail bana tevazu göstermemi işaret etti. Ben de kul pey-gamber olayım, bir gün doyar, bir gün aç kalırım.”, dedim.” demektedir.[7] Nitekim Arabistan yarımadasının tamamına yakın kısmının tek hakimi haline geldiği, gücünün zirvesine ulaştığı, devlet hazinesinin dolup taştığı zamanlarda bile, onun yaşantısında bir değişiklik olmadı, asla mal biriktirmedi, sade yaşantısından vazgeçmedi, eline ganimet ya da başka süretle geçen malları, hemen sahiplerine ve fukaraya dağıtmaya büyük bir özen gösterdi. Ashabını, özellikle suffe ashabını, bu anlayışla yetiştirdi. Davetin ilk yıllarında, amcası aracılığı ile müşriklerin, davasından vazgeçmesi şartıyla; “İsterse onu başımıza kral yapalım, mal istiyorsa en zenginimiz o olsun.” şeklinde yaptıkları teklifi geri çevirdi.[8] Onun bu hayatına dayanamayıp düzelen ekonomik durumdan yararlanarak, kendisinden dünyalık ve ziynet eşyası talebinde bulunan hanımlarını, ya dünyayı ya da Allah ve Rasülünü seçmeleri konusunda serbest bıraktı,
onların bu tutumlarından rahatsızlık duydu ve yirıni dokuz gün süreyle onları boykot etti (i’Ia). Hz. Peygamberin eşleri, Allah’ı ve Rasülü’rıü tercih ederek, dünyalık talebinden vazgeçtiler, onun sade hayatını benimsediler. Allahü Teala buyuruyor: “Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı, Peygamberini ve Ahiret yurdunu diliyorsanız, bilin ki, Allah içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükafat hazırlamıştır.(Ahzab/28-29)
Dünya ve dünya nimetlerine karşı herkesin kendisi gibi davranarnayacağını da düşünmekteydi. Bu noktada, “Şu dünya caziptir; göz alıcı ve gönül çekicidir, tatlıdır”, buyurmaktadır.[9] İslam’ın zenginlik ve servet konusuna getirdiği ölçülere uymak şartıyla zenginliği öven sözler söylemiş, zenginliği reddetmemiştir. Dürüst ve emin bir tüccarın nebiler, sıddıklar ve şehitlerle beraber olacağını dile getirmiştir. O ashabını, dünyanın terkine değil, “kendilerine verdiğimiz rızktan infak ederler.” (Bakara, 2/3 .) ayet-i gereğince, mallarının bir kısmını hayra sarf etmeye teşvik ederdi.
Zühd, emevi döneminde baş gösteren dünyevileşme tehlikesine karşı bir başkaldırı hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Dünyevileşen ve dünyaya meyleden iktidar sahiplerinin uygulamalarına tepki mahiyetinde dünyayı aşağılayan ve ona değer vermeyen bir anlayışın gün yüzüne çıkmaya başlaması, bir anlamda dünyevi olanı temsil edenlere alternatif harekettir. Şunu bilelim ki; dinin özü ma’rufu emretmek ve münkerden nehyetmektir. Yeryüzünde Allah’ın adının ilası için mücadele etmek, fitne kalmayıncaya kadar ve din tamamen Allah’a has kılınıncaya kadar mücadele etmektir. Peygamber bu misyonla görevli idi, onun getirdiği dine imarı eden mü’minler de aynı vazife ile muvazzaftırlar. Böyle bir dinin saliklerine nasıl olur da, “en iyi dindarlık, koyunlarını alıp dağ başına çekilerek kimseye karışmadan tek başına yaşamandır” denebilir? Sufi kitaplarında yazdığına göre, bir rahibe “niçin yalnız kalıyorsun?” dendiğinde, “ben yalnız değilim, Allah’ın benimle konuşmasını arzu ettiğimde Kur’an okurum” demiş. Oysa Kur’an zindan gibi bir çilehanede insanın tek başına okuması gereken bir kitap değildir. Böyle bir Kur’an okuma Kur’an okuma değildir. Olsa olsa bir manastır hayatıdır. Kur’an “ey insanlar”, ya da “ey iman edenler!” diye seslenmektedir. Bu hitap bile insanı bir cemaat/topluluk içinde bir yere yerleştirmektedir. Zühd; dünya menfaatini, makam ve rütbeleri cemaat olmayı ve cemaat icinde bulunmaya engel yapmamaktadır. Said Havva (rha)’in de “Tartışmalar” adlı eserinde beyan ettiği gibi; sahabe neslinde hem ilim hem amel vardı. Kalbi hal ile birlikte ahlaki vasıflar mevcuttu. Ama zamanla amel zayıfladı. Kalbi hal ile birlikte ahlaki vasıflar zayıfladı. Oysa bunlar peygamberin tebliğ ettiklerinin en büyük görüntüleridir. Bu sebeple zahiri amel ve Müslüman için gerekli olan kalbi hal meselesinde işleri asıl mecrasına döndürmenin bir çabası olarak zühd hareketi ortaya çıktı. Zühd; kitap ve sünnete tam ittiba ile ahlaklanmak, masivayı terk ederek Allah’ın rızasına nail olmayı amaçlamak ve bu ali makama ermek için adi huyları terk ederek yüksek ahlaka bürünmek ve Allah’ın iradesine tam teslim olmaktır. Ateş odunu yeyip bitirdiği gibi, dünyevileşme tehlikesi de sahih imanı ve salih ameli yer bitirir. Dünyevileşme, İslami hayatın zehiri, zühd ise bu zehiri bertaraf eden panzehirdir. Bu nedenle diyoruz ki; zahidsiz kalan ümmet zayi olur![10]
[1] M.Çelik – Mekarim-i Ahlah/Zühd c2
[2] Şamil iA
[3] Süleyman Uludağ, Kuşeyrî Risâlesi, 252 vd
[4] Tirmizi – Zühd: 29, İbn Mace, Zühd:1
[5] El-Müsned – İbn-i Hanbel
[6] Ahmed b. Hanbel, Kitabu’z-zühd, sh.30
[7] Heysemi, Mecmeü’z-Zevaid, c.9 sh.192
[8] et-Tabaeri, Tarihu’l-umem ve’l-muluk c.2 sh,225
[9] Buhari – Cihad:37
[10] Mekarim-i Ahlak – M.Çelik/ c,2/Zühd