sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

KELİMELER VE KAVRAMLAR (36) FIKIH

KELİMELER VE KAVRAMLAR (36) FIKIH
A+
A-

FIKIH

Bilmek, anlamak, bir şeyin bütününe vakıf olmak. Istılahta, bir kimsenin leh ve aleyhindeki hükümleri bilmesi demektir. Başka bir tarife göre fıkıh; kişinin ibadetlere, cezalara ve muamelelere ait şer’î hükümleri mufassal delilleriyle bilmesidir. Ayrıca, söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin anlayış diye de tarif edilmiştir.[1]

Kur’an’da ve Sünnette Fıkıh

 Kur’an-ı Kerîm’de: “… O kavme ne oluyor ki (kendilerine söylenen) hiçbir sözü anlamaya (fıkhetmeye) yanaşmıyorlar?” (en-Nisâ, 4/78) ayetinde geçen “lâ yefkahûn” ince anlayış ve keskin idrak anlamına gelmektedir. Başka birçok ayette kâfirler için “fıkhetmeyenler” denilmektedir (el-A ‘râf, 7/179; Hûd, l l/91). Tevbe suresinde, “…bir topluluk da dinî hükümleri iyice öğrenmek için kalmalıdır” (et- Tevbe, 9/122) buyruğunda özel bir fukahâ topluluğuna işaret edilmiştir.

Resulullah (s.a.s.): “Allah, kimin hayrını dilerse, onu dinde fakîh (dini hükümlerin inceliğini kavrayan bilgin) kılar.”[2]

“Kendisinden daha anlayışlı kimseye fıkıh aktaran niceleri vardır.”[3]

İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Tek bir fakih, şeytana bin âbidden daha yamandır.”[4]

Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a Allah indinde en efdal insanın kim olduğu sorulmuştu: “Allah indinde en kıymetlileri en muttaki olanlardır!” buyurdular. “Biz bunu sormadık!” demeleri üzerine: “Öyleyse o, Halîlullah’ın oğlu, Nebiyyullah’ın oğlu Nebiyyullah’ın oğlu Yusuf’tur” buyurmuştu. Yine itirazla: “Hayır, bunu da sormadık” dediler. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm: “Siz bana Arap hanedanlarından mı soruyorsunuz?” dedi. “Evet (Ey Allah’ın Resûlü!)” dediler. “Onların cahiliye dönemindeki hayırlıları, fıkıh öğrendikleri takdirde, İslâm’da da en hayırlılarıdır!” cevabını verdi.”[5]

Hz. Ali radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Dinde fakîh (bilgili) olan kimse ne iyi kimsedir! Kendisine muhtaç olununca faydalı olur. Kendisine ihtiyaç olmayınca ilmini artırır.”[6]

Fıkıh ve Dünya-Ahiret İlişkisi

Allah Teâlâ (c.c.)’nın imtihan için beyan buyurduğu emir ve nehiylerin tamamına teklif denilir ve fıkhın konusu, insanın bu tekliflere muhatap olarak (mükellef) ortaya çıkan fiilidir. İnsanın lehindeki ve aleyhindeki bütün haklarını delillere dayanarak çıkarmak fukahanın görevidir. Din hususunda Resulullah (s.a.s.)’dan başka kimseye ilmi bir delile dayanmadan dinde söz söyleme hakkı tanınmamıştır. İlmi bir delile dayanmadan kasıt edille-i şer’iyye, yani dört delildir. Bunlar, Kitap, Sünnet, icma ve kıyastır.[7]

Fıkıh kelimesi İslam’ın ameli ve dünyevi yönünü ifade eder. İslam, Allah (cc)’ın insanlar için seçtiği bir dindir. İnsanların dünya hayatlarını düzene koyup, onları dünya ve ahiret mutluluğuna ve Allah’ın rızasına kavuşturmak için gönderilmiştir. İslam yalnızca vicdani bir kanaat, kalplerde yer alan bir inanç, sıradan bir isim veya insanların hoşuna giden güzel ahlak ilkeleri değildir. İslam, hayatı bütün yönüyle kucaklar. İnsana ait bütün sorunlara çözümler getirir. İnsanın yolunu aydınlatır. Onu tek doğru yola ve hayata ulaştırır. Onu her açıdan yüceltmeyi hedefler. İslam fıkhı uygulanmasıyla insana fayda verebilecek bütün unsurları içine alır. Dinin Kur’an ve sahih sünnet ile tespit edilmiş ibadet, akaid ve muamelatı zamana ve zemine göre değişmez.[8]

Kur’an’da Fıkhı Anlamak

“Andolsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. Onların kalpleri var. Fakat anlamazlar, gözleri var, fakat görmezler, kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan da sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler.”(Al-i İmran/179)

Lehum kulübün la yefkahune biha» ifadesinde geçen «kalb» ile insanî latife, tefakkuh ile de anlayış kastedilmektedir. Görme ve işitmenin nehyi ile aklın özelliği olan idrakin giderilmiş olması kastolunmuştur. Yani cin ve insanların vazifesi olan idrak etmek, akılların özelliği olan görmek ve işitmektir. Burada bedenin hissetmesi veya sesleri işitebilmek nefyedilmemiştir. Nitekim Arap dilinde «Filan kişi hainliği duymaz» denir. Yani bunun anlamı ona önem vermez, kulağını ona açmaz, onu dinlemez, demektir.

Bazıları ise daha önce de geçtiği gibi burada tahsisi seçmiştir. Yani onlar hakkı ve delillerini anlamazlar. Allah’ın mahlûkatına ibret gözüyle bakmazlar, ayet ve öğütleri düşünerek dinlemezler.

Kısaca hangi tevil kastedilmiş olursa olsun, ayetten maksat şudur: Onlar kendilerine verilen uzuvları, kendilerine niçin verilmişse onun için kullanmalıdırlar. Aksi takdirde adeta kalpsiz, gözsüz ve kulaksız yaratılmış gibi olurlar.[9]

Dört halife ve Tâbiûn devrindeki fıkıh kelimesiyle ilim kastediliyordu. Fıkh-ı Ekber tabiri, akâid ve tevhid ilmini, Fıkh-ı Vicdâni kavramı, nefis terbiyesi ve ahlâk ilmini, sadece fıkıh kelimesi ise, ameli konuları kapsıyordu. Usul-i Fıkıh ilmi ise, kişinin lehinde ve aleyhindeki haklarını öğrenmesinde takip edeceği kaide ve tavırlar konu alan ilimdi. İmam Ebû Hanife (Ö. -150/767)’nin fıkhı “kişinin leh ve aleyhinde olan hükümleri bilmesi” şeklindeki tarifi, genel bir tarif olup, kelâm, iman, ahlâk ve tasavvuf gibi ana ilimler bağımsızlaşmamış, bu yüzden “el-Fıkhu’l-Ekber” adlı eseri itikâdi konuları kapsadığı halde bu ismi almıştı. Ancak giderek fıkıh ilmi yalnız ibadet, muamelât ve ukubâti içine alacak şekilde “amellerin” ilâvesiyle tarif edilmiştir. Mecelle’nin 1. maddesindeki târifte şöyle denilmiştir: “İlm-i fıhh mesâil-i şer’iyye-i ameliyye”yi bilmektir.

Fıkıh usulüne büyük hizmeti geçen İmam Şâfiî (Ö. 204/819)’nin tarifi de şöyledir: “Fıkıh, dayandığı delillerden çıkarılmış şer’i, amelî hükümleri bilmektir.[10]

İslâm fıkhı, bir takım devirlerden sonra oluşmuştur:

1) Resulullah’ın devri: Bu devirde, fıkhın asıl kaynakları olan Kur’an ve Sünnet ortaya çıkmıştır.

 

2- Sahabe devri: bu devir, Ahkâmla ilgili ayet ve hadislerin sahabe tarafından tefsir ve izah edildiği devirdir.

3- Müçtehid imamlar devri: fıkıh meselelerinin yazılmaya başlanması ve büyük müçtehidlerin ortaya çıktıkları devirdir. Bu devir, İslâm fıkhı için gelişme ve olgunlaşma devridir.

4- Taklid devri: bu da fıkıh ilminde duraklama devri sayılır.

İslâm fıkhı, şu özelliklere sahiptir:

  1. A) Hükümlerin esası vahye dayanır. Kitap ve Sünnet’te açıkça ifade edilen kesin hükümler hiçbir şahıs veya kurumun tasdikine gerek olmaksızın geçerlidir ve bütün müminler için bağlayıcıdır. Bunlar, tek kânun koyucu Allah ve Resulü’nün emir ve nehiyleridir. Bunların esasa ait olan hükümleri, bütün fukahanın görüş birliğiyle yani icma ile sabit olmuş, artık değiştirilmesi mümkün olmayan kurallardır. Bunlara ‘şer’i şerif’, ‘şer’î hukuk’ veya ‘şer’î hükümler’ denmiştir.

Beşeri hukuklarda kanun koyucu ve anayasalar her zaman değiştirilebilir. Kanun koyucular, bazen kral, sultan, şah gibi tek kişi, bazen bir meclis vs. kalabalık bir grup olabilir.

  1. B) Kur’an ve Sünnet’te açık hüküm bulunmayan, hakkında İslâm fukahasının icma’ı da olmayan hükümlerde müçtehidler, furuâ ait meselelerde farklı içtihadlarda bulunmuşlardır.

İslâm hukukçularının farklı ictihadlarıyla çözümlenen bu hükümlerin dayanağı; istihsan, maslahat (kamu yararı), örf, âdet, sahâbe kavli, önceki şeriatler ve sedd-i zerâyi’ (kötülüğe giden yolu kapama) gibi tali delillerdir. Bu çeşit hükümleri ortaya çıkartan ve şer’i ölçülere göre tespit edenler müçtehid hukukçulardır. Burada bir yönüyle kanun veya kaide koyma faaliyeti mefhumu, müçtehid imamların içtihadlarına inhisar etmektedir. Bir İslâm beldesinde Ulü’l-emr yani üst otorite, içtihad yapacak güce sahipse, o da bu yasama işine dâhil olur. Aksi hâlde, yasama, mevcut mezhep veya içtihadlar arasında tercih yaparak uygulanır. İslâm Devleti’nin en üst organının yaptığı düzenlemeler, şer’î esâslar dâhilinde yapılmak şartıyla bağlayıcı ve meşrûdur. Ulû’l-emr’in bu faaliyeti özellikle içtihâdı hükümlerin bağlayıcılık vasfını kazanması için gereklidir. O, isterse bu meseleleri mütalaa ve müzakere etmek üzere ehli’l-hal ve’l-akd denilen uzman kişilerden oluşan şûra meclisinin görüşlerini alır (bkz. en-Nisâ, 4/59; Buhâri, Ahkâm, 4; Müslim, İmâre, 39).

  1. C) İslâm fıkhının kapsamı insanın kendisi, toplum ve yaratıcıyla olan münasebetlerini düzenler. Çünkü fıkıh, hem dünyevî, hem uhrevî niteliğe sahiptir. Hem din, hem devlettir, kıyamete kadar süreklidir ve bütün insanlığa yöneliktir. Bu hükümlerin özelliği bütüncül oluşudur. Yani iman, ahlâk, ibâdet, muameleler içiçedir, birbirinden ayrışmış hayat alanları veya lâik temellerle dini hükümlerin ayrışmışlığı sözkonusu değildir. Gönül huzuru, toplum düzeni, fert ve toplum hayatı, herkesi mutlu ve huzurlu kılma düşüncesi, Allah’ın gizli-açık her şeyi kontrol etmekte olduğu esası bu hukuku güçlendiren iç motiflerdir. İslâm, bu anlamda bütün beşerî sistemlerden ayrılmaktadır.

Fıkh’ın yöneldiği mükelleflere ait söz, fiil, akit ve tasarruflar iki alanda cereyan eder: 1) İbadetlere ait hükümler; temizlik, namaz, oruç, hac, zekât, adak, yemin gibi insanla Rabbi arasındaki münasebetleri düzenleyen hükümler. Bu konu ile ilgili olarak, Kur’an-ı Kerîm’de yüzkırk kadar ayet vardır.

2) Muamelata ait hükümleridir. Akit, hukuki tasarruf, suç ve ceza gibi insanların birbirleriyle ve toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hükümler. Bunlar, beşerî hukuktaki umûmî ve hususî hukuk alanına girmektedir. Bunların gâyesi; ferdin fertle, ferdin toplumla veya toplumun diğer toplumlarla münasebetlerini düzenlemektir.[11]

[1] Muhammed Maruf Devâlibî, İlmi Usûl-i Fıkıh, Beyrut 1965, 12; İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtâr Ale’d-Dürri’l Muhtâr, İstanbul 1982, I, 34; İmam Burhaneddin, ez-Zernûci, Ta’limü’l Müteallim, İstanbul 1980, 27; M. Ebû Zehra, İslâm Hukuk Metodolojisi (Fıkıh Usulü), 13; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamûsu, İstanbul 1976, I, 13

[2] Buhâri, ilim, 13

[3] Tirmizi

[4] Tirmizî, İlim 19, (2083)

[5] Buhârî, Enbiya 8, 14, 19, Menâkıb 1, 25, Tefsir, Yusuf 1; Müslim, Fezâil 168, (2378).

[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/487.

[7] Şamil İA

[8] H.Ece – İslam’ın Temel Kavramları

[9] Fahrüddin-i Razi Al-i İmran tef. 179

[10] ” (İmam Şâfiî, er-Risâle, Kahire 1979, 503 vd).

[11] Şamil İ.A.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.