KELİMELER VE KAVRAMLAR 67) İFTİRA
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
فَمَنِ افْتَرَى عَلَى اللهِ الْكَذِبَ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَاُولَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
قُلْ صَدَقَ اللهُ فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ اِبْرَهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
“Artık kim Allah’ karşı iftira edip yalan uydurursa, işte bunlar, zâlimlerin ta kendisidirler.
De ki: ‘Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak (bâtıl olan her şeyden yüz çeviren, Allah’la birlikte başka şeylerin ilahlığını da tanımayan) İbrâhim’in dinine/inanç sistemine uyun. O, müşriklerden değildi.” (3/Âl-i İmrân, 94-95)
İftirâ; Anlam ve Mâhiyeti
Olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak veya nakletmek. Hayatta insanoğlunun çeşitli arzu ve beklentileri vardır. Bu beklentilerine bazen erişemeyebilir. Böyle bir durumda, bazıları kendi kaderine râzı olurken; bir kısım insanlar da arzu ettiklerini zorla elde etmeye çalışırlar. Bu bakımdan iftira, bir kimseyi veya bir şeyi elde etmek veya o şeyi başkalarından kıskanıp, zarar verme düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Her halükârda, dünya için önemli olan bir nesneye karşı olan zaafın neticesinde iftira yapılır.
İftira son derece kötü ve tahrip edici bir hâdisedir. Hem iftirayı yapan ve hem de kendisine iftira edilen kimse için oldukça rahatsız edici bir tutumdur. İftira sonucunda insanlar arasındaki sevgi ve dostluk bağları zayıflar; dayanışma gücü ortadan kalkar. insanlar birbirine güven duymaz olurlar. Bu güvensizlik, bir toplumun sosyal hayatını tamamen felce uğratan yıkıcı bir etki yapar. İftira, toplumdaki güzellikleri yakıp bitiren bir ateş gibidir.
İftira, toplumda adâletin tam olarak etkisini kaybettiği zamanlarda yaygınlaşabilen bir sosyal ve ahlâkî hastalıktır. Çünkü adâletsizlik ve tâkipsizlik, kötü fiillerin yaygınlaşmasına ve artmasına yol açan bir başıboşluğa sebep olmaktadır.
İslâm’da iftira konusu, üzerinde oldukça fazla durulan bir konu olmaktadır. Çok sayıda âyet-i kerime, iftiranın özelliğinden ve onun Allah’ın nezdinde sevilmeyen ve hatta yerilen bir davranış olduğundan bahsetmektedir.
İftiranın en ağırı namus üzerine atılan iftiradır. Bunu, Hz. Âîşe ile ilgili olarak “İfk” olayında görmekteyiz. Olay özet olarak şöyle cereyan etmiştir: Hz. Peygamber ashab-ı kirâmla sefere çıkarken, kura ile belirlenen bir eşini de beraberinde götürürdü. Bu usulle, Mustalikoğulları Gazâsına da Hz. Âîşe katılmıştı. Konaklama yerinde, devenin üzerindeki gölgelikten (mahfel) tuvalet ihtiyacı için çıkan Âîşe (r. anhâ), dönüşünde gerdanlığını düşürdüğünü fark etmiş, aramak için yeniden çıkmıştır. Bu sırada ordu yola çıkmış, Hz. Âîşe, devenin üzerindeki gölgeliğin içinde zannedilmiştir. Dönüşte unutulduğunu anlayan Hz. Âîşe, orada beklemiş, ordunun arka gözcüsü Safvân b. Muattal O’nu devesine bindirerek yolda orduya yetiştirmişti.
Münâfıkların reisi Abdullah b. Ubey ve arkadaşları bunu fırsat bilerek Hz. Âîşe’ye zina iftirasında (ifk) bulundular. Bir aydan fazla bir süreyle bu dedikodu Medîne’de dolaştı. Hz. Peygamber ve Âîşe validemizin yakınları bu olaya çok üzüldü.
Daha sonra Hz. Âîşe Nûr sûresindeki şu ayetlerle temize çıkardı:
“O uydurma haberi getirip iftira (ifk) atanlar, içinizden bir topluluktur. Onu kendiniz için bir ser sanmayın, bilakis o, sizin için hayırdır. İftirada bulunanlardan her birinin kazandığı günaha göre cezası vardır. Onlardan günahın en büyüğünü yüklenene de büyük bir azap vardır.”
“İftirayı işittiğiniz zaman, mümin erkeklerin ve mümin kadınların, kendiliklerinden hüsn-ü zanda bulunup da: “Bu apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi?”
“Bir de dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki, bu şahitleri getiremediler, o halde onlar, Allah nezdinde, yalancıların da kendileridir”
“Eğer Allah’ın lütuf ve merhameti, dünyada ve ahirette üzerinizde olmasaydı, yaydığınız fitne yüzünden, size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.”
“Siz o iftirayı dilinize dolamıştınız. Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığınız şeyi ağzınızla söylüyor ve onu önemsiz birşey sanıyordunuz. Halbuki bu, Allah nezdinde büyük bir günahtır “
“O asılsız sözü duyduğunuz zaman: “Bunu konuşmak bize yakışmaz. Haşa! Bu büyük bir iftiradır” demeniz gerekmez miydi?” (24/Nûr, 11-16)
Hz. Peygamber inen bu âyetleri tebliğ ettikten sonra; “Ya Âîşe, Allah’a hamd et. Allah seni, iftiracıların isnâdından kesin olarak berî kıldı” buyurdu. Bunun üzerine Âîşe (r.anhâ) nin annesi: “Kızım, kalk da Rasûlullah (s.a.s)’a teşekkür et” deyince, Hz. Âîşe; “Hayır, kalkmam ve yalnız Allah’a hamd ederim” diye cevap verdi (Buhârî, Tefsîru Sûre 24/6, Meğâzî 12, 32, 34, Şehâdet 2, 15, Eymân 13, 18, İ’tisâm 28, Tevhîd 35, 52; Müslim, Tevbe 56; Ebû Dâvud, Salât 122; Ahmed b. Hanbel, Müsned VI/194, 195, 197)
İftira eden kimse, bununla amacına ulaşamaz ve sonunda dünyevî ve uhrevî bakımdan kendisi zararlı çıkar. Nebî (s.a.s.) “İftira eden kimse zarara uğramıştır” (Ahmed b. Hanbel, I, 91) buyurur.
İffetli bir kadına zina isnadında bulunup da bunu dört erkek şahitle ispat edemeyen bir kimse kazf cezasına çarptırılır. Bunlara ceza olarak seksen değnek vurulur ve bundan sonra şahitliklerine güvenilmez (bk. 24/Nûr, 4). Zina isnadında bulunan kimse kadının kocası olur ve dört şahitle bunu ispat edemezse “mulâane” yoluna başvurulur (24/Nûr, 6-9).
En ağır iftirayı atan kimse bile sonradan pişmanlık duyar ve durumunu düzeltirse Cenâb-ı Hakkın mağfiretine nâil olabilir (24/Nûr, 4-5).
Günümüzde fertlerin birbirine iftirası yanında basın ve yayın yoluyla da iftiralar yapılmaktadır. Namus, iffet, haysiyet ve zimmet üzerindeki bir iftira ne kadar çok yayılırsa, iftiracının sorumluluğunun da o nisbette artması tabiidir. Kur’an’da “Mü’min erkek ve mü’mine hanımlara işlemedikleri bir şeyden dolayı eziyet edenler (onlara iftira atanlar), doğrusu iftirâ ve açık bir günah yüklenmişlerdir” (33/Ahzâb, 58). (1)
Birine asılsız yere bir suç yükleme, olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak, başkalarına kara çalmak demektir. Kur’an-ı Kerim’de ‘ifk’ kelimesi de aynı anlamda kullanılmıştır. Gıybet, başkası hakkında ileri geri konuşmak, başkalarına memnun olmayacakları şekilde anmak ise de iftira; aslı astarı olmayan kötü şeyleri başkaları hakkında uydurup söylemektir, hatta bunu yaymaktır.
İftira huyunun sebebi, insanlardaki yükselme ve daha fazla dünyalık toplama arzusudur. Yahut ta kıskançlıktır. Başkalarının sahip olduğu nimetlere ulaşamayanlar, o nimet sahiplerini iftira ile, bühtan (hakkında yanlış değerlendirme) ile zayıflatmaya, ellerindekini almaya çalışırlar.
İftira, öteden beri sinsi düşmanların en keskin silahıdır. Allah’tan korkmayıp, kuldan utanmayanlar, başkalarını alt etmek, onları gözden düşürmek için iftira yoluna başvururlar. Kimileri de ya kendi işledikleri ya da başkalarının işledikleri suçları, üçüncü bir kişiye iftira ederler, onun sırtına suç yükünü yüklemek isterler.
İftira, toplumun huzurunu bozan, kişiler arasındaki kin ve nefret duygularını artıran son derece çirkin bir davranıştır. İftira, hem atana hem de iftira edilene büyük zarar verir. Bir iftiradan dolayı zarara uğrayan kişi mazlum konumundadır. İftira eden ise günün birinde bu yaptığı çirkin işin zararını mutlaka görür. Başkalarına utanmadan çirkin şeyleri ve suç fiillerini iftira atan kimselerin yaşadığı toplumda huzurun, insanlar arasında bağlılık ve sevginin olması mümkün değildir.
Adâletin olmadığı yerlerde iftira faâliyetleri daha da artar. Hakkına râzı olmayan kişiler, daha fazlasına ulaşmak ve haksız kazançlar elde etmek için, başkalarını gözden düşürmek üzere iftira huyuna baş vurabilirler.
Günümüzde iftira kampanyaları medya dediğimiz kitle haberleşme araçları tarafından daha tehlikeli bir şekilde yapılmaktadır. Medya sahiplerinin, yazarlarının, muhabirlerinin işlerini titizlikle yapmaları, toplumu birbirine düşürecek işlerden kaçınmaları gerekir.
İftiranın Çeşitleri:
Dinimize göre iftiranın her türlüsü haramdır. Allah iftira edenleri (müfterileri) sevmemektedir. En büyük müfterî ise ‘şirk’ koşan müşriklerdir. Çünkü onlar Allah’a ortaklık iftirası atmaktadırlar.
Muaz İbn Esed el-Cühenî anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdular ki: “Kim bir mü’mini bir münâfığa karşı korursa, Allah (c.c.) da onun için Kıyamet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de bir müslümana kötülenmesini isteyerek iftira atarsa, Allah (c.c.) onu, Kıyâmet günü, cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından temizlenip) çıkıncaya kadar hapseder.” (Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 4883, 4/270)
İffetli bir kadına zina iftirası atanlar hakkında dünyada ve âhirette oldukça ağır cezalar vardır (24/Nûr, 23-25). Burada yine iftira anlamına gelen ‘remâ’ fiili kullanılmıştır.)
‘İftira’nın bir anlamı da, içinde fesat olan şeyi ortaya çıkarmak, yalan sözü uydurmak demektir. Kur’an, buradan hareketle şirk, zulüm ve yalan yerine ‘iftira’ kelimesini kullanmaktadır. “….Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla (Allah’a) iftira etmiş olur.” (4/Nisâ, 48) âyetinde olduğu gibi ‘şirk’ Allah hakkında bir iftiradır. Gerçekte O’nun ortağı yoktur, Müşrikler ise ortağı ve benzeri olmayan Allah’a, kendileri bir eş uyduruyorlar.
Allah (c.c.) adına helâl ve haram ölçüleri koyanlar (3/Âl-i İmrân, 94),
Din’i değiştirip, Peygamberimizin özelliklerini ilâhî kitaplardan silenler (6 En’am/21), kendisine vahy gelmediği halde ‘bana da vahyediliyor’ diyenler (6/En’âm, 93),
Allah’tan kendisine bir ilim (vahy) gelmediği halde O’nun adına hüküm koyanlar (6/En’âm, 144),
Allah’tan başkasını ilâh edinenler (18/Kehf, 15) apaçık bir iftira içindedirler.
Kur’an birçok âyette ‘iftira’yı yalan anlamında kullanıyor. Allah’a karşı yalan uyduranlara (iftira edenlere) en büyük zâlim diyor (7/A’râf, 37; 10/Yunus, 17; 11/Hûd, 1; 5/Mâide, 103 vd.)
İnkârcıların bu iftirası ya taptıkları putların hak olduğunu iddia etmeleri şeklinde, ya Allah’ın âyetlerini yalanlama, ya O’nun adına din uydurma, ya O’ndan gelen vahy’i yalan sayma, kendilerini kurtulanlardan kabul etme, Allah’ın haksızlık yapacağını düşünmeleri, ya kesin âyet geldiği zaman inanacaklarına yemin etmeleri, ya da müşriklerin kendi yaptıklarını doğru ve süslü görmeleri şeklinde ortaya çıkmaktadır.
İnanmayanlar, Kur’an’ı peygamber uydurdu (iftira etti) diyorlardı. Kur’an, onların bu iddialarını reddediyor (10/Yunus, 38; 11/Hûd, 13, 35; 32/Secde, 3 vd.).
Kur’an’ın ifadesiyle, şirk koşanlar, zulme sapanlar, din adına yalan söyleyenler, ya da kendi kafalarından din uyduranlar, Allah adına aslı astarı olmayan inançlar ve hükümler uyduranlar iftira içindedir. İftiranın bu çeşidi çirkinlik bakımından daha kötü, zarar verme bakımından daha geniştir. (2)
Bir kimseye yapmadığı bir kusuru, işlemediği bir suçu, kötülüğü, bile bile, üstelik birtakım deliller uydurarak yüklemeye kalkışmak iftirâdır. İftirâda birisinin ya da birilerinin huzurunu, mutluluğunu bozmak gâyesi güdülür. Rûhî psikolojik bir acı, elem, sıkıntı, eziyet vermek hedeflenir. İftirâya uğrayan şahıs bütün benliğiyle bu acıyı, ıstırabı hisseder. Belki fiziksel işkence ve elemden daha ağır bir yüktür bu psikolojik saldırı. İftirâ yoluyla yapılan ezâ, âdetâ insanın rûhunu dövmek, yumruklamak, kesmek, yakmak, kurşunlamak gibidir. Öyle olur ki, bu tür acılara dayanamayan ruh, rahatsızlığını bedene yansıtır ve psiko-somatik hastalıklar meydana gelir.
Yüce Allah, iftirânın tanımını ve iftirâ uğrayana verdiği ezâyı, şu şekilde beyan eder: “Mü’min erkekleri ve mü’min kadınları, yapmadıkları bir şeyle (suçlayıp) incitenler bir iftira ve açık bir günah yüklenirler.” (33/Ahzâb, 58). Yapmadığı bir suçla itham edilmesini bir yana bırakalım, insan yaptığı bir hatanın bile başkaları tarafından dile dolanmasından rahatsızlık duyar, incinir. Oysa bir insanın diğer insanlardan beklediği şey, onlar tarafından takdir edilmek, onların tahsînine, iltifatına mazhar olmaktır. İnsan, bundan müthiş bir mutluluk ve haz duyar. Bu doğal yapısı ve beklentisinin tam tersi bir tutumla, hele de iftirâ gibi bir karalamayla karşı karşıya gelen bir insanın içine düşeceği içsel yıkımı ve çöküşü tahmin etmek pek zor olmaz.
İnsanı bir başkasına iftirâ etmeye götüren etkenleri araştırdığımızda şu hususların ön plana çıktığını görürüz:
Bazı kimselerin kin ve öfkeleri, başkalarına zarar vererek intikam alma duygusu onları iftirâ etmeye iter. Çıkarına uygun düştüğü için, bazı menfaatler elde etmek düşüncesiyle iftirâ edenler vardır. Çoğu zaman iftirâ; kıskançlıktan, çekememezlikten, kişinin kendisine olan saygısını yitirmesinden ileri gelir. İftirâ eden kimselerde daha çok güçsüzlük ve aşağılık duygusu hâkimdir. Kendilerini eksik hisseden kıskanç tiplerdir bunlar. İyi, toplum içinde kabul gören insanlara karşı kin duyarlar. Kendilerindeki eksikliği başkalarına yansıtmak, onları karalamak sûretiyle bu eksikliklerini örttüklerini zannederler. Ve bu tür insanlar yaptıkları bu işin önemini ve ağırlığını kavrayacak, hissedecek durumda değillerdir. Başkasını itham etmeyi önemsiz, kolay, sıradan, basit bir işmiş gibi değerlendirirler. Hatta bundan hasisçe bir zevk de duyarlar. “O vakit siz, o iftirâyı, dillerinizle birbirinize anlatıyordunuz. Hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığınız şeyi, ağızlarınızla söylüyor ve bunu kolay sanıyordunuz. Halbuki Allah katında çok büyüktür.” (24/Nûr, 15) (3)
“Kim bir hata yapar veya kasıtlı günah işler de onu bir suçsuzun üzerine atarsa, büyük bir bühtan/iftirâ ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.” (4/Nisâ, 112). Bu âyette geçen “bühtân” kelimesini Fahreddin er-Râzî, “Din kardeşine kendisinde bulunmayan bir kusur ve kötülük isnat etmendir” diye açıklar.
Kazf, terim anlamıyla Kur’an’da yer almamakla birlikte, hadislerde hem genel olarak iftirâ, hem de özellikle zinâ iftirâsı için kullanılmıştır. Meselâ, büyük günahların sayıldığı bir hadiste, kötülükten habersiz iffetli bir kadına zinâ iftirâsında bulunmak, bu günahlar arasında gösterilmiştir (diğerleri; Allah’a şirk/ortak koşmak, büyücülük, haksız yere adam öldürmek, tefecilik, yetim malı yemek, savaştan kaçmaktır). (Buhârî, Vesâyâ 23, Hudûd 44; Müslim, İman 144, Vesâyâ 10). Bir mü’mine “kâfir” diyerek iftirâ eden kimsenin onu öldürmüş gibi günah işlemiş sayılacağını belirten hadiste (Buhârî, Edeb 44; Tirmizî, İman 16) ve iftirâyı insanın âhiret hayatını iflâsa götürecek olan kul hakları arasında gösteren hadislerde de (Müslim, Birr 60; Tirmizî, Kıyâmet 2) iftirâ anlamında “kazf” kelimesi geçmektedir.
Müslümanları kötü huy ve davranışlardan uzak tutmaya çalışan Hz. Peygamber, onları iftirâ konusunda da uyarmıştır. Bilhassa İslâm’a yeni girenlerden biat alırken Allah’a hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamak, hırsızlık ve zinâ yapmamak, hayırlı işlerde Rasûlullah’a karşı çıkmamak gibi sosyal ve siyasî önemi bulunan prensipler yanında; iftirâ etmemeyi de zikredip söz alması (İbn Hişam, II/73-75; İbnü’l-Esîr, II/96), aynı şartların Rasûl-i Ekrem’e biat etmeye gelen kadınlar heyetinden de istenmesi (60/Mümtehıne, 12) anlamlıdır.
“Mü’minler ancak kardeştir.” (49/Hucurât, 10); “Sizden biriniz, kendisi için istediğini başkası için de istemedikçe iman etmiş sayılmaz.” (Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71, 72); “Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir.” (Buhârî, İman 4, 5; Müslim, İman 64, 65) gibi âyet ve hadislerle genel olarak doğruluk, dürüstlük ve adâleti emreden; yalancılık, haksızlık, sûizan gibi kötülükleri yasaklayan hükümler, insanların birbirine asılsız suç ve kusur isnat etmelerini de önlemeyi amaçlamaktadır. Sa’d bin Ebî Vakkas’a iftirâ ederek onun Hz. Ömer tarafından kumandanlıktan alınmasına sebep olanlardan Üsâme bin Katâde’nin daha sonra Sa’d’ın bedduâsıyla başına gelen felâketlere dâir rivâyetler (İbnü’l-Esîr, III/5-6), ilk İslâm toplumunda iftirânın ağır bir günah olarak algılandığına işaret etmesi bakımından ilgi çekicidir.
İslâm’da iftirâ haram kılındığı gibi, asılsız olması muhtemel haberlere doğruymuş gibi ilgi göstermek ve bunlara araştırmadan inanmak da yasaklanmıştır (17/İsrâ, 36; 49/Hucurât, 6). Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Âişe’ye yapılan iftirâ karşısında müslümanların tutumu değerlendirilirken, bütün mü’minlerin, böyle bir habere hemen inanmayıp iftirâya uğrayan hakkında hüsn-i zanda bulunmaları gerektiği vurgulanmakta, bu tür asılsız isnat ve iftirâların yayılmasından hoşlananların dünyada ve âhirette ağır bir şekilde cezâlandırılmayı hak ettikleri bildirilmektedir (24/Nûr, 12, 19). İslâm ahlâkında, ilke olarak insanlar aleyhinde onları kötüleyici ve incitici mâhiyetteki her türlü konuşma ve dedikodu yasaklanmıştır. Birinin aleyhinde yapılan konuşmanın gerçeğe dayanması onu gıybet olmaktan çıkarmaz. Nitekim, Hz. Peygamber, bir kişiyi kendisinde bulunan bir kusurla anmanın gıybet, ona asılsız bir kusur veya suç isnat etmenin ise iftirâ olduğunu bildirmiştir (Müslim, Birr 70; Tirmizî, Birr 23). Kur’an’da mü’minlere kendilerinin, ana-babalarının ve yakınlarının aleyhine bile olsa, adâleti yerine getirmeleri emredilirken (4/Nisâ, 135; 5/Mâide, 8; 6/En’âm, 152) aynı zamanda bu emrin, asılsız isnat ve iftirâlara uğrayan mâsum insanları koruma görevini de kapsadığı muhakkaktır.
İslâm ahlâk literatüründe zinâ isnâdı dışında iftirâ konusu üzerinde özel olarak durulmamışsa da, genellikle hak, adâlet, dürüstlük ve sevgiyle alâkalı pek çok konu işlenirken, aynı zamanda iftirâ gibi insan onurunu zedeleyici mâhiyetteki hak ihlâllerine dâir gerekli bilgiler verilmiş ve çeşitli yorumlar yapılmıştır. İftirâ bir yalan türü olup ahlâk kitaplarında geniş yer verilen yalanla ilgili bahisler, iftirâ konusu bakımından da önem taşımaktadır. (4)
İftirâ, toplumda büyük belâ ve zararlara sebep olan, insanın şerefini ihlâl eden suçlardan biri olduğundan dolayı Kur’an, buna giden menfezleri kapatmak gâyesiyle, fâsıkların getirdikleri haberlerin iyice araştırılmasını tavsiye etmektedir: “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da, sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (49/Hucurât, 6). Fâsıkların getirdikleri haberler, eğer iyi bir şekilde araştırılsa, toplumda haksız bir şekilde meydana gelecek olan zararlar önlenmiş olacaktır. Çünkü bu tarz olan insanlar, şeytanın daima etkileri altında olup, hayâlî kurgularını orada burada söyler, bu hususta hiçbir fenâlıktan çekinmezler. Nitekim Kur’an, bu tarz olan kişileri, “effâkün-esîm” olarak mübâlağa kipi halinde iki sıfatla nitelemektedir. “Size şeytanların kimler üzerine inip durduğunu haber vereyim mi? Her günahkâr iftirâcı, yalancı, sahtekâr üzerine iner. Bunlar (şeytanın iftirâ ve yalanına) kulak verirler. Çoğu ise yalancıdır.” (26/Şuarâ, 221-223). Bunların niteliklerinden biri, çok iftirâcı ve yalancı olmaları, diğeri ise, günahtan asla çekinmeyenlerden oluşlarıdır. Bundan dolayı bu nitelikleri, toplumun kendilerinden şiddetle sakınmasını gerektirmektedir. (5)
Kur’an’ın en fazla hücuma tâbi tuttuğu yalan, Allah’ı, âyetlerini, âhiret gününü, peygamberlerini, nimetlerini yalanlama hususundadır. Geçmiş ümmetlerden Nûh kavmi, Âd, Semûd, Lût, Ress ve Firavun kavimlerinin bu hususları yalanladıkları (26/Şuarâ, 105, 123, 141, 160; 38/Sâd, 12; 50/Kaf, 12), bu yüzden de Kur’an bunların çetin azaba müstahak olduklarını belirtmektedir: “… Bu şekilde onlardan öncekiler de (peygamberleri) yalanladılar da sonunda azâbımızı tattılar…” (6/En’âm, 148). Kur’an, buna şâhit olmak üzere muhâtapların yeryüzünde gezip dolaşarak yalanlayanların hallerini görüp ibret almaya teşvik etmektedir: “De ki: Yeryüzünde dolaşın, sonra yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu düşünüp araştırın.” (6/En’âm, 11)
Kur’an, Allah ve âyetlerini yalanlama hususunda, genellikle zâlim kelimesinin ism-i tafdîl (üstünlük karşılaştırma kipi) formunu kullanmaktadır. Bundan dolayı yukarıda sayılan yalanların içinde de, en buğz edilen yalan da, Allah’a ve âyetlere karşı olan iftira ve yalan olduğunu söyleyebiliriz: “Allah’a karşı yalan uyduran veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim vardır?” (7/A’râf, 37). Âhiret gününü ve peygamberleri yalanlama hususu da, Kur’an’da sık sık işlenen temalardan biridir. Bu hususları yalanlamanın, eskilerin tarzı olduğu belirtilmektedir: “(Rasûlüm!) Eğer seni yalancılıkla itham ettilerse (yadırgama); gerçekten, senden önce apaçık mûcizeler, sahîfeler ve aydınlatıcı kitap getiren nice peygamberler de yalanlandı/yalancılıkla itham edildi.” (3/Âl-i İmrân, 184). Allah’ın nimetlerini yalanlama konusu ise, Rahmân sûresinde yoğun bir tema halinde işlenmiş olup birer ikişer âyet aralıklarıyla; “Öyleyken Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlarsınız?” şeklindeki bir ifâde, toplam 31 sefer tekrar edilmiştir. Yalanın bir çeşidi de iftirâdır.
Kur’an’da bu eylem, genellikle “atmak” anlamına gelen fiil olan r-m-y kökünden gelen ve muzârî (hal ve gelecek zaman) formu olan “yermûne” ile ifâde edilmektedir: “İffetli hür kadınlara zinâ (suçunu yakıştırıp iftirâ) atan, sonra (bunu isbat için) dört şâhidi getiremeyenlere seksen değnek vurun ve onların şâhitliklerini ebediyyen kabul etmeyin. Onlar tamamen fâsık/günahkârdırlar.” (24/Nûr, 4). Âyette belirtilen “muhsanân” ifâdesinin altına hem bekâr kızlar, hem de evli kadınlar ile hükmen erkekler de girmekle birlikte, kadınların çoğulu kullanılmış, tağlîbe (genelleştirmeye) gidilmiştir. İslâm’da en ağır ceza olarak kabul edilen kısas dahi, iki şâhitle infâz edilirken, iftirâ isnâdında bulunan kişilerden dört tane şâhidin istenilmesi bunun gerçek fâillerini yakalama ve iftirâcıları korkutma amacı gözetilmiştir. Bu durum, böyle değil de, kolay bazı şartlara bağlanılsaydı, elbette büyük sûiistimaller olacaktı. Halbuki nâmuslu kadınlara zinâ isnâdında bulunmak, psikolojik olarak onlar için ölümden beterdir. İftirâ suçunun bu büyüklüğünden dolayı, cezası her ne kadar kısas kadar ağır görünmese de, ondan daha ağırdır. Kısasa eşdeğer olan seksen celde (sopa) ile beraber, müslüman toplum arasında ömür boyu şehâdetin kabul edilmemesi sûretiyle güvensiz bir kişi olma yaftasıyla dolaşmak gibi mânevî cephesiyle beraber mütâlaa edildiğinde, en ağır bir ceza olduğu ortaya çıkmaktadır.
İftirâ, toplumda büyük belâ ve zararlara sebep olan, insanın şerefini ihlâl eden suçlardan biri olduğundan dolayı Kur’an, buna giden yolları kapatmak gâyesiyle fâsıkların getirdikleri haberlerin iyice araştırılmasını tavsiye etmektedir: “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (49/Hucurât, 6). Fâsıkların getirdikleri haberler, eğer iyi bir şekilde araştırılsa, toplumda haksız şekilde meydana gelecek olan zararlar önlenmiş olacaktır. Çünkü bu tarz insanlar, şeytanın daima etkileri altında olup, hayâlî kurgularını orada burada söyler, bu hususta hiçbir fenâlıktan çekinmezler. Nitekim Kur’an, bu tarz kişileri, “effâk esîm” olarak mübâlğa kipi halinde iki sıfatla nitelemektedir: “Size şeytanların kimler üzerine inip durduğunu haber vereyim mi? Her günahkâr iftirâcı-yalancı sahtekâr (effâk esîm) üzerine iner. Bunlar (şeytanın iftirâ ve yalanına) kulak verirler; çokları da yalancıdır.” (26/Şuarâ, 221-223). Bunların niteliklerinden biri, çok iftirâcı ve yalancı olmaları, diğeri ise, günahtan asla çekinmeyişleridir. Bundan dolayı bu nitelikleri, toplumun kendilerinden şiddetle sakınmasını gerektirmektedir.
Kur’an’da tam 60 yerde geçen “iftirâ” kelimesi, çoğunlukla yalanla birlikte gündeme getirilmiş ve en büyük iftirâ suçunun Allah’a iftirâ olduğu vurgulanmıştır. Allah’a yalan uydurup iftirâ edenin zâlim olduğu (3/Âl-i İmrân, 94), müşriklerin büyük bir günah olarak Allah’a iftirâ etmiş oldukları (4/Nisâ, 48) belirtilmiş, Allah’ı ve âyetlerini yalanlayarak iftirâ atanlardan daha zâlim kim olduğu, olumsuz cevap açısından sorulmuştur (6/En’âm, 21, 93, 144; 7/A’râf, 37; 10/Yûnus, 17; 11/Hûd, 18; 18/Kehf, 15; 29/Ankebût, 68; 61/Saff, 7). Kur’an, iftirânın tanımını ve iftirâya uğrayana verdiği ezâyı şu şekilde beyan eder: “Mü’min erkekleri ve mü’min kadınları, yapmadıkları bir şeyle (suçlayıp) incitenler, bir iftirâ ve açık bir günah yüklenirler.” (33/Ahzâb, 58). İftirânın insanlar açısından en ağırı nâmus üzerine atılan iftirâdır. Bunu, Hz. Âişe ile ilgili olarak “ifk” olayında görmekteyiz. Bu konuyla ilgili Nûr sûresinde geniş değerlendirme vardır (24/Nûr, 11-16). İffetli bir kadına zinâ isnâdında bulunup da bunu dört erkek şâhitle isbat edemeyen bir kimse “kazf” cezasına çarptırılır. Bunlara ceza olarak seksen değnek vurulur ve bundan sonra şâhitlikleri kabul edilmez. Zinâ isnâdında bulunan kimse, kadının kocası olur ve dört şâhitle bunu isbat edemezse, “mulâane” (lian) yoluna başvurulur (24/Nûr, 6-9).
Kur’ân-ı Kerim’de İftirâ Kavramı
İftirâ kelimesi ve türevleri, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 60 yerde geçer. Bâtıl, boş, yalan, asılsız ve iftira anlamına gelen “zûr” kelimesi de Kur’an’da 4 yerde geçer: 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 4, 72; 58/Mücâdele, 2. İftirâ ve hayrette bırakan şenî ve yalan söz anlamına gelen bühtân kelimesi ise 6 âyette kullanılır (4/Nisâ, 20, 112, 156; 33/0Ahzâb, 58; 24/Nûr, 16; 60/Mümtehıne, 12).
Kur’ân-ı Kerim’de iftira kavramı, daha çok, “Allah hakkında yalan uydurma, O’nun birliği, yetkinliği ve aşkınlığı ile bağdaşmayan iddiâlar ileri sürme” mânâsında yer almaktadır (Meselâ bk.3/Âl-i İmrân, 94; 6/En’âm, 21, 93, 144). Bu âyetlerin birinde, Allah’ın, kendisine şirk/ortak koşma dışında, dilediği kimselerin bütün günahlarını bağışlayacağı ifâde edildikten sonra, “Allah’a şirk/ortak koşan kimse yanlış bir inanç uydurup büyük bir günah işlemiş olur” (4/Nisâ, 48) denilmektedir. Diğer âyetlerde ise putperestlerin, Kur’an’ı Hz. Peygamber’in tertip ettiği iddiâları (meselâ, bak. 10/Yûnus, 38; 11/Hûd, 13, 35), yine onların, putların tanrı olduğu inancını uydurmaları (3/Âl-i İmrân., 24, 6/En’âm, 24; 7/A’râf, 53) ve Allah’a isnat ederek kendi kafalarından hükümler koymaları (6/En’âm, 138, 140) iftirâ kavramıyla ifâde edilmektedir. Âyetlerde “ifk” kelimesi, yalan, iftirâ (24/Nûr, 11, 12; 25/Furkan, 4; 34/Sebe’, 43), “bühtân” da iftirâ, asılsız iddiâ (4/Nisâ, 20, 112, 156; 24/Nûr, 16) mânâsında kullanılmıştır.
“Artık bundan sonra kim Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzerse, işte onlar, zalim olanlardır.” (3/Âl-i İmrân, 94)
“Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur.” (4/Nisâ, 48)
“Bak, nasıl da Allah üzerine yalan uyduruyorlar; apaçık bir günah olarak bu (onlara) yeter!” (4/Nisâ, 50)
“Kim bir hata veya günah kazanır da sonra bunu bir suçsuza yüklerse gerçekten o böyle bir yalan (iftirayı, bühtan)ı ve apaçık bir günahı yüklenmiştir.” (4/Nisâ, 112)
“… Kâfirler, yalan yere Allah’a iftira etmektedirler ve onların çoğunun da kafaları çalışmaz.” (5/Mâide, 103)
“Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Hiç şüphesiz o zalimler kurtuluşa eremezler.” (6/En’âm, 21)
“Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya kendisine hiçbir şey vahyolunmamışken ‘bana da vahy geldi’ diyen ve ‘Allah’ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim’ diyenden daha zâlim kim vardır? Sen bu zâlimleri, ölümün ‘şiddetli sarsıntıları’ sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: ‘Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz’ (dediklerinde) bir görsen…” (6/En’âm, 93)
“Yine bunun gibi onların ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterdiler. Hem onları helake düşürmek, hem kendi aleyhlerinde dinlerini karmakarışık kılmak için. Allah dileseydi bunu yapmazlardı; sen onları ve düzmekte oldukları iftiraları bırak. Ve kendi zanlarınca dediler ki: ‘Bu hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır. Onları bizim dilediklerimiz dışında başkası yiyemez. (Şu) Hayvanların da sırtları haram kılınmıştır.’ Öyle hayvanlar vardır ki, -O’na iftira etmek suretiyle- üzerlerinde Allah’ın ismini anmazlar. Yalan yere iftira düzmekte olduklarından dolayı O, cezalarını verecektir.” (6/En’âm, 137-138)
“Çocuklarını hiçbir bilgiye dayanmaksızın akılsızca öldürenler ile Allah’a karşı yalan yere iftira düzüp Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiklerini haram kılanlar, elbette hüsrâna uğramışlardır. Onlar, gerçekten şaşırıp sapmışlardır ve doğru yolu bulamamışlardır.” (6/En’âm, 140)
“… Hiçbir bilgiye dayanmaksızın insanları saptırmak için Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir? Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu hidâyete erdirmez.” (6/En’âm, 144)
“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (7/A’râf, 28)
“Öyleyse, Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kimdir? Kitap’tan kendilerine bir pay erişecek olanlar bunlardır. Nihayet elçilerimiz, hayatlarına son vermek üzere kendilerine gittiklerinde onlara diyecekler ki: ‘Allah’tan başka taptıklarınız nerede?’ ‘Onlar bizi (yüzüstü) bırakıp kayboldular’ diyecekler. (Böylelikle) Bunlar, gerçekten kâfirler olduklarına kendi aleyhlerinde şehadet ettiler.” (7/A’râf, 37)
“Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz, Allah’a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah’ın dilemesi dışında, ona geri dönmemiz bizim için olacak iş değildir. Rabbimiz, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır. Biz Allah’a tevekkül ettik. ‘Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında ‘Sen hak ile hüküm ver,’ Sen ‘hüküm verenlerin’ en hayırlısısın.” (7/A’râf, 89)
“Buzağıyı (tanrı) edinenler var ya, işte onlara mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.” (7/A’râf, 152)
“Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden ve O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Şüphesiz O, suçlu günahkârları kurtuluşa erdirmez.” (10/Yûnus, 17)
“De ki: ‘Allah’ın sizin için indirdiği sizin bir kısmını haram ve helal kıldığınız rızıktan, haber var mı? Söyler misiniz?’ De ki: “Allah mı size izin verdi, yoksa Allah hakkında yalan uydurup iftira mı ediyorsunuz?” (10/Yûnus, 59)
“Allah hakkında yalan uydurup iftira edenlerin kıyâmet günü zanları nedir? Şüphesiz Allah, insanlara karşı büyük ihsan (Fazl) sahibidir, ancak onların çoğu şükretmezler.” (10/Yûnus, 60)
“(Müşrikler:) “Allah çocuk edindi” dediler. Hâşâ! O bundan münezzehtir. O’nun (çocuğa) ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?” (10/Yûnus, 68)
“De ki: ‘Allah hakkında yalan uydurup iftira edenler, kurtuluşa ermezler.” (10/Yûnus, 69)
“Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir? İşte bunlar, Rablerine sunulacaklar ve şâhitler: ‘Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır’ diyecekler. Haberiniz olsun; Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir.” (11/Hûd, 18)
“Bir de kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, mahiyetini bilmedikleri şeylere (putlara) pay ayırıyorlar. Allah’a andolsun ki, iftira etmekte olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz!” (16/Nahl, 56)
“Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak ‘Bu helâldir, şu da haramdır!’ demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” (16/Nahl, 116)
“Korunan (iffetli) kadınlara (zina suçu) atan sonra dört şahid getirmeyenlere de seksen değnek vurun ve onların şahidliklerini ebedi olarak kabul etmeyin. Onlar fâsık olanlardır.” (24/Nûr, 4)
“Eşlerine zinâ isnâdında bulunup da kendilerinden başka şâhitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şâhitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şâhitlik etmesidir.” (24/Nûr, 6)
“Doğrusu uydurulmuş bir yalanla gelenler sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günahtan (bir ceza) vardır. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azab vardır.”
“Onu işittiğiniz zaman, erkek mü’minler ile kadın mü’minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: ‘Bu, açıkca uydurulmuş iftira bir sözdür’ demeleri gerekmez miydi?
“Onların (iftiracıların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Mademki şahitler getiremediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler.” (24/Nûr, 13)
“Eğer dünyada ve ahirette Allah’ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap isâbet ederdi.”
“Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç)tur.”
Onu işittiğiniz zaman: ‘Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah’ım) Sen yücesin; bu, büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi?
Eğer mü’min insanlarsanız, Allah, bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp uyarır.
Ve Allah âyetleri size açıklıyor. Allah, (işin iç yüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Mü’minler arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da âhirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (24/Nûr, 11-19)
“Namus sahibi bir şeyden habersiz mü’min kadınlara (zina suçu) atanlar dünyada ve âhirette lânetlenmişlerdir. Ve onlar için büyük bir azab vardır.”
O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şahitlik edecektir.
O gün Allah onlara gerçek cezalarını tastamam verecek ve onlar Allah’ın apaçık gerçek olduğunu anlayacaklardır.” (24/Nûr, 23-25)
“İnkâr eden kâfirler dediler ki: ‘Bu (Kur’an) olsa olsa ancak onun uydurduğu bir yalandır, kendisi düzüp uydurmuş ve ona bir başka topluluk da yardımda bulunmuştur.’ Böylelikle onlar, hiç şüphesiz haksızlık ve iftira ile geldiler.
Yine onlar dediler ki: (Bu âyetler), onun, başkasına yazdırıp da kendisine sabah-akşam okunmakta olan, öncekilere ait masallardır. (25/Furkan, 4-5)
“Allah hakkında yalan uydurup iftira edenlerden veya kendisine hak geldiği zaman onu yalan sayandan daha zalim kimdir? İnkâr edenlere cehennem içinde bir konaklama yeri mi yok?” (29/Ankebût, 68)
“Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara irtikâp etmedikleri (bir suç) sebebiyle (iftira atarak) eziyet edenler ise, gerçekten bir iftira ve açık bir günah yüklenmişlerdir.” (33/Ahzâb, 58)
“Acaba o, yalan yere Allah’a iftira mı etmiştir? Yoksa onda delilik mi var?’ (dediler). Hayır! Âhirete inanmayanlar azaptadırlar ve derin bir sapıklık içindedirler.” (34/Sebe’, 8)
“Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman demişlerdi ki: Bu, sizi babalarınızın taptığı (putlardan) çevirmek isteyen bir adamdan başkası değildir. Ve yine bu (Kur’an) da uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir, dediler. Hak kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler de: Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, dediler.” (34/Seabe’, 43)
“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (49/Hucurât, 6)
“Ey Peygamber, mü’min kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira düzüp-uydurmamak (gayri meşru olan bir çocuğu kocalarına dayandırmamak), ma’ruf (iyi, güzel ve yararlı bir iş) konusunda isyan etmemek üzere, sana biat etmek amacıyla geldikleri zaman, onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret iste. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (60/Mümtehıne, 12)
“İslâm’a çağırıldığı halde Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?! Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.” (61/Saff, 7)
Hadis-i Şeriflerde İftira Kavramı
“Kim bir mü’mini bir münâfığa (gıybetçiye) karşı himâye ederse, Allah da onun için, Kıyâmet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu, Kıyâmet günü, cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından temizlenip) çıkıncaya kadar hapseder.” (Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no: 4883, 4/270)
“İftira yönüyle insanların en büyüğü, bir adamı hicveden ve tümüyle bir kabileyi hicveden kimsedir. Kezâ, babasını inkâr edip annesini zinâ ile itham eden kimsedir.” (Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 487)
“Kim benim üzerime (bilerek) yalan söylerse, cehennemdeki oturacağı yere hazırlansın.” (Buhârî, İlm 49-51, Enbiyâ 128, Zühd 72; Müslim, Mukaddime 1-3; Ebû Dâvud, İlm 4, hadis no: 3651; İbn Mâce, Mukaddime 4, hadis no: 30-37; Tirmizî, İlm 8, hadis no: 2796-2798)
“Benim ağzımdan yalan söylemek, başka bir kimse ağzından yalan söylemek gibi değildir. Kim bile bile benim ağzımdan yalan uydurursa, ateşteki yerine hazırlansın.” (Buhârî, Cenâiz 50; Müslim, Mukaddime, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 31).
“Yalan olduğunu zannettiği bir hadisi benden nakleden kimse, yalancılardan biridir.” (Müslim, Mukaddime I/9; Tirmizî, İlim 9)
“Şüphesiz benim üzerimden söylenen bir yalan, başka birinin üzerinden söylenen yalan gibi değildir. Şimdi, kim (kasden) benim üzerimden yalan söylerse (benim söylemediğim bir sözü bana isnâd eder, hadis uydurursa), cehennemdeki yerine hazırlansın!” (Müslim, Mukaddime 4; Buhârî, İlim 47-51)
“Benden çok hadis rivâyet etmekten kaçının. Her kim benim üzerimde (benim ağzımdan) bir şey söylemek isterse, hak veya doğru söylesin. Kim, benim söylemediğim bir sözü, kasden uydurup bana isnad ederse, cehennemdeki yerine yerleşsin.” (İbn Mâce, Mukaddime 35; Dârimî, Mukaddime 243)
“Benden hadis rivâyet edin, zararı yok. Ama her kim benim üzerime kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Müslim, Zühd 72)
“Kim yalan olduğu zannedilen bir sözü benden (bana nisbet ederek) rivâyet ederse, kendisi de yalancılardan biridir.” (Müslim, Mukaddime 1; İbn Mâce, Mukaddime 38-41; Tirmizî, İlm 9, hadis no: 2799)
“(Üç şey) Yalan ve iftirânın en büyüklerindendir: Kişinin, kendi babasından başkasına nesep iddia etmesi; Veya rüyâsında görmediği bir şeyi kendi gözüne göstermesi (rüyâsında görmediği bir şeyin kendisine rüyâda gösterildiğini iddiâ etmesi); Yahut da Rasûlullah’ın söylemediği bir şeyi ‘söyledi’ demesi.” (Buhârî, Menâkıb 18)
“Âhir zamanda birtakım deccallar, yalancılar çıkacak. Size, sizin ve babalarınızın işitmediği hadisler getirecekler. Aman onlardan sakının! Sizi sapıtarak fitneye düşürmesinler!” (Müslim, Mukaddime 7)
“Her işittiğini söylemek, bir insana yalan olarak kâfîdir. (Müslim, Mukaddime 5). “Kişiye, işittiği her sözü söylemesi, günah yönünden yeter (ve artar).” (Ebû Dâvud, Edeb 88, hadis no: 4992)
İtirânın En Çirkini: Allah’a ve Dine İftirâ
Bilindiği gibi, iftirâ; uydurmak demektir. Uydurmaların en çirkini de Allah adına yapılan uydurmalardır. Yani, Allah’a âit olmayan bir sözü O’na nisbet etmek, O’nun hükmü olmadığı halde, O’nun hükmü diye bir şeyi O’na atfetmek iftirâların en kötüsüdür.
İftirânın en çirkin Allah’a iftira edip yalan uydurmak olduğu gibi, Allah’a şirk/ortak koşmak da Allah’a yapılan iftiranın en büyüğü ve en çirkinidir. “Allah, Kendisine şirk/ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a şirk/ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir. Şu kendilerini övüp yüceltenleri görmedin mi? Hayır, ancak Allah dilediğini yüceltir, onlara kıl kadar zulmedilmez. Bak, nasıl Allah’a iftira edip yalan uyduruyorlar? Apaçık bir günah olarak bu, (onlara) yeter.” (4/Nisâ, 48-50). “Yoksa, onların, kendilerine, Allah’ın izin vermediği şeriat/hüküm/din olarak koyan ortakları mı var? Eğer (bir süre fırsat verilmesi hakkında) karar olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Kuşkusuz zâlimler için acı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21). Bu âyette de, uydurdukları hurâfelere Allah’ın dini diye bağlananlar kınanmakta, Allah’ın onayı olmadan hiç kimsenin din hükmü koymağa hakkı olmadığı vurgulanmaktadır. Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur. Müşriklerin ortaya attıkları hükümlere Allah izin vermemiştir. Onların uydurdukları gelenekler, Allah’ın hükümleri değil, şeytanların telkinleridir. Allah böyle şeylerden hoşlanmaz. Şâyet ezelde kullarına bir süre vermeyi, cezâlarını ertelemeyi veya âhirete bırakmayı kararlaştırmış olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir, helâk edilirlerdi. Fakat Allah, ezelî kararı uyarınca onların cezâlarını ertelemektedir. O zâlimler, zamanı gelince şiddetli bir cezâya çarptırılacaklardır.
7/A’râf sûresi 37-39. âyetlerde, Allah’a iftira ederek kendiliklerinden Allah adına helâl ve haram koyanların, ya da Allah’ın âyetlerini yalanlayanların en zâlim kimseler oldukları vurgulanıyor, bunlara kitaptan nasiplerinin ulaşacağı belirtiliyor. Yani, ezelde yazılmış, haklarında takdir edilmiş olan pay, kendilerine mutlaka ulaşır. Bu pay ya Allah’ın azâbıdır veya dünyada onlara takdir edilmiş bulunan rızıkları, amelleri ve ömürleridir. Bu anlam, sözgelimine daha uygundur. Bu insanlar, Allah’ın yazgısında kendilerine takdir edilmiş bulunan rızıkları alırlar, nihâyet dünya ömrünü tüketip can verme durumuna gelirler. İşte bunların, dünyadan ayrılış durumları şöyle tasvir ediliyor: Şimdi melekler, onların canlarını alırken, Allah’tan başka tanrı diye yalvardıklarının nerede olduklarını sorarlar. Eğer o yalvardıkları şeyler tanrı olsalardı, şu en zor durumda bulunan tapanlarına yardım ederlerdi, onları ölümden kurtarırlardı. Fakat o tanrılardan hiçbiri yok. Ömür boyu onlara tapıp, şimdi can alan meleklerle yapayalnız karşılaşan güçsüz, zavallı insanlar, artık gerçeği itiraftan başka çare bulamazlar. “Bizden kayboldular” derler. Böylece dünyada inkâr etmiş olduklarına dâir kendi aleyhlerine tanıklık ederler.
“Allah’a karşı iftira edip yalan uydurandan, ya da kendisine bir şey vahyedilmemiş iken ‘bana vahyolundu’ diyenden ve ‘ben de Allah’ın indirdiği gibi indireceğim’ diyenden daha zâlim kim olabilir? O zâlimler ölüm dalgaları içinde, melekler ellerini uzatmış: ‘Haydi canlarınızı çıkarın, Allah’a hak/gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı büyüklük taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azâbıyla cezâlandırılacaksınız!’ (derken) onların halini bir görsen!” (6/En’âm, 93). Bu âyette; Allah’a yalan uyduran, yani kendi uydurduğu sözü, Allah’ın sözü diye ileri süren, ya da vahiy almadığı halde kendisine vahiy geldiğini söyleyen, veya kendisinin de Allah’ın indirdiği gibi âyetler indirebileceğini iddiâ eden kimseden daha zâlim birinin olmayacağı vurgulanıyor ve bu tür iddiâlara sapan zâlimlerin, can verirken düşecekleri çetin durum anlatılıyor.
Melekler, onların canlarını almak üzere ellerini onlara uzatırlar: “Haydi, canlarınızı çıkarıp verin, yahut haydi bedenlerinizden çıkıp elimize gelin! Allah’a karşı gerçek dışı sözler söylediğinizden ve Allah’ın âyetlerini kabul etmeyip böbürlenmenizden dolayı bugün alçaklık azâbıyla cezâlandırılacaksınız!” derler. Büyüklük taslayanlara, böbürlenenlere en uygun cezâ, alçaklık azâbıdır. Burada böbürlenen, kasılanlar orada alçaltılırlar.
Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın vahyi olmayan şeyleri Allah’ın vahyi şeklinde göstermeyi, Allah adına din hükümleri koymayı en büyük zulüm sayar ve Kur’an’ın, Allah’a iftira olmayıp, sadece vahiy olduğu birçok âyette vurgulanır.
10/Yûnus sûresi, 69-70. âyetlerde; uydurdukları iftirâyı, yalanı Allah’ın üstüne atan, kendi bâtıl düşünce ve inançlarını Allah’ın buyruğu gibi gösterenlerin felâha ulaşamayacakları/onmayacakları, şu dünyada azıcık yaşadıktan sonra Allah’ın huzuruna gidip hesap verecekleri ve inkârlarından dolayı Allah’ın onlara şiddetli azâbı tattıracağı vurgulanmaktadır.
Yine, şu âyetler de, bu büyük zulmü konu alır: “Allah’a iftirâ eden/yalan uyduran, ya da O’nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kim olabilir?…” (7/A’râf, 37). “Uydurduğu iftirayı/yalanı Allah’ın üzerine atan, yahut O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Şüphesiz mücrimler/suçlular asla felâh bulmazlar/onmazlar.” (10/Yûnus, 17). “Allah’a iftira edip yalan uyduranlardan daha zâlim kim olabilir? Onlar Rablerine sunulacaklar. Şâhitler de: ‘İşte Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır’ diyecekler. İyi bilin ki, Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir.” (11/Hûd, 18). “Kâfirler: ‘Bu, yalandan başka bir şey değildir. (Muhammed) onu uydurdu, başka bir topluluk da kendisine yardım etti’ dediler ve kesin bir zulme ve iftirâya vardılar.” (25/Furkan, 4). Ve yine bkz. 3/Âl-i İmrân, 94; 6/En’âm, 21; 10/Yûnus, 37-40, 59-60; 11/Hûd, 13; 35; 12/Yusuf, 111; 18/Kehf, 7; 23/Mü’minûn, 38; 29/Ankebût, 68; 32/Secde, 3; 39/Zümer, 32; 42/Şûrâ, 24; 46/Ahkaf, 8)
10/Yûnus sûresi, 59. âyetinde, müşriklere, Allah’ın indirdiği rızıkların bazısına haram, bazısına helâl damgasını neden vurduklarını, bu hususta Allah’tan izin mi aldıklarını, yoksa Allah’a iftira mı ettiklerini inkâr şeklinde sorulmaktadır. En’âm sûresinde daha ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere müşrikler, çeşitli hayvanlar hakkında haram, helâl hükümler koymuşlardı. Kendi kendilerine koydukları bu hükümleri de İlâhî emir sanıyorlardı. İşte âyet, onların kendi kendilerine koydukları bu hükümlere, tabulara bağlanmalarını ve hurâfelere kapılarak Allah’ın yarattığı güzel şeyleri haram saymalarını, Allah’ın nimetlerine şükredecekleri yerde, kendi vehimleriyle o nimetlere yasaklar koymalarını kınamakta, bunu Allah’a karşı nankörlük saymaktadır. Devamındaki 60. âyette de, uydurdukları yalanı Allah’ın hükmü diye gösterip Allah’a iftirâ etmiş olanların, Kıyâmet gününde hallerinin nice olacağı soruluyor: “Allah’a iftira edenler, yalan uyduranlar Kıyâmet gününde durumlarının ne olacağını sanıyorlar? Onlar o gün kurtulacaklarını mı zannediyorlar?” deniyor. Bu sûretle onların, Allah’ın cezâsından kurtulamayacakları vurgulanıyor.
Müşrikler, bâtıl düşüncelerle, hurâfeci geleneklere dayanarak Allah’ın güzel nimetlerinden bir kısmını kendilerine haram saymışlardı. Bugün de böyle birtakım geçersiz kıyaslara, akıl yürütmelerine, tutarsız sözlere dayanarak birçok nimeti haram kılan kimseler vardır. Âyet, kendi akıllarıyla böyle yasaklar koyan herkesi uyarmaktadır.
“Onlar bir fâhişe/kötülük, aşırılık yaptıkları zaman; ‘Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti’ dediler. ‘Allah kötülüğü emretmez’ de. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz? De ki: ‘Rabbim bana adâleti emretti. Her mescidde yüzlerinizi O’na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak O’na yalvarın (Allah’a hiçbir benzer, eş, şirk/ortak koşmadan, gönlünüze başka sahte tanrılar getirmeden sırf Allah’a yönelerek O’na kulluk edin). İlkin sizi yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz. (O) Bir topluluğu doğru yola iletti, bir topluluğa da sapıklık hak oldu. Çünkü onlar, şeytanları Allah’tan başka dostlar tuttular ve kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlar.” (7/A’râf, 28-30). Bu âyetlerin Kâ’be’yi çıplak tavaf etme geleneğini kınamak üzere indiği rivâyet edilir. Tefsirlerde açıklandığına göre, Kureyş dışındaki Arap kabileleri, Kâ’be’yi tavaf etmek istediklerinde, içinde günah işlenmiş olması ihtimali bulunan bir elbise ile tavaf etmemek için, normal giysilerini çıkarır, özel giysi giyer veya havlu kuşanırlardı. Bu elbise veya havluları, Kâ’be’nin Kureyşli bekçileri, ücret karşılığında verirlerdi. Kureyşliler normal giysileri ile tavaf ederken, taşradan gelenlerin, oradan satılan havluyu kuşanması, Kureyşliler için kârlı bir işti. Elbise veya havlu kiralamaya parası olmayan taşralılar, -kadın olsun, erkek olsun- giysilerini çıkarıp çıplak tavaf eder ve bunu Hz. İbrâhim’in, Allah’ın buyruğu ile yerleştirdiği bir hac geleneği sanırlardı (İbn Kesir, Tefsîr, II/209). Bu âyetler, câhiliyye Araplarının bu hareketlerini reddetmekte, delilsiz olarak ataların koydukları bâtıl gelenekleri körü körüne taklit etmeyi kınamaktadır.
“Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü ‘şu helâldir, şu haramdır’ demeyin, sonra Allah’a karşı iftira/yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı iftira edip yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar. Azıcık yaşama(nın ardından), onlara acı bir azâp gelecektir.” (17/Nahl, 116-117). Bu âyetlerde de kendi düşünceleriyle, Allah adına helâl ve haram koyanların, dinde olmayan şeyleri dine sokanların iflâh olmayacakları, azıcık yaşayıp sonra acı azâba çarpılacakları vurgulanıyor. Böylece birtakım akıl yürütmelerle, kıyaslarla, gerçekte mubah olan yiyecekler üzerine yasaklar koyarak dini zorlaştırmanın, Allah’a iftirâ ve büyük bir suç olduğu belirtiliyor.
İnsanlar arasında sadece kendilerinin Allah katında özel bir yeri olduğunu sanmak, cenneti kendilerine özgü kılmak, cehenneme gitseler dahi bir süre sonra çıkacaklarını, ama kendileri dışında kalan toplulukların ebedî cehennemde kalacaklarını sanmak da Allah’a iftirâdır. Çünkü Allah ne yahûdilere, ne de başka uluslara kesin bir ayrıcalık tanımıştır: “Yahûdi veya hıristiyan olandan başkası cennete girmeyecek’ dediler. Bu, onların kuruntusudur. De ki: ‘Doğru iseniz, delilinizi getirin.” (2/Bakara, 111). “Bu hareketleri, onların: ‘Bize ateş, sayılı birkaç günden başka dokunmayacak’ demelerinden ileri gelmektedir. İftira edip uydurdukları şeyler, onları dinlerinde yanıltmıştır.” (3/Âl-i İmrân, 24) (6)
Cehennemlik İftira: Uydurma Hadisler
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim benim üzerime (bilerek) yalan söylerse, cehennemdeki oturacağı yere hazırlansın.” (Buhârî, İlm 49-51, Enbiyâ 128, Zühd 72; Müslim, Mukaddime 1-3; Ebû Dâvud, İlm 4, hadis no: 3651; İbn Mâce, Mukaddime 4, hadis no: 30-37; Tirmizî, İlm 8, hadis no: 2796-2798)
Kendi hevâsından konuşmayan, söylediklerini kendisine Allah tarafından vahyolunan (53/Necm, 3-4) yegâne hayat önderimiz ve örneğimiz Rasûlullah (s.a.s.), yegâne hayat nizamı İslâm’ın ikinci ana kaynağı olan Sünnet’in korunması için böyle buyurmaktadır. İslâm’ın birinci ana kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim, Rabbimiz Allah tarafından koruma altına alınmıştır (15/Hıcr, 9).
Kur’ân-ı Kerim, Rabbimiz Allah tarafından korunduğu için İslâm düşmanları, onun metnine herhangi bir ihânet yapamamış; ekleme, çıkarma, ya da mânâdan dolayı tahrifte bulunamamışlardır. O hâinler, hadislere yönelmiş ve Rasûlullah (s.a.s.)’ın söylemediği sözleri O’na mal ederek insanlar arasında yaymaya çalışmışlardır. Rasûlullah (s.a.s.), bu ihâneti önlemek için mâlum hadisi ve benzeri hadisleri beyan buyurmuştur. Böylece Sünnetin de korunmasını sağlanmaya çalışılmıştır.
“Benim ağzımdan yalan söylemek, başka bir kimse ağzından yalan söylemek gibi değildir. Kim bile bile benim ağzımdan yalan uydurursa, ateşteki yerine hazırlansın.” (Buhârî, Cenâiz 50; Müslim, Mukaddime, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 31).
‘Mevzû’nun kelime anlamı; uydurulan, iftira edilen, konulan şey demektir. Kavram olarak ‘Mevzû Hadis’; Çeşitli maksatlarla uydurulup Peygamberimize iftira edilerek rivâyet edilen haberlerdir. Bir şeyi Peygamberimiz söylemediği, yapmadığı halde, ‘O söyledi, O yaptı’ şeklinde rivâyet edlilip anlatılan sözlere ve haberlere ‘mevzû’ hadis’ denmiştir.
Bunlar, peygamberimize nisbet edilerek söylenen sözlerdir. Bu açıdan hadis değildirler. Ancak onların Peygamber adına uydurulduğunu belirtmek için ‘mevzu hadis’ denmiştir. Yine bu sözlerin uydurma olduğunu belirtmek için; ‘Muhtelak-icad edilmiş, Masnû’-uydurulmuş’ kavramları da kullanılmıştır.
Peygamberimizin sağlığında O’nun aleyhine söylenen sözler ve yapılanlar vahy ile ortaya çıkıyordu. O’nun vefatından sonra vahy kesilmişti. Dolayısıyla kötü niyetli insanlar meydanı boş bulunca işlerine geldiği gibi hadis uydururlar, fitneler çıkardılar. Uydurma hadis işinin Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra başladığı sanılmaktadır. Peygamberimizi gören sahabelerin böyle bir hata yapmayacakları açıktır. Daha sonradan gelenler çeşitli sebeplerle hadis uydurmuşlar, İslâm’ın saf olarak anlaşılmasına engeller çıkarmışlar ve fitnelerin çıkmasına zemin hazırlamışlardır.
Bugün ellerde dolaşan nice kitap, risale, takvim ve broşürlerde, halk arasında hadis diye yer alan bir çok söz aslında hadis değildir. Bunların pek çoğu konunu uzmanı ilim adamları tarafından bilimsel bir yöntemle yazılmamışlardır. İçlerinde derme-çatma, kulaktan dolma, bilgiler ve hadis diye söylenen sözler yer almaktadır. Müslümanlar Peygamberimize ve O’nun mübârek sözlerine saygı duydukları için, hadis diye rivayet edilen her haberi doğru sanmaktadırlar. Bu asılsız haberler yüzünden de İslâm’ı yanlış tanıyorlar. Ya boş ümitlerin peşine gidiyorlar, ya da yerli yersiz bir korkuya düşüyorlar.
“Peygamberimiz bir hadisinde buyuruyorlar ki” diye rivayet edilen her haberin kaynağı mutlaka bilinmeli, mümkün ise sorulmalı. Peygamberimize nisbet edilen bu haber nerede geçmektedir, hangi kitaptan alınmıştır, kaynağı neresidir? Hadis tarihini biraz okuyanlar bu konuda yapılan hataları daha iyi görürler. Bu gün hadis diye bilinen birçok haberin, aslında hadis olmayıp, yalancıların uydurmaları olduğunu anlarlar.
Peygamberimiz (s.a.s.), kendisi hakkında yalan söylemeyi şiddetle yasaklamıştır. Bu açık tehdide rağmen, insanlar çeşitli sebeplerle hadis uydurmuş ve bunları insanlar arasında yaymışlardır. Hadis uyduranlar, uydurdukları sözler için ‘hadis senedi-rivayet eden raviler zinciri’ de uydurmayı ihmal etmediler. Sözlerine inanılsın diye en güvenilir ravilerin adlarını kullandılar.
Hadis uydurmanın birkaç sebebi tesbit edilmiştir:
1- İslâm düşmanlığı; İslâm, hem peygamberimizin hayatında hem de O’nun vefatından sonra hızla yayılmıştı. Çıkarları elden giden, konumları değişen, taassup sahibi gayri müslimler ve kötü niyetli münafıklar sırf Islâma zarar vermek için hadis uydurdular.
2- Fırka (parti), mezheb, kabile ve ırk taassubu; bazıları kendi grubunu, mezhebini, kabilesini üstün göstermek için peygamberimizden yalan haber rivayet ettiler.
3- İslâm’a hizmet etmek arzusu; bir takımları da iyi niyetli, insanları Islâma ve ibadetlere ısındırmak için bol bol hadis uydurdular.
4- Şahsî çıkar sağlamak için; bazıları da bu yolla dünyalık kazanmaya, insanlar arasında itibarlarını yükseltmeye çalıştılar, kendilerine bilgin görüntüsü verip saygı sağlamaya uğraştılar.
5- Halifelere ve sultanlara yaranmak için; bazıları da yöneticilerin gözüne girmek, onlardan bahşişler koparmak için hadis uydurmuşlar, onların sevdiği şeylerle ilgili, onları öven hadisler rivayet etmişlerdir.
Hangi sebeple olursa olsun hadis uydurma işi Islâma ve müslümanlara büyük zararlar vermiştir. Bu faaliyet hem dinin özünü zedelemiş, İslâm’ın anlaşılmasını zorlaştırmış, hem din adına bir sürü saçmalıklar ortaya çıkmış, hem de müslümanlar arasında anlaşmazlıklar, grupçuluk ve taassup artmıştır.
İslâm tarihini ilk dönemlerinde hadis uydurma işlerinin çoğalması üzerine, yetkin hadis alimleri hadisleri sağlam bir yolla derlediler. Hadis hocalarını ağızlarından ve kitaplarından toplayıp sistematik bir şekilde yeni kitaplara kaydettiler. Hadis ilmini geliştirdiler. Hadis derlemeye, rivayet etmeye ve hadislerin sağlam veya zayıf oluşlarına ait prensipler, kurallar ve terimler geliştirdiler. Peygamberimize ait olan haberlerle uydurma haberlerin açıkca belli olması için ellerinden gelen çalışmaları yaptılar. Böylece onların sağlam bir yolla daha sonraki nesillere ulaşmasını sağladılar.
Kaynağı ve rivâyet edeni belli olmayan, akla ve İslâm’a uymayan ve hadis diye rivâyet edilen haberlere şüphe ile bakmak, gerçekten Peygamberimiz’e ait olup olmadığını bilmek zorundayız. (7)
Sünnetin temiz ırmağını bulandırmak için, onun bir bölümünü oluşturan hadisleri tahrif etmek en uygun yoldu. İsrâiloğulları, tahrifata ekonomik çıkarlar yüzünden girişmişlerdi. Müslümanlar ise tahrif işine siyasal çıkarlar yüzünden bulaştılar.
İlk uydurulan rivâyetler, hizip savaşlarında kullanılmak için uyduruldu. Örneğin “Kaderiyye, bu ümmetin mecûsîleridir.” Sözü, bunlardan biriydi. Rasûlullah’ın vefatından onlarca yıl sonra ortaya çıkan bir mezhep hakkında, onun ağzından yalan uydurmaktan çekinmemişlerdi Kaderiyye’nin muhâlifleri. Tabii, Kaderiyye de karşı taraf için uyduruyordu. Mürcie hakkında hadis diye uydurulan şu söz onlardan biri: “Mürcie’ye 70 peygamberin dili lânet okusun.” (Bağdâdî, el-Fark, beyn’el-Fırak, s. 190)
Uydurmacılık, sadece kelâmî mezhepler arasında kalmıyor, fıkhî mezhepleri de kapsıyordu. Müfrit bir hanefî mezhebi müntesibinin uydurduğu şu söz bunlardan biri: “Allah Rasûlü buyurdu: “Ümmetimden bir adam çıkar. Ona denilir ki Muhammed bin İdris (İmam Şâfiî). O adam ümmetime İblisten daha zararlıdır. Yine ümmetimden bir adam çıkar, ona Ebû Hanife (İmam Âzam) denilir. O ümmetimin kandilidir.” (Zehebî, el-Mîzân III/129; Cezerî, Câmiu’l-Usûl, I/137)
Allah Teâlâ ise Kur’an’ın uydurma olmaktan münezzeh olduğunu şöyle açıklıyordu: “Bu uydurma bir hadis değildir. Ancak kendinden öncekileri doğrulayan, her şeyi açıklayan ve inanan bir toplum için rehber ve rahmettir.” (12/Yusuf, 111). Uydurmacılığın en tehlikeli yanı, Allah’ın koyduğu haram ve helâl sınırlarını değiştirmekti. İsrâiloğullarına mubah olan birçok şeyi hahamların haram kıldığını Kur’an’dan öğreniyoruz: “Tevrat indirilmeden önce, İsrâil’in kendisine haram kıldığı şeyler dışında İsrâiloğullarına bütün yiyecekler helâldi. De ki: ‘Getirip okuyun Tevrât’ı, eğer doğruysanız?” (3/Âl-i İmrân, 93)
İsrâiloğulları âlimleri bu fazladan haram ve yasak koyma işini çıkar yüzünden yapıyorlardı. Şöyle ki: Tevrat herkesin elinde bulunan bir kitaptı. Âlimler Tevrat’ta olmayan birtakım yasaklar uydurdular. Sıradan insanlar Tevrat’a bakıp bu yasağı göremiyorlar ve doğruca bu bilginlere geliyorlardı. Onlar da, “siz Kitab’ı tek başınıza anlayamazsınız, kitap dışında sizin bilmeyip bizim bildiğimiz hükümler var, onları ancak bizden öğrenebilirsiniz” diyorlardı. Böylelikle, halk helâl ve haramı doğrudan Kitap’tan öğrenme yerine hahamlardan öğrenmek mecbûriyetinde bırakıldı. Din adamları sınıfı bu işten hayli para kazanıyordu. Onun için de insanlara Kitab’ı öğretme yerine, onları ikinci üçüncü sınıf bilgilerle oyalama yoluna başvuruyorlardı. Tabii böylece Tevrat’ı bilen insanların sayısı azalıyordu. Giderek bir avuç hahamın tekeline giren Tevrat’ı ise tahrif etmek hiç de zor olmuyordu. Nasıl olsa halk Kitab’ı bilmiyordu. Bu sebepten olsa gerek ki Rabbimiz Kur’an’ında berrak ve net bir biçimde ilkeyi koymuştu: “Allah size haram kıldığı şeyleri geniş bir şekilde açıklamıştır. Doğrusu birçokları bilmeden keyiflerine uyarak halkı şaşırtıyorlar.” (6/En’âm, 119)
Şeriatların maksatlarından biri olan “eşyada asıl olanın mubahlık olduğu” ilkesi; giyecek, yiyecek, resim, müzik, beşerî münâsebetler konularında askıya alınarak, şeriatın koymadığı bir yığın yasak , İslâm adın ainsanlara dayatılıyordu. Bu durum, daha önce İsrâiloğullarının başından geçen bir sapma eğiliminin bu ümmetteki karşılığı olsa gerek. Bu da Kur’an’ın deyimiyle “Allah’ın insanlar için yarattığı güzellikleri yasaklamak”tır ki, Kur’an öyle soruyor: “Sor: Kim yasakladı Allah’ın kulları için meydana getirdiği süsü ve güzel rızıkları? De ki; o dünya hayıtnda iman edenler için de var, kıyâmet günü ise yalnızca onlarındır.” (7/A’râf, 32)
Bilinen bir husustur ki, şeriatta bir şeyin helâllığına değil, haramlığına delil aranır. Allah’ın koyduğu sınırları çiğnemek ne kadarbüyük isyansa, Allah’ın serbest bıraktığı bölgelere yeni sınırlar koymak da o kadar büyük isyandır. İsrâiloğulları âlimleri böyle yapmış, halk da onların helâl kıldıklarına helâl, haram kıldıklarına da haram olarak inanmışlardır. Halkın bu inancını Allah’a şirk koşmak olarak niteleyen Kur’an’ın sesine kulak verelim: “Allah’ı bırakıp hahamlarını ve râhiplerini rabler edindiler.” (9/Tevbe, 31)
Ehl-i kitaba mensup din âlimlerinden birinin bu âyet hakkında Rasûlullah’a; “ama onlar hahamlara ve râhiplere ibâdet ve secde etmiyorlardı ki” demesi üzerine Rasûlullah âyeti şöyle açıklamıştı: “Kuşkusuz onlar din adamlarına ve ulularına tapmıyorlardı. Lâkin onlar bunların serbest bıraktıklarını helâl kabul ediyorlar, yasakladıklarını da haram kabul ediyorlardı.” (Tirmizî, Tefsir 9, hadis no: 3095). Rasûlullah’ın bu tefsirini 3/Âl-i İmrân 93 ve 6/En’âm, 122 âyetleri de pekiştiriyor.
Allah’ın koymadığı yasakları koymak sünnetullaha aykırı olduğu gibi, fıtrata da aykırıydı. Çünkü, eğer vahiy bir konuda yasak koymamışsa, elbette bunun bir hikmeti vardı. Bu hikmet dün çıkmamışsa bugün, bugün değilse yarın kendini gösterebilirdi. Çünkü din evrenseldi ve getirdiği kurallar da kutup Eskimolarından Avusturya Aborijinlerine, Tibet doruğundaki insanlardan Guatamala yerlilerine varana kadar, bütün bir insanlığın ihtiyacını karşılayacak çapta olmalıydı.
Arap ırkına has hayat tarzını, giyim stilini, damak zevkini, estetik anlayışını din pâyesi altında tüm dünyaya dayatmaya kalkmak, öncelikle dinin “değişken” ve “sâbitelerini” birbirine karıştırmak demekti. Bu, dinde lâubâlileşme sonucunu doğururdu. Çünkü insanlar, hayatî sorunlarını çözmede hiç gereği yokken yerli-yersiz din ile karşı karşıya getirildiğinde, din kalabalıkların dini olmaktan çıkıp bir seçkinler sınıfının dini olmaya başlıyor, kalabalıklar ise artık dinin değişmez değerlerine karşı lâubâlileşiyordu. Bu, tam da İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ”dan sonra dinlerine karşı lâubâlî oluş serüveninin aynısıydı.
Dün, tiyatro konusunda konulan sınırı belirlenmemiş yasakların ardından bugün “İslâmî tiyatronun farziyyeti” derecesine, dün “erkek çocuklarını dahi okula göndermeme” ifrâtının ardından bugün delikanlı kızların okuması hatırına “başlarını açıversinler canım” tefrîtine, dün vesikalık resmin dahi zarûrete binâen tecvîzinden, bugün Altın Portakala aday “hidâyet filmleri”ne, dün telli çalgıların haramlığından bugün telli çalgıların, yanında dut yemiş bülbüle döndüğü orglar ve orkestralar eşliğinde verilen “İslâmî konser”lere, dün dinlenmesi “haram” olan radyodan bugün kurulması “farz” olan televizyon istasyonuna kadar bir yığın örnek, yukırda vardığımız yargıyı sadece doğrulamakla kalmıyor, içine düşülen çıkmazı da bir kara mizah halinde gözlerimizin önüne seriyor.
Hadis uydurmacılığı bahsinde önemli bir konu da İsrâiliyyat’tır. İsrâiliyyat, önceleri İsrailoğulları kaynaklı tüm rivâyetlere verilen bir isimken, dah asonra İslâm kültürüne girmiş tüm yabancı kaynaklı bilgilerin ortak ismi haline gelmiştir. Uydurma olduğu kesin olan İsrâiliyyata karşı Rasûlullah’ın tavrına şu rivâyet delildir: Rasûlullah’a elinde İsrâiloğullarına ait kitaplardan biriyle gelen Hz. Ömer’i Rasûlullah azarlamıştı (Ahmed bin Hanbel, III/378).
Deccal, dünya, kıyâmet gibi birçok konuda yığınlarca rivâyet hadis diye nakledilir. Birçoğunun aslı araştırıldığında bunların İsrâiliyyattan olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak kimi râvîler mârifetiyle bu rivâyetler Rasûlullah’ın ağzından çıkmış gibi nakledilmektedir. Bu gibi rivâyetlerin asıl kaynağı olan Kâ’bu’l-Ahbar, Vehb Bin Münebbih gibi kimselerden bazı sahâbîler dahi rivâyet etmişlerdir. Bir sahâbînin kendisinden sonraki nesle mensup birinden rivâyetine usûlde “tedlîs” denir. (8)
Rasûlullah (s.a.s.), katıksız iman sahiplerini, mevzû hadis uyduranlara karşı uyarmış, bu konuda hassas davranmaya dâvet etmiştir. Hayat nizamı İslâm’ın korunması, ana kaynakları olan Kitab, yani Kur’ân-ı Kerim ve Rasûlullah (s.a.s.)’ın Sünnetinin korunmasıyla gerçekleşir. Bu iki ana kaynak düşman saldırılarından çok iyi muhâfaza ve müdâfaa edilmelidir. Kur’an’ı, yanlış anlama ve anlatmadan korumak gibi, Rasûlullah (s.a.s.)’a nisbet edilerek uydurulan hadisleri ayıklamak ve bu hareketi durdurmak gerekir. Mevzû hadisler, ümmete çok zarar vermiştir, hâlâ zarar vermeye devam etmektedir.
Mevzû, lügatta vaz’dan ism-i mef’ûldür. Vaz’; iskat etmek, terk etmek, iftirâ ve ihtilâk etmek mânâlarına gelir. Hadis ıstılahında ise, kelimenin bu son mânâsına uygun olarak, Hz. Peygamber’in söylemediği bir sözü, yalan ve iftirâ ile O’na nisbet etmektir ki, bu mânâda mevzû’, yalan ve iftirâ ile Hz. Peygamber’e nisbet edilmiş söz demektir. “Başta İslâm Dini’ne kastedenler olmak üzere, mensup oldukları siyasî fırka ve hizipleri, fıkhî mezhepleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini, peşinden gittikleri imam ve yöneticileri methetmek, halife ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, câmi ve mescidlerde vaaz ettikleri cemaatin teveccühüne nâil olmak, halkın dinî emir ve nehiylere karşı rağbetini arttırmak maksadıyla din düşmanlarının, yalancıların ve câhillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadis râvîlerinden düzdükleri isnadlar ekleyerek hadismiş gibi Hz. Peygamber’i iftirâ ile isnad ettikleri sözlere mevzû/uydurma hadis adı verilmiştir (Talât Koçyiğit, Hadis Usûlü, Ank. 97, s. 276, 97).
Bu sözleri, beyan edilen sebeplerden dolayı uydurup Rasûlullah (s.a.s.)’a nisbet edenlerin hükmü için Ahmed Naim, “Sahih-i Buhârî” şerhinde şunları kaydeder: “Kizbden (yalandan) murad, kizb ale’r-Rasûl’dür. Nebî Efendimizden buyurmadıkları bir sözü, müteammiden rivâyet etmekle itham olmak metâinin en şiddetlisidir. Hatta böyle bir sözü, Peygamber hadisi diye uyduran müfterînin küfrüne kail olanlar vardır. Böyle olan hadise, mevzû veya mübtelak derler. Mevzû haber (hadis) ile amel, mutlaka haram olduğu gibi, kısasa, ahkâma, terğîb ve terhîbe, hâsılı her neye dâir olursa olsun mevzû olduğunu bile bile ve beyan etmeksizin onu rivâyet etmek de haramdır.” (S. Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, DİB Y. 1980, c. 1, s. 282)
Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim şerhinde bu konuda şunları beyan etmektedir: “Rasûlullah’ın üzerinden yalan uydurmak ve O’nun söylemediği bir sözü O’na isnad etmek büyük bir günah ve en çirkin bir iftiradır. Yalnız bu yalanın helâl olduğuna inansa, dinden de çıkar. Ulemâca meşhur olan mezhep budur. Ebû Muhammed el-Cuveynî, Peygamber (s.a.s.)’in üzerinden kasten yalan uyduran kimsenin küfrüne hükmeder, boynunun vurulmasına fetvâ verirdi. Fakat oğlu İmamü’l-Harameyn, bu kavli zayıf bulmuştur.” (A. Dâvudoğlu, S. Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Y. 1977, c. 1, sz. 20)
Ebû Katâde’den: “Rasûlullah (s.a.s.) minber üzerinde şöyle buyurdu: “Benden çok hadis rivâyet etmekten kaçının. Her kim benim üzerimde (benim ağzımdan) bir şey söylemek isterse, hak veya doğru söylesin. Kim, benim söylemediğim bir sözü, kasden uydurup bana isnad ederse, cehennemdeki yerine yerleşsin.” (İbn Mâce, Mukaddime 35; Dârimî, Mukaddime 243)
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’den: “Rasûlullah (s.a.s.): “Benden hadis rivâyet edin, zararı yok. Ama her kim benim üzerime kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Müslim, Zühd 72)
Muğîre bin Şu’be (r.a.)’den: Rasûlullah (s.a.s.) şöyler buyurur: “Kim yalan olduğu zannedilen bir sözü benden (bana nisbet ederek) rivâyet ederse, kendisi de yalancılardan biridir.” (Müslim, Mukaddime 1; İbn Mâce, Mukaddime 38-41; Tirmizî, İlm 9, hadis no: 2799)
Vesîle İbn Eska (r.a.)’den: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “(Üç şey) Yalan ve iftirânın en büyüklerindendir: Kişinin, kendi babasından başkasına nesep iddia etmesi; Veya rüyâsında görmediği bir şeyi kendi gözüne göstermesi (rüyâsında görmediği bir şeyin kendisine rüyâda gösterildiğini iddiâ etmesi); Yahut da Rasûlullah’ın söylemediği bir şeyi ‘söyledi’ demesi.” (Buhârî, Menâkıb 18)
Ebû Hüreyre (r.a.)’nin rivâyetiyle Rasûlullah şöyle buyurur: “Âhir zamanda birtakım deccallar, yalancılar çıkacak. Size, sizin ve babalarınızın işitmediği hadisler getirecekler. Aman onlardan sakının! Sizi sapıtarak fitneye düşürmesinler!” (Müslim, Mukaddime 7)
Önderimiz Rasûlullah (s.a.s.)’ın bu ikazlarına karşı çok hassas davranmalı ve âzamî derecede dikkatli olunmalıdır. Hadis diye söylenen her duyulan söze itibar etmek, mü’minleri yanıltıp hataya düşürebilir. Bundan dolayı ehlinden ve emin olduğuna itimad edilen mü’minlerden duyulan veya mûteber eserlerde okunulan hadisler alınabilir. Böyle hassas davranmayıp hadis diye duyduğunu araştırmadan, doğru olup olmadığına bakmadan nakleden kişinin yalancı ve iftiracı olduğu ve günah işlediğini yine Rasûlullah beyan buyurur.
Ebû Hüreyre’den: Rasûlullah şöyle buyurur: “Her işittiğini söylemek, bir insana yalan olarak kâfîdir. (Müslim, Mukaddime 5). “Kişiye, işittiği her sözü söylemesi, günah yönünden yeter (ve artar).” (Ebû Dâvud, Edeb 88, hadis no: 4992)
Yegâne hayat nizamı olan İslâm Dini’nin ikinci kaynağı “Sünnet”i koruma ve ondan olmayan herhangi bir yabancı şeyin ona karışmaması için çok hassas davranan ashâb-ı kirâm gibi davranmak gerekir. Onlar, ümmetin öncü nesli ve selefidirler. Bu konuda selefin izinde olmak, mü’minlerin vazgeçilmez görevlerindendir. İşte “ashâb”dan ve onları tâkip eden “tâbiîn”den birkaç çarpıcı örnek:
Ebû Said el-Hudrî (r.a.) anlatıyor: “Ben ensârın meclislerinden bir mecliste (oturmakta) idim. Bu sırada Ebû Mûsâ, sanki bir şeyden korkmuş gibi geldi de: “(Ömer, beni çağırmıştı.) Ben, Ömer’in yanına gitmek için üç kere izin istedim. Bana izin verilmeyince geri döndüm. Ömer bana: ‘Seni, bize gelmenden men eden nedir?’ dedi. Ben: ‘Senin yanına girmek için üç kere izin istedim, bana izin verilmeyince geri döndüm. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.): “Sizden biriniz üç kere izin istediği zaman kendisine izin verilmezse, hemen geri dönsün!” buyurdu’ dedim. Ömer: ‘Vallahi, bu rivâyet ettiğin hadis üzerine muhakkak bir beyyine/delil getireceksin (yoksa, canını incitirim!)’ dedi. Çevresindekilere: ‘Sizlerde bunu, Rasûlullah’tan işitmiş bir kimse var mı?’ diye sordu. Ubeyy bin Kâ’b: ‘Vallahi, senin beraberinde bu şehâdeti, kavmin en küçüğü bile yerine getirir’ dedi. Ben, kavmin en küçüğü idim. Ebû Mûsa ile beraber kalkıp gittim ve Ömer’e, Rasûlullah’ın bunu söylediğini haber verdim.” (Buhârî, İsti’zân 18; Müslim, Âdâb 33-37; Tirmizî, İsti’zân 3, hadis no: 2830; İbn Mâce, Edeb 7, hadis no: 3706; Ebû Dâvud, Edeb 138, hadis no: 5180-5183)
Bu hadisin şerhinde, şunlar beyan edilir: “Hz. Ömer’in Ebû Mûsâ’ya bu kadar sert ve titiz davranması, onun yalan söylediğinden şüphe ettiği için değildir. Haber-i vâhidi kabul etmediği için de değildir. Hz. Ömer ikide bir her meselede hadis rivâyet etmek moda olur da bunu, münâfıklarla yalancılar, hatta bazı bid’atçılar fırsat bilerek her meselede yalandan bir hadis uydururlar diye korktuğu için yapmıştır. Daha doğrusu Ebû Mûsâ’nın rivâyetinden şüpheye düştüğü için değil, başkalarının cür’et ve nifakından korkarak rivâyet kapısını kapamak istemiştir. Yoksa Ebû Mûsâ’nın hadis uyduracak kimselerden olmadığını kendisi, pek âlâ bilirdi. O, bu davranışıyla Ebû Mûsâ’ya vâsıta yaparak başkalarını menetmek istemiştir. Artık Ebû Mûsâ kaziyyesini gören bir münâfık veya yalancı, hadis uydurmak niyetinde olsa bile korkusundan bundan vazgeçerdi.” (Ahmed Dâvudoğlu, a.g.e. c. 9, s. 554)
Tâvus’dan: Tâvus, Büşeyr bin Kâ’b’ı kastederek dedi ki: “Bu zât, İbn Abbas’a geldi de ona hadis rivâyet etmeye başladı. Bunun üzerine İbn Abbas, kendisine: ‘Filan ve filan hadisi tekrarla!’ dedi. O da tekrarladı. Sonra yine ona hadis rivâyet etti. İbn Abbas yine: ‘Filan ve filan hadisi tekrar eyle!’ dedi. O da, tekrar etti. Bu sefer İbn Abbas’a hitâben: ‘Bilmiyorum, acaba benim bütün hadislerimi bildin de, yalnız bunu mu tanımadın? Yoksa, bütün hadislerimi bilmedin de yalnız bunu mu tanıdın?’ dedi. İbn Abbas ona şu cevabı verdi: ‘Gerçekten biz, Rasûlullah (s.a.s.)’ın üzerinden yalan uydurulmazken ondan hadis rivâyet ederdik. Fakat insanlar, hırçın deveye de, uysal deveye de binmeye başlayınca (insanlar, iyi-kötü demeyerek her mesleğe girmeye başlayınca) biz de ondan hadis rivâyet etmekten vazgeçtik.” (Müslim, Mukaddime haber 7)
Mücâhid şöyle demiştir: “Büşeyr el-Adevî, İbn Abbas’a geldi ve hadis rivâyet ederek: ‘Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu, Rasûlullah böyle buyurdu’ demeye başladı. İbn Abbas ise, onun hadis rivâyetine kulak vermiyor, onun yüzüne bile bakmıyordu. Bunun üzerine Büşeyr: ‘Yâ İbn Abbas, acaba neden senin, benim hadisime kulak astığını görmüyorum? Ben, sana Rasûlullah (s.a.s.)’dan hadis okuyorum. Halbuki sen dinlemiyorsun!’ dedi. İbn Abbas şu cevabı verdi: ‘Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu’ derken işittik mi, gözlerimiz hemen ona yönelir ve kulaklarımızı ona verirdik. Ne zaman ki insanlar her boyayı boyamaya başladılar, artık biz de tanımadığımız şeylerden başkasını onlardan almaz olduk.” (Müslim, Mukaddime, haber 7)
Tâbiînden Muhammed bin Sîrîn (r.a.) şöyle demiştir: “Şüphesiz ki, bu ilim dindir. Öyleyse dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin! Eskiden isnâdı sorulmazdı. Fitne ortaya çıkınca; ‘bize râvîlerinizin adlarını söyleyin’ demeye başladılar. Şimdi Ehl-i Sünnet’e dikkat ediliyor ve onların hadisleri kabul ediliyor. Ehl-i bid’ate bakılıyor, onların hadisleri kabul edilmiyor.” (S. Müslim, Mukaddime 5)
İmam Mâlik de şunları beyan eder: “Bu ilim dindir. Dolayısıyla dininizi kimden aldığınıza dikkat edin! Vallahi ben, şu direklerin yanında, Rasûlullah şöyle buyurdu, diyen yetmiş kişiye yetiştim. Fakat onlardan hiçbir şey alamadım. Halbuki bu zevâtın her biri, kendisine beytü’l-mal güvenilecek kadar emin insanlardı. Onlardan hadis almayışımın sebebi, hadis ilmine ehil olmamalarındandır.” (Ahmed Dâvudoğlu, a.g.e. c. 1, s. 39, dipnot: 133)
Bir ümmet olarak bütün muvahhid mü’minlerin, Rasûlullah’ın hadisleri ve Sünneti konusunda bu imanî hassâsiyeti göstermesi gerekir.
Hadis diye uydurulmuş, gerek bilenler arasında gerekse halk arasında şöhret bulmuş sözleri, yani mevzû hadisleri, iyice araştırmadan nakledip anlatan kişilerin de aynı suça iştirak eden yalancılardan ve müfterîlerden olduğu değerlendirilir.
“Her biri, Rasûlullah’a yapılan büyük bir iftirâ olan mevzû hadislerden nasıl kurtulacağız?” sorusuna, bu konuda eser vermiş iki ilim adamından cevap alalım: Merhum üstad Abdulfettah Ebû Ğudde, bu sorumuzu şu şekilde cevaplandırmaktadır: “İlim eksikliği, meseleye vâkıf ve insanları aydınlatacak uyanık âlimlerin azlığı sebebiyle mevzû hadislerin yaygın olarak ümmetin kültürü, anlayışı ve gidişâtı üzerindeki tehlikesine bakarak bu hadislerden kurtuluşun şöyle olacağını görüyorum: İlim ehli ve idâreciler, mevzû hadisleri sahihlerinden ayırmaları için mevzû hadisleri beyan eden kitapları insanlar arasında yaymalıdırlar. Çünkü böyle bir şey, onların konuşmalarına, delil olarak getirdikleri hususlara karşı hassas olma ve hakikati görme yönünde takviyede bulunacaktır. Dinî kültürlerini, dine yapışmış, ona karışmış şüpheli şeylerden temizleyecektir. Bu gerçekleşince, mevzû hadislerden sahih hadislere döneceklerdir. Bu iş yapılacak olursa, tamamı hayır olur. Mevzû hadis kitaplarına tekrar tekrar bakıp mürâcaat etmek, başkaları bir tarafa, ilim tâlibini duyup ezberlediği, ancak tetkik edip araştırmadığı bâtıl ve yalan hadislerle çokça delil getirmekten kurtaracak, artık onları dayanak olarak alma tehlikesinden uzaklaşmasına yardımcı olacaktır.” (Abdulfettah Ebû Ğudde, Mevzû Hadisler, çev. Enbiya Yıldırım, İst. 1995, s. 132)
“Mevzû hadislerden nasıl kurtulacağız?” sorusuna M. Yaşar Kandemir, şöyle cevap vermektedir: “Hadis tetkikçilerinin büyük gayretlerine rağmen, kâh İsrâiliyat veya ehl-i kitabın diğer sözleriyle, kâh hekim ve tabiplerin hikmetleriyle, bazen eskilerin meşhur ve güzel meselleriyle, bazen de kendi buluşlarıyla desteklenip gelişen mevzû hadisler, gerek dinin bünyesinde ve gerekse müslümanlar üzerinde yıkıcı tesirler icrâ etmiştir. Her şeyden önce, bu hesapsız uydurmalar, müslümanların dininin ana kaynaklarını gâyet emin bir şekilde okuyup öğrenmelerine, Peygamber (s.a.s.)’in söz ve hareketlerini olduğu gibi görüp tanımalarına büyük ölçüde birer engel teşkil etmiştir. Zira bu uydurmaların içinde, müslümanların günlük hayatlarını ve dinî yaşayışlarını pek yakından alâkadar eden birçok direktifler mevcuttur. Bilhassa zındık diye bilinen din düşmanları, İslâm imanı ile te’lifi kabil olmayan hurâfeler ve tanımayanlar nezdinde dini hakir gösterecek gülünç sözler uydurarak müslümanları bir keşmekeş içine sürüklemişlerdir.
İslâm’ın yanlış anlaşılmasında, iyi niyetle hadis uyduran müslümanların da büyük tesiri olmuştur. Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde görülen terğîb ve terhîb ifâdeleri, insanların ne aşırı bir ümide kaptıracak, ne de ye’se düşürecek bir ölçüdedir. Fakat bunların icad ettikleri sözlerin herhangi bir ölçüsü bulunmadığı için, müslümanları ya hudutsuz bir af ve merhamet ümidiyle dini ihmal etmeye veya aşırı bir âhiret ve azap korkusuyla dünyayı ve dünyevî vazifelerini terk etmeye sevk etmiştir. Bu sûretle nice câhiller, Allah ile aralarında birer engel gördükleri mallarını, mülklerini, hanım ve çocuklarını bırakmışlar, dünya ile alâkalarını kesmek maksadıyla, kullar için yaratılmış nimetlerden yüz çevirerek aç-susuz kalmışlardır.
Hulâsa olarak şunu söyleyebiliriz ki, Peygamber (s.a.s.) adına hadis uyduranlar, muhaddislerin azimli çabaları sonunda tanınmış, icad ettikleri sözler de mevzûât kitaplarında toplanmıştır. Bunula beraber onlardan gelecek tehlikenin tamamen ortadan kalktığı söylenemez. Çünkü mânâsının doğruluğu ve İslâm prensiplerine uygunluğu sebebiyle hadis diye meşhur olmuş pekçok uydurma haber, bu gün dahi dillerde dolaşmakta ve bazı kitaplarda yer almış bulunmaktadır. Bahis konusu tehlikeden tamamen emin olmak için, hadis olduğu kat’î sûrette bilinmeyen sözlerin güvenilir hadis kitaplarında bulunup bulunmadığını tahkik etmekten başka çıkar yol yoktur.” (M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler, -Menşei, Tanıma Yolları, Tenkidi, Ank. 1975, s. 198)
Hadis diye uydurulmuş sözler konusu bu şekilde apaçık ortaya çıktıktan sonra, gerek niyetleri bozuk olan İslâm düşmanları, gerekse gâfil olan câhillerin, şu âyetin hükmü gereği durumları meydana çıkarılmıştır: “Böylece helâk olacak kişi, apaçık bir delilden sonra helâk olsun. Diri kalacak kişi, apaçık bir delilden sonra hayatta kalsın. Şüphesiz Allah, gerçekten işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 42).
Önderimiz Rasûlullah’ı her türlü iftiradan tenzih ederiz. O’na yapılan iftiralardan birkaç tane mevzû hadisi, örnek olsun diye kaydediyoruz:
Uydurma Hadislere Örnekler
1) “Ölmeden önce ölünüz.” Aliyyu’l-Karî şöyle der: “Askalânî, sâbit olmadığını söylemiştir. Aslında bu, tasavvuf ehli sofilerin sözüdür. Ölmeden önce nefis ve şehvetlerinizin esiri olmaktan kendinizi kurtarınız, demektir.” (Aliyyu’l-Kari, Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, Çev. Ahmet Serdaroğlu, İst. 1986, s. 122; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 291, no: 2669). Ölmeden önce ölmek, ölü gibi yaşamak yerine; öldükten sonra yaşamanın, ölümsüzleşmenin, şehâdet ehli şehid olmanın yolu bulunmalıdır.
2) “Mü’minin artığı (mü’mine) şifâdır.” Aclûnî: “Necm (uddin el-gâzî), ‘İtkan’ adlı eserinde: ‘Bu, hadis değildir’ demiştir.” (Aclûnî, a.g.e. c. 1, s. 458, no: 1500; Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 70)
3) “Vatan sevgisi imandandır.” Aliyyu’l-Kari: “Zerkeşî, bunu, hadis olarak bulamadığını söyledi. Seyyid Muînuddin es-Sâfurî, sâbit değildir, dedi. Eskilerin sözü olduğunu söyleyenler vardır.” Sahâvî de: “Aslını bulamadım” dedi. Menûfî de: “Mânâsının doğruluğunu iddia etmek, şaşılacak bir şeydir. Çünkü vatan sevgisi ile iman arasında bir münâsebet yoktur” demiştir. (Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 60-61). Aclûnî: “Sâğânî, ‘mevzûdur’ demiş ve Mekasıd’da: ‘Bunun, hadis olduğuna rastlamadım’ diye beyan etmiştir.” (Aclûnî, a.g.e. c. 1, s. 345-346, no: 1102)
4) “İki günü eşit olan aldanmıştır. Bu günü, dününden kötü olan mel’undur.” Aliyyu’l-Kari: “Abdülaziz’in rüyada aldığı bir öğüttür. Hatta Beyhakî’nin rivâyetine göre: ‘iyiliklerini arttırmayanlar zarardadır’ ilâvesi de vardır.’ Bostî de: ‘Kişinin, dünyalıktaki ilerleyişi noksanlık, hayırlı olmayan kazancı ise, hüsranlıktır’ dedi.” (Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 110). Aclûnî: “Irâkî, tahkîkatında şöyle diyor: ‘Bu hadisi, Abdulaziz bin Ebî Revad’ın rüyası olarak biliyoruz…” (Aclûnî, a.g.e. c. 2, s. 233, no: 2406)
5) “Düşmanın silâhıyla silâhlan!” Bu söz, sahih veya zayıf hiçbir senedinin olmadığı ve lafzının hiçbir mûteber kaynak hadis kitabında bulunmadığı, yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkmıştır.
6) “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” Halk arasında dillerde hadis diye dolaşan ve Rasûlullah’ın hadisiyle hiçbir ilgisi olmayan bu söz, Bayezid Bistamî’ye âit olup Kuşeyrî Risâlesi’nde şu şekilde yer almaktadır: “Üstâdı bulunmayanın imamı şeytandır.” (Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, çev. Süleyman Uludağ, İst. 1991, s. 592). Halk arasında ise, ilk şekliyle şöhret bulmuştur. Yine benzer bir uydurma hadis şöyledir: “Şeyhi olmayanın dini de olmaz.” Akşemseddin, bu rivâyeti kaynak belirtmeden Makamatu’l-Evliyâ adlı eserinde şeyhin önemini anlatırken zikretmiştir (A. İhsan Yurd-Mustafa Kaçalin, Akşemseddin’in Hayatı ve Eserleri, s. 332). Kaynakların hiçbirinde yer almayan bu rivâyet uydurmadır (208). Hadis diye nakledilen benzer bir uydurma da şudur: “Kavmi içindeki şeyh, ümmeti içindeki peygamber gibidir.” (191)
7) “Zaman sana uymazsa, sen zamana uy!” Ne yazık ki, halk arasında, hatta okumuş kesim arasında bile hadis olarak dolaşan bu sözün, hadis ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmadığı gibi, anlamı da; İslâm’ın rûhuna ve insanın yaratılış gâyesine tamamen aykırıdır. Hiçbir mûteber kaynak kitapta izine rastlanmamış, mevzû hadislerden bile kabul edilmediği için tahkik ehli ulemâ, ondan söz bile etmemiştir. Bu, kim tarafından uydurulduğu bilinmeyen bomboş bir sözdür.
8) “Haksızlığa karşı susan, dilsiz şeytandır.” Ebû Ali Dakkak’ın sözü olup ‘Kuşeyrî Risâlesi’nde şöyle kayıtlıdır: “Hak çiğnenirken susan, dilsiz şeytandır.” (Abdülkerim Kuşeyrî, a.g.e. s. 258)
9) “İnsanlar helâktedir, âlimleri hâriç…” Hadis olarak uydurulan bu söz için Sâğânî: “İftirâ edilmiş bir sözdür, demiştir (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 312, no: 2796). Hasan el-Basrî şöyle demiştir: “İlim sahipleri dışında olan insanların hepsi, helâke uğramışlardır. İlim sahibi olanların da amel edenleri dışındakileri helâke uğramışlardır. Amel edenlerinin de ihlâslıları dışında kalanlar, helâke uğramışlardır. İhlâslıları ise, büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” (Said Havvâ, El-Esas fi’s-Sünne, -İslâm Akaidi- çev. M. Ahmet Varol ve heyet, İst. 1992, c. 10, s. 11)
10) “İşlerinizde darlığa düştüğünüz zaman, kabir ehlinden yardım isteyiniz.” Bazı tasavvuf kitaplarında, meselâ İbn Kemal Paşa’nın Erbaîn’inde geçmektedir. Allâme Âlûsi, bu konuda şunları söylemektedir: “Bu hadis, Rasûlullah’ın hadisleri hakkında ârif olanların icmâı ile Rasûlullah’a yapılan bir iftirâdır. Ulemâdan hiç kimse bu hadisi rivâyet etmemiştir ve bu hadis, itimad edilen hiçbir hadis kitabında bulunamamıştır. Şüphesiz Rasûlullah (s.a.s.), kabirleri mescid edinmeyi yasakladı ve kabirleri mescid haline getirenlere lânet etti (Bkz. Buhârî, Salât 82-83; Müslim, Mesâcid 22; Ebû Dâvud, Cenâiz 70-72, hadis no: 3227). Rasûlullah’ın bu tavrına rağmen, kabir ehlinden yardım talep etmeyi emretmesi nasıl tasavvur edilebilir? Her türlü noksanlıktan münezzeh olan Allah’a yemin olsun ki, bu hadis, bir buhtân-ı azîmdir (büyük bir iftirâdır).” (Şihâbuddin Mahmud el-Âlûsi, Rûhu’l-Meânî, Fî Tefsîri’l-Kur’ânî ve’s-Seb’i’l-Mesânî, Beyrut, 1405/1985, c. 6, s. 127-128)
11) “Nefsini bilen, Rabbini bilmiş olur.” Aliyyu’l-Kari: “İbn Teymiye, mevzû olduğunu, Sem’ânî, merfû olarak bulunmadığını, ancak Yahya bin Muâz er-Râzî’nin sözü olduğunu söylemiştir. Nevevî: ‘Lafzı hadis değildir, fakat mânâsı sâbittir’ dedi. Denildi ki: ‘Kendi cehâletini bilen, Allah Teâlâ’nın bâkî olduğunu, kendisinin âciz ve zayıf olduğunu bilen, Rabbinin kuvvet ve kudretini anlamış olur.” Bu sözün, Emîru’l-Mü’minîn İmam Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)’e âit olduğu beyan edilir. (Nehcü’l-Belâğa, Hz. Emir Ali bin Ebî Tâlib, Çev. Abdülbâki Gölpınarlı, Kum, 1989, s. 419; A. Yıldırım, 229-230) Anlam bakımından bu sözün tersi daha doğru olmalıdır: “Rabbini bilen nefsini/kendini bilmiş olur.” Allah’ı tanımadan insanın kendini/nefsini doğru tanıyabilmesi hemen hemen mümkün değildir.
12) “Kalp, Rabbin (Allah’ın) Evidir.” Aclûnî: Aslı yoktur. Zerkeşî: Aslı yoktur. İbn Teymiye: Mevzûdur, demiştir. Aliyyu’l-Kari: “Sehavî, merfû olarak aslı olmadığını söyledi” der. (Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 87)
13) “Mü’minin kalbi (gönlü) Allah’ın Arşıdır.” Aclûnî: “Sâğânî: ‘Mevzûdur’ diyor.” (Aclûnî, a.g.e. c. 2, s. 99, no: 1886)
14) “Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben, yeryüzüne, göğe, Arş’a ve Kürsiye sığmam. Ancak müttakî mü’min kulumun kalbi, Beni içine alır (kalbine sığdım).” Aclûnî: “İhyâ hadislerinden. Irâkî, Tahcic’de: Aslı yoktur, diyor. İbn Teymiye ve Zerkeşî, İsrâiliyattan olduğunu söylemişlerdir. Rasûlallah’a ulaşan bir senedi bilinmemektedir (Aclûnî, a.g.e. s. 195, no: 2256; Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 104).
15) “Ben, bilinmeyen (gizli) bir hazine idim, bilinmeyi diledim. Birtakım kimseler yarattım. Onlara kendimi bildirdim ve onlar da beni bildiler.” Aliyyu’l-Kari: “İbn Teymiye, ‘Peygamber’in sözü olmadığını, sahih veya zayıf bir senedinin bulunmadığını’ söyledi. Zerkeşî ve Askalânî de, ona (İbn Teymiye’ye) uydular. Sûfilerin sözlerindendir (Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 92). Aclûnî: “Suyûtî ve diğerleri de, İbn Teymiye gibi değerlendirmişlerdir.” (Aclûnî, a.g.e. c. 2, s. 132, no: 2016; A. Yıldırım, 98-99) (9)
16) “Allah Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanınız.” Suhreverdî, bu revâyeti şeyhlik makamını anlatırken zikretmiştir (Suhreverdi, Avârifu’l-Meârif, s. 323). Elbânî, bu rivâyetin ne sünnet kitaplarında, ne de Suyûtînin el-Câmiu’s-Sağîr adlı eserinde aslının olmadığını belirtmektedir (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr bi şerhi’l-Akaidi’t-Tahâviyye, s. 123 -Elbânî’nin tahrîciyle-). Hadis olmadığı, uydurma olduğu açıktır. (195)
17) “Allah yeri Cumartesi, o yerdeki dağları Pazar, ağaçları Pazartesi, sevilmeyen şeyleri Salı, nuru Çarşamba günü yaratmış. Yerin üzerine hayvanları Perşembe günü yaymıştır. Âdem’i de Cuma günü ikindiden sonra yaratılanların en sonunda ve Cuma saatlerinin sonunda, ikindi ile akşam arasında yaratmıştır.” İmam Buhârî, bu sözün hadis değil, Kâ’bu’l-Ahbâr’ın sözü olduğunu ve merfû olarak rivâyetinin hata olduğunu belirtmektedir (İbn Teymiye, Mecmû Fetâvâ, I/256-257) İbn Teymiye gibi İbn Kayyım da aynı kanaattedir. Ayrıca, bu rivâyet, Kur’ân-ı Kerim âyetlerine terstir. Bu rivâyet, yaratmanın yedi günde olduğunu belirttiği halde; Allah Kur’an’da yeri ve göğü altı günde yarattığını belirtmektedir (7/A’râf, 54; 10/Yûnus, 3; 57/Hadîd, 4). (A. Yıldırım, a.g.e. s. 99-100
18) “Allah’ın yarattığı ilk şey akıldır. Allah ona ‘öne doğru yürü!’ dedi, o da öne doğru yürüdü; ‘geriye doğru yürü!’ dedi, o da geriye doğru yürüdü. Bunun üzerine Allah şöyle dedi: ‘İzzetime ve celâlime yemin olsun ki, katımda senden değerli hiçbir şey yaratmadım. Seninle alır, seninle veririm; seninle ödüllendirir, seninle cezâlandırırım.” Mutasavvıflardan Ahmet Avni Konuk, Suhreverdi, İsmail Hakkı Bursevi, hadis diye zikretmişlerdir. Hadisin ittifakla mevzû olduğu kabul edilmektedir (Sâğânî, s. 35; Sehâvî, 163; Aclûnî, I/263 vb.). Kur’an’ın yaratılışla ilgili anlatımlarıyla bağdaşması mümkün olmayan bir telâkki olduğunu belirtmektedir. Rivâyetin uydurma olduğu açıktır.
19) “Sen olmasaydın, Ben eflâkı (âlemleri) yaratmazdım.” Aliyyu’l-Kari: “Hulâsa’da da olduğu gibi, Sâğânî, mevzû olduğunu söylemiştir. (Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 99; Aclûnî, a.g.e. c. 2, s. 164, no: 2123; A. Yıldırım, 121-123; A. Yıldırım, 121-123)
20) “Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâilin peygamberleri gibidir.” Aliyyu’l-Kari: “Demirî ve Askalânî, aslı olmadığını söylediler.” (Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 82). “Şevkânî ve Zerkeşî, aslı olmadığını söylediler.” (Muhammed bin Ali eş-Şevkânî, El-Fevâidu’l-Mecmûa fi’l-Ehâdîs-i Mevdûa, Kahire, 1380/1960, s. 286, no: 47, A. Yıldırım, 148)
21) “Fakirlik, benim iftihârımdır ve ben onunla övünürüm.” Aliyyu’l-Kari: “Askalânî, bâtıl ve mevzû olduğunu, İbn Teymiye de, yalan olduğunu söylemiştir.” (Aliyyu’l-Kari, a.g.e. s. 85-86; Aclûnî, a.g.e. c. 2, s. 87, no: 1835) “Fakirlik küfür olayazdı” hadisi çok zayıftır. Sahîh olması halinde, mânayı kalbî fakr’a hamletmek gerekir. Yani, kişiyi sızlanma ve korkuya atan, Allah’ın hükmüne rızâsızlığa, sema ve arzın Rabbince yapılan taksime itiraza sevkeden fakirliğe hamledilmesi gerekir. İşte bu sebeplerdir ki Rasûlullah (s.a.s.): “Çok malla zengin olunmaz. Gerçek zenginlik kalb zenginliğidir” (Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120, hadis no: 1051; Tirmizî, Zühd 40, h. no: 2374) buyurmuştur.
22) “Âdem su ile çamur arasında iken ben nebî idim.” Hallâc, Suhreverdi, Ahmet Avni Konuk gibi tasavvuf ehli insanlar bu sözü hadis diye nakletmişlerdir. İbn Teymiyye, bu rivâyetin aslının olmadığın, bu lafızla rivâyeti ilim ehlinden kimsenin görmediğini ve bâtıl olduğunu söylemektedir (İbn Teymiyye, Hakikatu Mezhebi’l-İttihâdiyyûn, s. 126-127). Zerkeşî, bu lafızla aslının olmadığını belirtir (Zerkeşî, Tezkire, s. 172). Bu rivâyetin kaynağı bakımından dayanağı yoktur. Elbânî bu tür hadisleri uydurma kabul etmiştir (Muhammed Nâsıruddin Elbânî, Silsiletu’l-Ehâdîsi’d-Daîfe ve’l-Mevzûa ve Eseruhâ’s-Seyyiu fi’l-Ümme, I/473-474) Hemen hemen aynı bilgilere Aclûnî ve eş-Şeybânî gibi müellifler de eserlerinde yer vermişlerdir. Rivâyetin uydurma olduğu açıktır (A. Yıldırım, s. 125)
23) “Ben, yaratılışta nebîlerin ilki, peygamber olarak gönderilme yönünden sonuncusuyum.” Elbânî, rivâyeti zayıf kabul etmiştir (Elbânî, a.g.e. II/115, no: 661). Rivâyet, mûteber kabul edilen kaynaklarda yer almamaktadır. Zayıf veya uydurmadır. (126)
24) “Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Kim benim velîme eziyet ederse Bana açıkça harp ilân etmiş olur. Ben yapmasını istediğim hiçbir şey hakkında mü’minin ölümü karşısındaki tereddüdüm gibi tereddüt etmedim. Fakat bunda, kulum ölümden hoşlanmıyordu. Kulum Bana yaklaşabilmesi için, kendisine farz kıldığım şeylerin mislini yapması gerekir. Kulum Bana nâfile ibâdetlerle de yaklaşmaya devam eder. Nihayet Ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü ve tutan eli olurum…” Ebû Nuaym, hadisin garib olduğunu söylemiştir. İbnEbi’d-Dünya ‘nın muhakkıkı isnâdının zayıf olduğunu belirtmektedir. Elbânî ise isnâdının zayıf olduğunu söylemektedir (Sahîha, IV/189-193, A. Yıldırım, 145) Benzer iki rivâyet şöyledir: “Allah Teâlâ buyurur ki: ‘Kim benim velîlerimden birini hafife alırsa (küçültür ve hakaret ederse); Benim karşıma düşman olarak çıkmış olur.” ; “Riyânın en basiti bile şirktir. Kim Allah’ın velî kuluna düşmanlık ederse Allah’a karşı harp ilân etmiş olur. Allah muttakî ve gösterişsiz gizli amel işleyen kullarını sever. Ki onlar, ortada yok iken hiç kimse tarafından sorulup araştırılmaz. Eğer bir toplulğun yanında iseler, çağrılıp fikirleri alınmaz. Onlar tanınmazlar. Kalpleri hidâyet lambalarına benzer. Bütün müşkil ve muğlak işlerin altından çıkarlar. Uhdesinden gelirler.” İhyâ’nın tahricini yapan Irâkî, “bu rivâyet sahih değil, zayıf hadistir denildiğini, çünkü senedinde İsa bin Abdirrahman zayıf, hatta metruk bir râvîdir” der (Irâkî, el-Muğnî, III/406, 10 nolu dipnot). Rivâyet sahih olamaz. Çünkü rivâyette belirtilen velîlerin, sahâbe dışında olduğu ve sanki onlardan da daha faziletli oldukları hissedilmektedir. Sahâbenin derecesi mâlumdur. Bunun aksi, kabul edilen bir durum değildir (146).
25) “Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız” Hz. Peygamber böyle deyince, ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Büyük cihad nedir?’ diye sorulunca O da şöyle buyurdu: “Dikkat edin, o nefs mücâhedesidir.” Mutasavvıflardan Ebû Tâlib el-Mekkî (a.g.e. I/187)ve Hucvirî (a.g.e. 314) bu rivâyeti nefsle mücâhedenin önemi ile ilgili olarak eserlerine almıştır. Bu rivâyet, ikinci el kitaplarda yer almaktadır. Rivâyeti Irâkî, “bu hadisi Beyhakî’nin Kitâbu’z-Zühd adlı eserinde rivâyet ettiğini ve senedinin zayıf olduğunu” belirtir (Gazzâlî, İhyâ, III/14; V/132). Aliyyu’l-Kari ise, İbn Hacer’in bunun İbrâhim bin Able’nin sözü olduğunu söylediğini nakleder (Aliyyu’l-Kari, el-Esrâr, s. 211-212, no: 211). Hz. Peygamber’in Tebük Gazvesi dönüşü buyurduğu rivâyet edilen bu söz hakkında İbn Teymiyye şöyle demektedir: “Bunun aslı yoktur. Hz. Peygamber’in fiillerini ve ef’âlini bilen hiçbir kimse bunu rivâyet etmemiştir. Bunun yanında kâfirlerle cihad etmek en büyük amellerdendir. İb Teymiyye, görüşünü âyet (4/Nisâ, 95; 9/Tevbe, 19-20) ve hadislere (bkz. Buhârî, Cihad 1; Müslim, İmâre 111; Nesâî, Cihad 17, hadis no: 3128) dayandırarak açıklar. İbn Teymiyye bu rivâyetin kendisinin zikrettiği âyet ve hadislere ters olduğunu belirtir (Mecmûu Fetâvâ, c. 11, s. 197-200). İsnâdı problemli olan bu rivâyetin metninin de âyet ve sahih hadislere ters olduğu anlaşılmaktadır. (227-228)
26) “Düşmanlarının arasında en azılı olan düşmanın, iki yanın arasında ve içinde bulunan nefsindir.” Hadis kitaplarında bulunmayan bu rivâyet, Gazzâlî’nin İhyâ’sında (III/10) zikredilir. Irâkî, rivâyetin senedinde bulunan Muhamed bin Abdirrahman bin Gazvân’ın hadis uydurucularından birisi olduğunu kaydeder. Rivâyetin uydurma olma ihtimali yüksektir. (228)
27) “Ben yere ve göğe sığmadım, ancak mü’min kulumun kalbine sığdım.” Kesin olarak uydurmadır. (240)
28) Hz. Peygamber’in hayâli gözünün önünden hiçbir zaman gitmeyen Hz. Ebû Bekir, bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’a gelerek, ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Her zaman hayâlin gözümün önünde duruyor. Hatta kazâ-i hâcet ânında bile sizi hayal ediyorum’ demişti. Rasûlullah (s.a.s.) ona: “tahayyül etmeyin” diye buyurmamışlardır. Bu rivâyeti Mevlânâ Hâlid, râbıtanın delillerinden bahsederken zikretmiştir (Hâlidiye Risâlesi, s. 16). Mevlânâ Hâlid, bundan şu sonucu çıkarır: “O halde râbıta ve büyüklerin örnek yaşayışlarıyla tahayyül edilmeleri her zaman mümkündür.” Kaynağı bulunamamıştır. Kaynaklarda yer almayan bu rivâyetin uydurma olduğu açıktır. (259)
29) “Beş şey ibâdettendir; az yemek, mescidlerde oturmak, Kâ’be’ye bakmak, okumadan da olsa mushafa bakmak, âlimin yüzüne bakmak.” Deylemî, Firdevsu’l-Ahbâr, II/309, no: 2791; Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I/613, no: 3966. Buradaki dipnotta hadisin zayıf olduğu belirtilmektedir. Rivâyet mûteber kaynaklarda yer almamakta, ayrıca Asr-ı Saâdette “mescidler” denecek kadar mescid olmaması, belirtilen zamanda Kur’an’ın mushaf haline getirilmemesi ve bugünkü anlamda âlim tâbirinin o dönemde kullanılmaması rivâyetin uydurma olduğunda tereddüde yer bırakmamaktadır. İbnu’l-Cevzî, bunu şöyle değerlendirir: “Hz. Peygamber’in zamanında mushaf mı vardı ki, ona baksın.” (Bkz. Ebû Şehbe, Difâ’, s. 42) (267-268)
30) “Hz. Âdem (a.s.) cennetten çıkarılmasına sebep olan hatayı işledikten sonra affedilmesi için (Nebî’nin hakkı ile tevessülde bulunarak) yaptığı duâda: ‘Allah’ım! Beni Muhammed’in hakkı için Senden beni affetmeni istiyorum’ diye yalvarmış. Cenâb-ı Hak: ‘Ey Âdem! Henüz yaratmadığım halde Muhammed’i sen nasıl tanıdın?’ diye sorunca, Hz. Âdem (a.s.): ‘Yâ Rabb! Sen beni elinle yaratıp bana ruhundan üflediğinde başımı kaldırıp arşa baktığımda, arşın sütunlarında ‘Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah’ cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, ismine ancak mahlûkatın en sevimlisini izâfe edersin!’ dedi. (Bundan dolayı onun ismiyle tevessül ettiğini söylemiş.) Bunun üzerine Allah: ‘Doğru söyledin Ey Âdem! Gerçekten o, Bana yaratılmışların en sevimli olanıdır. Onun hakkı için (mâdem ki) Bana duâ ettin (tevessülde bulundun) Ben de seni affettim. Şâyet Muhammed olmasaydı seni halketmezdim’ buyurdu.” (Kadı Iyaz, Şifâ, I338). Zehebî tarafından mevzû kabul edilen bu rivâyet, İbn Hacer tarafından bâtıl bir rivâyet diye nitelendirilmiştir. Heysemî, isnâdında tanınmayan kişiler olduğunu, belirtmiştir. İbn Teymiyye bu mevzûda nakledilen tüm hadislerin zayıf hatta mevzû olduğunu söylemiştir. Elbânî de rivâyetin Kur’an’a ters, bâtıl ve uydurma olduğunu tesbit etmiştir. Rivâyetin uydurma olduğu açıktır. (274-1755)
31) “İlim Çin gibi uzak ülkelerde de olsa onu elde etmek için peşine düşünüz. İlim talep etmek, hiç şüphesiz, her müslümana farzdır.” Hatîb, Târîhu Bağdat adlı eserinde (9/364) rivâyet etmiş ve Ebû Atike’nin sika olmadığını söylemiş; İbn Arrâk ise İbn Hıbbân’ın rivâyete ‘bâtıl ve aslı yoktur’ dediğini nakletmiş (Tenzûh’uş-Şerîa, I/258), Elbânî de bâtıl olduğunu söylemiştir. Rivâyetin aslı olmadığı açıktır. (308)
32) “Gizli bir ilim nevi vardır. Allah hakkında mârefet sahibi olanlardan başkası bunu bilmez. Bu ilimden bahseden ârifleri, Allah hakkında aldanış halinde olanlardan başkası inkâr etmez.” Hadisi Deylemî rivâyet etmiş, ancak buradaki dipnotta isnâdının zayıf olduğu belirtilmiştir (Deylemî, Firdevsu’l-Ahbâr, I/258, h. no: 799). Mûteber kabul edilen kaynaklarda yer almayan ve isnâdı zayıf olan rivâyetin uydurma veya en azından zayıf olma ihtimâli büyüktür. (310)
33) “Kim bildiği ile amel ederse, Allah Teâlâ, ona bilmediklerini de öğretir; amelinde muvaffak kılar, sonuçta kul cenneti hak eder (ve oraya girer). Kim de, bildiği ile amel etmezse, bildiğinde de şaşırır, Allah onu amelinde muvaffak kılmaz, sonuçta cehennemi hak eder (ve oraya girer).” Rivâyeti Ebu Nuaym Enes tarîkıyla merfû olarak rivâyet etmiş, rivâyet senedinin uydurma olduğunu söylemiştir (Ebû Nuaym, Hilye, 10/15). Irâkî de Ebû Nuaym’ın ifadelerine aynen katılmıştır. Elbânî de mevzû olduğuna hükmetmiştir (Daîfe, I/611). Rivâyetin uydurma olduğu açıktır. (311)
34) “Bir zikir meclisinde bulunmak, bin rekât (nâfile) namaz kılmaktan daha faziletlidir. Bir ilim meclisinde bulunmak, bin hasta ziyaretinden ve bin cenâzeye iştirak etmekten daha faziletlidir.” Oradakiler: ‘Yâ Rasûlallah! İlim meclisinde bulunmak, Kur’an kırâatinden de faziletli midir?’ diye sorduklarında, Allah Rasûlü (s.a.s.), “Kur’an okumak, ilimle olursa ancak o zaman (asıl) faydayı verir.” buyurdu. Mutasavvıflardan Ebû Tâlib el-Mekkî bu rivâyeti Allah’ın kalbe koyduğu ilimle kalbin açılması hususunda zikretmiştir (Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e. I/149). Kaynağı bulunamamıştır. Kaynağı belli olmayan rivâyetin mevzû olma ihtimali büyüktür. (313)
35) “Mü’minin firâsetinden sakının. Çünkü o baktığında Allah’ın nûru ile bakar.” Zehebî ve İbnu’l-Cevzî’nin çok zayıf ve münker diye tanıttıkları bu rivâyete Elbânî de zayıf demiştir. Rivâyetin zayıf olduğu açıktır. (318)
36) “Kırk gün süreyle Allah’a ihlâs ile amel edenin hikmet pınarları kalbinden lisânına akar.” İbnu’l-Cevzî, rivâyetin illetli olduğunu belirtmiştir. Zerkeşî, senedinde zayıflık olduğunu ifade eder. Elbânî de zayıf olduğuna hükmetmiştir. Rivâyetin zayıf olduğu anlaşılmaktadır. (319-320)
37) “Bâtın ilmi Allah’ın sırlarından bir sır ve Allah’ın kullarından dilediği kimselerin kalbine attığı hükümdür.” İbnu’l-Cevzî, sahih olmadığını ve râvîlerinin hepsinin bilinmediğini belirtmiş, Elbânî ise mevzû olduğuna hükmetmiştir. Uydurma olduğu açıktır. (324)
38) “Şeriat sözlerim, tarikat davranışlarım, hakikat hallerim, ma’rifet ise, her şeyim olan ana sermâyemdir.” Hiçbir hadis kaynağında yer almamaktadır. Kaynağı belli olmayan bu rivâyetin uydurma olduğu açıktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında tarikat ve tasavvufî bir terim olan ma’rifet kavramları kullanılmıyordu. (325)
39) “Allah, âşıkları, kendilerinden sâdır olan (şatâhat gibi) kusurlarından dolayı muâheze etmez.” Sûfiyyenin hadis diye rivâyet ettiği sözdür (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III/310). Hiçbir hadis kaynağında bulunmayan bu rivâyetin uydurma olduğu açıktır. (356)
40) “Mü’minin dünyadaki hediyesi fakirliktir.” [Tasavvuf büyüklerinden Ebû Tâlib el-Mekkî, hadisi zühd konusunu işlerken (Kuutu’l-Kulûb, I/243), Gazzâlî ise fakr bahsinde (İhyâ, IV, 287) zikretmiştir. Deylemî’nin rivâyet ettiği bu hadise, Suyûtî, zayıf demiş, Deylemî de, zayıf bir senetle rivâyet etmiştir. Bu rivâyetin metni de tenkide açıktır. (385)
41) “Fakirlik, mü’mine atın yanağındaki dizgin ve alnındaki beyazdan daha süslüdür.” [Ebû Tâlib el-Mekkî, hadisi zühd konusunu işlerken (I/243), Gazzâlî ise fakr bahsinde (İhyâ, IV, 287) zikretmiştir.] Taberânî’nin Mu’cemu’l-Kebir’inde (VII, 294-295) zayıf bir isnadla rivâyet ettiği hadisi, Irâkî, senenidini zayıf kabul etmiştir. (385)
42) “Peygamberlerden en son cennete girecek olan, zenginliği sebebiyle Süleyman (a.s.)’dır…” [Ebû Tâlib el-Mekkî, hadisi zühd konusunu işlerken (I/243), Gazzâlî ise fakr bahsinde (İhyâ, IV, 287) zikretmiştir.] Taberânî, Evsat’ta ferd bir isnadla rivâyet etmiştir. Bunda, Irâkî’nin de dediği gibi, münkerlik vardır. Mevzû olma ihtimâli çok yüksektir. (385)
43) Bir hadis rivâyeti, “Hz. Peygamber, Allah Teâlâ, dünyayı Âdem oğlundan çıkana benzetti” şeklindedir. Bu rivâyeti, Ebû Tâlib el-Mekkî zühd konusunu işlerken zikretmiştir (I/244). Rivâyeti Ahmed bin Hanbel (Müsned, V/136) ve Taberânî rivâyet etmişlerdir. Fakat isnaddaki Ali bin Cud’ân hakkında ihtilâf edilmiştir. Rivâyet metnindeki nezâket ve üslûptaki düşüklük sebebiyle rivâyete ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Hadis zayıftır. (389)
44) “Karnınızı aç bulundurunuz. İhtirâsı terkediniz, bedeninizi çıplak bırakını, emellerinizi kısa tutunuz, ciğerlerinizi susuz bırakınız, dünyayı terkediniz; umulur ki bu sâyede Rabbinizi kalplerinizle görürüsünüz.” Hucvîrî, bu hadis rivâyetini açlık bahside zikretmiştir (Hakikat Bilgisi, s. 467). Irâkî, aslını bulamadığını söylemektedir. (el-Muğnî, III/214; Zebîdî, İthâf, VII/288). Rivâyetin aslı olmadığı anlaşılmaktadır, uydurmadır. (391)
45) “Dünya sevgisi, bütün hataların başıdır.” Bu rivâyeti, Ebû Tâlib el-Mekkî, zühdün vasfı ve fazileti konusunu işlerken (I/254), Gazzâlî ise dünyanın zemmi konusunda zikretmiştir. Aclûnî, İbn Teymiye ve Sâğânî, rivâyetin mevzû hadisler içinde yer aldığını belirtmiştir. Rivâyet, uydurmadır. (392-393)
46) “Allah Teâlâ, dünyadan yüz çeviren kimsenin kalbine hikmet yerleştirir, dilini konuşturur, dünyanın dert ve dermanını ona bildirir. Ve onu sâlim olarak dünyadan çıkarıp selâmete ulaştırır.” Bu rivâyeti Ebû Tâlib el-Mekkî, zühdün vasfı ve fazileti konusunu işlerken (I/255), Gazzâlî ise zühdün fazileti mevzuunda (IV/322) zikretmiştir. İbnu’l-Cevzî, Mevdûâtında almıştır. Rivâyetin uydurma olduğu bellidir. (393)
47) “Allah Teâlâ, giydiğine aldırış ve itibar etmeyen insanları sever.” Bu rivâyeti Ebû Tâlib el-Mekkî, zühdün vasfı ve fazileti konusunu işlerken (I/258), Gazzâlî ise zühdün açıklanması mevzuunda (IV/338) zikretmiştir. Irâkî’nin aslını bulamadığı rivâyeti (IV/336) Beyhakî rivâyet etmişti, Subkî de İhyâ’da isnâdını bulamadığı hadisler arasında zikretmiştir (VI/372) Rivâyetin uydurma olduğu açıktır. (394)
48) “Hz. Peygamber’in gömleği, zeytin yağcının gömleği gibi idi.” Bu rivâyeti Ebû Tâlib el-Mekkî, zühdün vasfı ve fazileti konusunu işlerken (I/259), Gazzâlî ise zühdün açıklanması bölümünde (IV/337) zikretmiştir. Irâkî, Tirmizî’nin bu hadisi zayıf bir senetle rivâyet ettiğini söylemektedir (IV/337). Rivâyetin uydurma olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.)’in meşhur sünneti olan nezâfet/temizlik özelliğine ters düşmektedir. (395)
49) “Allah’ım, beni fakir olarak vefat ettir, zengin olarak vefat ettirme. Beni miskinlerle haşret.” Bu rivâyeti Ebû Tâlib el-Mekkî, zühdün vasfı ve fazileti konusunu işlerken (I/263) zikretmiştir. Rivâyeti, Beyhakî Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyet etmiş, ancak rivâyetin isnâdında bulunan Hâlid bin Yezid bin Abdirrahman hakkında İbn Adî ve Zehebî, zayıf ve güvenilir olmadığını haber vermişlerdir. Rivâyetin uydurma olma ihtimali açıktır. (398)
50) “Zengine zengin olduğu için tevâzu gösterenin dininin üçte ikisi gider.” Bu rivâyeti Kuşeyrî fakir konusunda zikretmiştir (Kuşeyrî Risâlesi, s. 445). Mûteber kaynaklarda yer almayan bu meşhur rivâyetin mevzû olduğu açıktır. (401)
51) “Yüz seksen senesi olduğu zaman, size gurbeti (yurdundan uzaklaşmayı) ve dağların tepelerinde ibâdete çekilmeyi helâl kıldım.” Eşref Ali, evlenmeyi terketme ve uzlet bölümünde (s. 251) rivâyete yer verir. Ebû Tâlib el-Mekkî’nin Kuutu’l-Kulûb adlı eserinde rivâyet şu biçimi almıştır: “İki yüz senesinden sonra ümmetime bekârlık helâl kılınmıştır. Sizden birisinin o zamanda bir enik (köpek yavrusu) yetiştirmesi çocuk yetiştirmesinden daha hayırlıdır.” ((II/239), Başka bir rivâyet de şu şekildedir: “İki yüz yılında sizin en hayırlınız ailesi ve malı olmayan bekâr kimsedir.” Bu tür rivâyetler genelde mevzûât (uydurma hadisler) kitaplarında yer almaktadır. Bu rivâyetler, kesinlikle uydurmadır. (405)
52) “Allah’ım, Beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür, miskinler zümresinde haşret.” Tirmizî ve İbn Mâce, zayıf senedlerle rivâyet etmişlerdir. Hadis, zayıftır. (410)
53) “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalış.” Bu lafızla uydurmadır.
54) “Kanaat, tükenmeyen bir hazinedir.” Bu rivâyet, bazı kaynaklarda hadis olarak geçer. Meselâ, bkz. Kurtubî, el-Kifâf ve’l-Kanâah, Kahire, 1408/1988, s. 14. Ancak İbn Hıbbân’ın, Muhammed bin Münkedir’in babasına nisbet ettiği bir sözdür (İbn Hibbân, Ravzatu’l-Ukalâ, Beyrut, 1397/1977, s. 150). Bu söz, kanaat hakkında güzel bir ifâde olsa da hadis değildir.
55) “Şüphesiz rüyâ; Allah’ın, uykusunda iken kulu ile yaptığı bir konuşmadır.” Hiçbir hadis kaynağında yer almayan bu rivâyetin uydurma olduğu anlaşılmaktadır. (113)
56) “Kınalanın, çünkü melekler, mü’minin kınasını hayra işâret kabul ederler.”
57) “Abdest aldığınız zaman suyu gözlerinizin içine sokmaya çalışınız. Ellerinizi silkelemeyiniz. Çünkü o, şeytanın yelpâzesidir.”
58) “Hanım, eşinin çamaşırını yıkadığı zaman, Allah ona bin sevap verir. Bin hatasını affeder. Yeryüzündeki her şey o hanım için istiğfâr eder ve âhiretteki derecesini bin kat yükseltir.”
59) “Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete erersiniz.”
60) “Gecelerin en büyüğü dörttür: Recep ayının ilk gecesi, Şa’bân ayının on beşinci gecesi, Ramazan ve Kurban Bayramı geceleri.”
61) “Bir ibrik suyun fiyatı bir dinar (altın lira) olmuş olsa da Cuma günü banyo yapınız.”
62) “Amellerin en faziletlisi en zor olanıdır.”
63) “Bana çok salevât getirin; çünkü kabirde ilk soru benimle ilgili olarak sorulacaktır.”
64) “Bana dünyada en çok salevat getiren, cennette en çok zevceye sahip olur.”
65) “Kibirli insana karşı kibirli görünmek sadakadır.”
66) Hz. Ömer bir gün Peygamber (s.a.s.)’in huzuruna geldi. Ağladığını görünce sebebini sordu. Efendimiz (s.a.s.) şöyle cevap verdi: “Cebrâil (a.s.)’in bana haber verdiğine göre, Allah (c.c.) müslüman olarak ihtiyarlayan kimseye azab etmekten hayâ etmektedir. Acaba, ihtiyar müslüman günah işlerken Allah’tan utanmaz mı?”
67) “Akîk yüzük takının. Çünkü o, taş değil; mübârek bir maddedir.”
68) “Zümrüt yüzük takınmak, fakirliği giderir.”
69) “Âlim meclisinde bir saat oturmak, Allah katında bin yıllık ibâdetten daha sevimlidir.”
70) “Hayvanın otu yiyip bitirmesi gibi, mescidde konuşma da iyilikleri yer bitirir.”
71) “Beş şey orucu bozar: Yalan, gıybet, koğuculuk, yalan yere yemin ve şehvetle bakmak.”
72) “En hayırlı ticâret, tuhafiyecilik; en hayırlı sanat da terziliktir.”
73) “Babanın evlâdına duâsı, Peygamber’in ümmetine duâsı gibidir.”
74) “Gözlerini kaybetmek, günahlar için mağfirettir. İşitme duyusunu kaybetmek de günahlar için mağfiret sebebidir. Bedendeki diğer noksanlıklar da böyledir.”
75) “Yahûdi ve hıristiyanlara selâm veriniz. Ama ümmetimin yahûdilerine selâm vermeyiniz.” Dediler ki: ‘Onlar kimdir ey Allah’ın Rasûlü?’ Buyurdu ki: “Ezanı ve ikameti duyup da cemaate gitmeyenlerdir.”
76) “Hayret edilecek bir şey olmadan gülmek ahmaklıktır.”
77) “Bir söz söylerken aksırmak, o sözün doğruluğu için âdil bir şâhiddir.”
78) “Kurbanlarınızı büyük kesiniz. Çünkü onlar sırat üzerinde binek hayvanlarınız olacaktır.”
79) “Mercimek yemenizi tavsiye ederim. O, mübârek bir yiyecektir. Kalbi yumuşatır, gözyaşlarını çoğaltır.”
80) “Gıybet, zinâdan daha kötüdür.” Sahâbîler, ‘bu nasıl olur, ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sorunca Efendimiz (s.a.s.) şöyle cevap verdi: “Adam zinâ eder. Sonra tevbe eder ve Allah (c.c.) tevbesini kabul edebilir. Ama, gıybet eden kimse, gıybet ettiği arkadaşı onu affetmedikçe, mağfiret edilmez.”
81) “Allah Rasûlünün, kabzası gümüşten bir kılıcı vardı. Adı zülfikârdı.”
82) Peygamber (s.a.s.) patlıcanı yerdi ve faziletini de şu sözlerle anlatırdı: “Kim onu dert olarak yerse ona dert olur. Şifâ olarak yiyene de şifâ olur.”
83) “Yeni doğan çocuklarınızı, ağladıklarından dolayı bir sene dövmeyiniz. Çünkü onlar, dört ay kelime-i şehâdet söylerler, dört ay bana salât u selâm ederler, son dört ayda da ana-babalarına duâ ederler.”
84) “Melekler, karnı dolu kimsenin yanına girmez.”
85) “Zemzem suyu ile cehennem ateşi, bir kulda ebediyyen bir araya gelmez.”
86) “Kim bir kerre salevât-ı şerîfe okursa, onun zerre kadar günahı kalmaz.”
87) “Kim bir ihtiyacını gidermekte güçlük çekerse, Bana salevât-ı şerîfe getirsin. Çünkü o, keder, üzüntü ve sıkıntıları giderir ve rızkı çoğaltır.”
88) “Kim, abdest aldıktan sonra bir kerre Kadr sûresi okursa, sıddîklerden olur. İki kerre okursa şehidler dîvânına yazılır. Üç kerre okuyanı ise Allah (c.c.) peygamberlerle haşreder.” (Sehâvî: “Abdestten sonra Kadr sûresi okumakla ilgili rivâyetin aslı yoktur” demektedir.
89) “Ey Ali! Hayrı, güzel yüzlülerden iste. Çünkü onlar cömerttir. Hayrı hayâ sahibi kimselerden talep et.”
90) “İtaatkâr bir evlât, ana-babasına rahmet nazarıyla bakarsa, Allah (c.c.) ona kabul edilmiş bir hac sevâbı verir.” Dediler ki: ‘Her gün yüz kerre baksa?’ Buyurdu: “Evet, Allah en büyük ve en güzeldir.”
91) “Ümmetimin âlimleri, İsrâil oğullarının peygamberleri gibidir.”
92) “Kim bir âlimi ziyâret ederse Beni ziyâret etmiş olur. Kim bir âlimle musâfaha ederse, Benimle musâfaha etmiş olur. Kim bir âlimle oturursa, dünyada Benimle oturmuş gibi olur. Allah (c.c.) onu kıyâmet günü cennette Benimle oturacaktır.”
93) “Kim, cehennemden âzâd edilmiş kişileri görmek isterse, talebelere baksın. Allah’a yemin ederim ki, bir âlimin dersine devam eden talebenin her adımına ve öğrendiği her harfe Allah (c.c.) bir senelik ibâdet sevabı verir. Her adımına cennette bir şehir inşâ eder. Yeryüzünde yürürken ona istiğfâr edilir. Affedilmiş olarak sabahlar ve akşamlar. Ayrıca melekler onlar için şâhitlik ederek şöyle derler: ‘İşte bunlar, Allah’ın cehennemden âzâd ettiği kimselerdir.”
94) “Kim bir âlime ikramda bulunursa, yetmiş peygambere ikramda bulunmuş olur. Kim bir talebeye ikram ederse yetmiş şehide ikram gibidir. Kim âlimi severse yaşadığı sürece hataları yazılmaz.”
95) “Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir.”
96) “Mushaf’a bakmak ibâdettir.”
97) “Gözlerini seven kişi, ikindiden sonra yazı yazmasın.”
98) “Allah Teâlâ buyuruyor: ‘Kim abdest bozar da abdest almazsa Bana eziyet etmiş olur. Kim abdest alır ve iki rekât namaz kılmazsa Bana cefâ etmiş olur. Kim namazı kılar da Benden bir şey istemezse Bana cefâ etmiş olur. Kim de namazdan sonra Bana duâ eder de Ben ona istediğini vermezsem Ben ona cefâ etmiş olurum. Ben ise, cefâ eden bir Rab değilim.”
99) “Kim, kaşlarını devamlı tarakla düzeltirse, belâlardan kurtulur.”
100) “Kim, saçını ayakta tararsa, borç altında kalır.”
101) “Kim, sarı ayakkabı giyerse, onu giydiği müddetçe sevinci artar.”
102) “Kim, besmeleyi güzelce yazarsa mağfiret olunur.”
103) “Kim, üzerinde besmele yazılı bir kâğıdı, besmeleye hürmet ve onu kirlenmekten korumak için yerden kaldırırsa, Allah (c.c.) katında sıddîklar arasına girer ve müşrik bile olsalar, ana-babasının azâbı hafifletilir.”
104) “Yemeğe üflemek bereketi giderir.”
105) “Kadın zayıf olarak yaratılmıştır. Onun zayıflığını sükûtla karşılayın. Evlerde onların ırzlarını koruyun. Kadın, salona oturmasın. Ve ona yazı yazmayı öğretmeyin.”
106) “Bir hanım, eşinin izni olmadan evden çıkarsa, güneş ve ayın üzerine doğduğu her şey, eve dönünceye kadar ona lânet eder.”
107) “Şâyet ben, bir insanın başka bir insana secde etmesini emredecek olsaydım, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim.”
108) “Eğer kocanın tepesinden ayağına kadar bütün bedeni irinler içinde kalıp hanımı o irinleri diliyle silerse, yine de ona karşı teşekkür etmek vazifesini edâ etmiş sayılmaz.”
109) “Uğursuzluk üç şeydedir: At, kadın ve evde.”
110) “Erkeğe, hanımını ne sebeple dövdüğü sorulmaz.”
111) “Kadınlara itaat, pişmanlıktır.”
112) “Kadınlara danışın, fakat onların dediklerinin tersini yapın.”
113) “Kadınları Allah Teâlâ geride bıraktığı gibi siz de geride bırakın.”
114) “Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı fitne-fesat olarak hiçbir şey bırakmadım”
115) “Kadınların akılları şehvetlerindedir.”
116) “Kadınları göze çarpan mevkîlere oturtmayın, yazıyı da öğretmeyin. Dikiş öğretin ve Sûre-i Nûr’u da iyi öğretin.”
117) “Havvâ olmasaydı, hiçbir kadın kocasına ihânet etmezdi. İsrâiloğulları da olmasaydı (bekleyen) et bozulmazdı.”
118) “Cennet sâkinlerinin en azı kadınlardır.”
119) “Kadınların cehennemde çoğunluğu teşkil ettiğini gördüm Aklı ve dini eksik olanlar arasında akıl sahibi erkeklere galebe çalan kadınlardan başkasını görmedim.”
120) “Kadın üzerinde en fazla hakkı olan kişi kocasıdır; erkek üzerinde en fazla hakkı olan kimse ise annesidir.”
121) “Ey kadınlar! Eğer kocalarınızın size olan haklarını bilseydiniz, ayaklarının tozunu yüzlerinize silerdiniz.”
122) “Hangi kadın, kocası kendisinden râzı olarak vefat ederse, cennete girer.”
123) “…Kadınların dinleri ve akılları eksiktir.”
124) “Şüphesiz kadın, karşınıza bir şeytan sûretinde gelir ve bir şeytan sûretinde gider.”
125) “Kadın avrettir, dışarı çıktımı şeytan ona istişrâf eder/muttalî olur.”
126) “Kadınlar arasında sâliha kadın, yüz tane karga arasında alaca bir karga gibidir.”
127) “Doksan dokuz kadından biri cennette, diğerleri ise cehennemdedir.”
128) “Kadınlara danışmayın, onlara muhâlefet edin. Kadınlara muhâlefet edin, zira kadınlara muhâlefet berekettir.”
129) “Kadınları önünüze geçirmeyin, onların üç adım önünden yürüyün.”
130) “Kadınları yüksek yerde oturtmayın.”
131) “Kadınlar için kabir daha hayırlıdır.”
132) “Kadınların hayırlı işi, yün eğirmektir.”
133) “Kadın, kocasından izinsiz evden çıkarsa, her şey onu lânetler.”
134) “Kadınları aç ve çıplak bırakın.”
135) “Kadınlar (muhâlefette ve istediklerini yapmada erkeklerden) baskındırlar.”
136) “(Namaz kılanın önünden geçen) kadın, köpek ve eşek (ve domuz), namazı keser.”
137) “…Cehennem ehlinin çoğunluğunun kadınlar olduğunu gördüm. ‘Neden ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sordular. (Cevâben:) “küfürlerinden dolayı” buyurdu. ‘Allah’ı mı inkâr ediyorlar?’ (diye tekrar) sordular. “Kocalarına karşı nankörlük ederler; iyiliğe karşı nankörlük ederler. İçlerinden birine dünya durdukça iyilik etsen, sonra, senden bir şey görse, (hemen) ‘senden asla hiçbir hayır görmedim ki!’ der.”
138) Amr bin el-Âs’dan diyor ki: “Biz Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte bir dağ yolunda bulunurken, ansızın şöyle dedi: “Bakın! Bir şey görüyor musunuz?” Biz dedik ki: ‘Kargaları görüyoruz. İçlerinde, gagası ve ayakları kızıl renkli, alaca bir karga var.’ Rasûlullah şöyle buyurdu: “Kadınlardan cennete girebilecek olanlar, ancak şu (siyah) kargalar içindeki alaca karga gibi olanlardır.”
(Tasavvufî eserlerde hadis diye nakledilen zayıf veya uydurma rivâyetler hakında geniş bilgi almak için, bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, T.D.V. Y. Ank, 2000; Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis -Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivâyetler-, Yediveren Y. Konya, 2001; Mahmut Yeşil, Va’z Edebiyatında Hadisler, T. Diyanet Vakfı Y.Ank. 2001; Hasan Cirit, Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları, Çamlıca Y. İst. 2002; Hatice Kelpetin Arpaguş, Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Çamlıca Y. İst. 2001)
Halk arasında meşhur nice kitaplardaki kaynağı belirtilmeyen hadis rivâyetleri ele alınırsa, örnekler maalesef ciltlerle kitapları dolduracaktır. Özellikle tasavvufla, tasavvufî ahlâk ve ahlâkla ilgili eser ve konuşmalarda, yer yer vaaz, nasihat türü konuşma ve eserlerde bu tür örnekleri duyup görüyoruz. Din, sağlam kaynaklara, sağlam delillere dayandırılmalı, Kur’an ilkeleri, zayıf veya uydurma rivâyetlerle zedelenmemelidir. Dinle ilgili konularda güncel siyasal ve sosyal problemlere karşı uyanık olunması kadar; tarihsel süreç içinde hakka karışan bâtılları zor da olsa ayırdetmeye çalışmak, bugünün dâvâ adamlarının boynuna borçtur.
Âişe Anamıza Atılan Çirkin İftira: İfk Olayı
İfk; yalan, büyük yalan, iftira namuslu birinin namusu hakkında iftira etmek demektir. İfk olayı; İslâm tarihinde Rasûlullah (s.a.s.)’in zevcesi ve müminlerin annesi (33/Ahzâb, 6) Hz. Âîşe hakkında münâfıklar tarafından uydurulan iftira olayının adıdır. Olay Buhârî, Müslim gibi ana kaynaklarda tafsilâtlı olarak anlatılır. Bizzat Hz. Âîşe, olayı cereyan tarzı ve sebepleriyle birlikte detaylı olarak anlatmaktadır.
Olayın gerçek yüzü münâfıkların, Medine’de güvenli bir yurt edinen ve günden güne gelişen İslâm toplumunu parçalamak için İslâm peygamberinin aile mahremiyetini hedef alarak, baş vurdukları bir aleyhte propaganda ve karalama hareketidir. Onlar, Rasûlullah’ın, en yakın arkadaşları ile arasını açabilirlerse, İslâm’ı yok etme emellerine kısa yoldan varabileceklerini zannediyorlardı. Münâfıklar Mustalikoğullarına karşı düzenlenen cihat harekatında, Hz. Âîşe’nin başına gelen normal bir olaydan yararlanarak Hz. Ebu Bekir’le Rasûlullah’ın arasına fitne sokmaya ve Rasûlullah’ı gözden düşürmeye çalıştılar.
Münâfıklar, hicretin beşinci yılı Şaban ayında, Necid bölgesinde, Müreysî suyu yanında konaklamış olan Mustalikoğulları kabilesine karşı düzenlenen sefere savaşın şiddetli geçmeyeceğini bildikleri için kalabalık bir şekilde katılmışlardı.
Rasûlullah sefere çıkmadan önce, âdeti olduğu üzere, hanımları arasında kura çekmiş, kendisiyle beraber sefere gitme kurası Hz. Âîşe’ye çıkmıştı (Buhârî, Şehâdet, 15). Bu sefer esnasında münâfıklar, Mekkeli Muhacir müslümanlarla, Medine’nin yerlisi Ensar arasına fitne sokmaya da çalıştılar. Bunun için bölge ve kabile taassubunu kullandılar. Bir seferinde iki müslüman grubu birbiriyle kılıca sarılacak hale getirmiş, olay Resulullah (s.a.s) tarafından kolayca önlenmiştir. Bu arada münâfıkların reisi Abdullah b. Übeyy: “Medine’ye dönünce, aziz olanların, zelil olanları oradan çıkaracaklarını” söylüyordu (63/Münâfîkûn, 8). Bunun üzerine Resulullah (s.a.s) Ensarı toplayarak durumu anlattı. Ensâr olaya son derece üzüldü. Böylelikle Abdullah b. Übeyy herkesin nefretini kazandı. Hatta oğlu babasının bineğinin üzengisinden tutarak: “Kendinin zelil olduğunu, Allah Rasûlunün de aziz olduğunu itiraf etmeden seni bırakmam!” demiş ve itiraf da ettirmiştir (İbn Sa’d, Tabakâtu’l-Kübra, II, 65).
Sefer dönüşü ordu, geceleyin bir yere konakladı. Hz. Âîşe ihtiyacı için ordugahın dışına çıktı. Döndüğü zaman, boynundaki Yemen boncuğundan dizilmiş gerdanlığının kopup düşmüş olduğunu gördü. Bu gerdanlığı Hz. Âîşe’ye, gelin olduğunda annesi Ümmü Rûman hediye etmişti (Vâkıdî, Meğazî, II, 428). Diğer kaynaklar gerdanlığı kız kardeşi Esma’dan emanet aldığını yazarlar. Hz. Âîşe, gerdanlığı aramak için ordunun dışında ihtiyacını giderdiği yere gitti. Bulup döndüğünde ise kendisinin devesi üzerindeki mahfelinde olduğunu zanneden muhafızları da dahil olmak üzere, ordunun oradan ayrılıp gitmiş olduğunu gördü. Geri dönüp kendisini ararlar düşüncesiyle orada oturup bekledi. Bu arada da olduğu yerde uyuyup kaldı.
Ordunun artçısı Safvan b. Muattal kendisini görerek, hiç konuşmadan onu devesine bindirdi. Devenin yularını çekerek orduya yetiştirdi (İbn Hişam, es-Sîre, II, 298). İkinci konakta Hz. Âîşe’nin devesinin üzerinde olmadığı anlaşılıp bir süre sonra genç bir askerin devesiyle geldiğini görünce, münâfıklar bunu fırsat bilip dedikoduya başladılar. Abdullah b. Übeyy el altından bu dedikoduyu besledi. Müslümanlar bunun iftira olduğunu anladılar. Meselâ Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî hanımına: “Ümmü Eyyûb! Senin hakkında böyle bir şey söylense kabul eder misin?” diye sordu. O, “Hâşâ, asâletli ve şerefli bir insan böyle bir şey yapmaz” cevabını verdi (İbn Hişâm, a.g.e, s. 302).
Ne yazık ki münâfıklar dışında üç müslüman da bu dedikoduya kendilerini kaptırdılar; Bunlar Safvan’dan öç almak isteyen Hassan bin Sâbit, Rasûlullah’ın hanımlarından Zeyneb binti Cahş’ın kız kardeşi Hamne ve Hz. Ebû Bekir’in yardımlarıyla geçinen Mıstah b. Üsâse idiler. Hz. Âîşe yolculuk dönüşü hastalandı ve annesinin bakması için baba evine gitti. Olanlardan tamamen habersizdi. Annesi ve babası da, Rasûlullah (s.a.s.) da olanları kendisine duyurmadılar. Kendisi de Rasûlullah’ın soğuk davranışına bir mana veremedi. Bir gün Mıstah’ın annesi durumu kendisine açınca derin bir üzüntüye kapıldı ve günlerce gözyaşı döktü (Müslim, Tevbe, 56). Bu arada Resulullah (s.a.s.) kendisine durumla ilgili sorular sordu. Hz. Âîşe ise, halini Allah’a havâle ettiğini bildirerek karşılık verdi.
Olayı duyan Safvan büyük bir öfkeye kapılarak kılıcını aldı ve öldürmek kastıyla Hassan’a saldırdı ve onu yaraladı. Bu Rasûlullah (s.a.s.)’e haber verilince Safvan’ın tutuklanmasını emretti. Aslında Safvan kadına ilgi duymayan, erkeklik gücü yok (hasûr) birisi idi. Bunu kendisi de açıkça ifade etmiştir (İbn Hişam a.g.e, s. 306, Müslim, Tevbe, 57).
Rasûlullah (s.a.s.) durumu bir de Ashaptan bazılarıyla görüştü. Bunlardan Hz. Osman, Üsâme b. Zeyd, Zeyneb binti Cahş, Ümmü Eymen hep Hz. Âişe’nin tertemiz olduğuna şahitlik ettiler. Hz. Ömer, Hz. Âîşe’nin nikâhının Allah tarafından kıyıldığını hatırlatarak, Allah’ın temiz olmayan bir kadınla onu nikâhlamayacağını söyledi. Yalnız Hz. Ali lehte olmayan bir konuşma yaptı ve Rasûlullah için kadının çok olduğunu belirtti. Bir de Hz. Âîşe’nin hizmetçisinin sorguya çekilmesini teklif etti. Hatta doğru söylemesini sağlamak için onu tokatladı. Berire ise, hanımı hakkında iyilikten başka bir şey bilmediğini belirtti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) durumu bir de Ashâb’a bildirmek üzere minbere çıktı ve bu konuda onların yardımını istedi. Ensardan Sa’d b. Muaz: “Ey Allah’ın Rasûlü, sana ben yardım edeceğim. İftiracı Evs kabilesinden ise, ben onun boynunu vururum. Eğer Hazrecli kardeşlerimizden ise, bize emredersin, emrini yerine getiririz” deyince Hazreclilerden Sa’d b. Ubâde buna karşı çıktı. Karşılıkla atışmalar neticesinde çıkan anlaşmazlığı Rasûlullah (s.a.s.) yatıştırdı.
Rasûlullah (s.a.s.) büyük üzüntüyle oradan, babası Ebû Bekir’in evinde bulunan Hz. Âîşe’nin yanına gittiğinde, Allah onun temizliğini şu âyetlerle Rasûlüne bildirdi:
“O iftira haberini getirenler, sizlerden bir zümredir. Onu siz kendiniz için bir şer sanmayınız. Belki o, sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günah vardır. Günahın büyüğünü yüklenen kimseye de büyük bir azap vardır. Ne olurdu o iftirayı işittiğiniz zaman, erkek ve kadın müminler, kendi nefislerine kıyas ederek hüsnü zan etselerdi de; bu açık bir iftiradır deselerdi!
O iftiracılar buna dört şahit getirselerdi ya! Şahitleri getiremeyince de onlar, Allah katında muhakkak yalancıdırlar. Eğer dünyada ve ahirette Allah’ın fazl ve rahmeti üzerinizde bulunmasaydı, içine daldığınız o ifiradan dolayı, sizi her halde büyük bir azap çarpardı. Ortaya atıldığı zanları siz, o iftirayı dillerinizle birbirinize yetiştiriyordunuz. Hiçbir bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söyleyiveriyor ve bunu kolay sanıyordunuz. Halbuki bu, Allah katında büyük bir vebal idi.”
“Ne olurdu, onu işittiğiniz zaman: “Bunu söylemek bize yakışmaz! Sübhanallah! Bu büyük bir bühtandır” deseydiniz ya!…” (24/Nûr, 11-20)
Bu âyetlerin inişi başta Rasûlullah (s.a.s.) olmak üzere bütün müminleri sevindirdi. Ama iftira yapanların ve yayanların cezası da verilmeliydi. Cenab-ı Hak bunun üzerine su iki ayeti indirdi:
“Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadıyla) iftira atan, sonra da (bununla ilgili olarak) dört şahit getirmeyen kimselerin (her birine) seksen değnek vurun. Onların ebedî şahitliklerini kabul etmeyin. Onlar fâsıkların ta kendileridir. Ancak (bu hareketlerine) tövbe edip durumlarını ıslah edenler müstesnâdır. Çünkü Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.” (24/Nûr, 4-5)
Âyetlerde, zinâ iftirası atanlar için üç ayrı hüküm konulmuştur:
1- İftiracıya seksen sopa vurulacak,
2- Şâhitliği ebediyyen kabul edilmeyecek,
3- Allah’ın tâatinden çıktığı için fâsıklıkla vasıflandırılacaktır.
İftira eden, pişman olur, tövbe ederse fâsıklık vasfını üzerinden kaldırmış olur (M. Ali es-Sabûnî, Kur’an-ı Kerîm’in Ahkâm Tefsîri, II, 107).
Bu âyetlerin inmesi üzerine Rasûlullah (s.a.s.) Hassan, Hamne ve Mıstah’a zina iftirası cezası olarak seksener değnek vurdurdu. Abdullah b. Übeyy’e bu ceza tatbik edilmedi (Muhammed Rıda, Muhammed (s.a.s), Mısır 1357/1938, s. 303).
Hz. Ebû Bekir kızına yapılan iftiraya karıştığı için Mıstah’a vermekte olduğu yardımı kesmişti. İftira cezası tatbik edildikten sonra Cenabı Hak: “Sizden (dinde) fazilet ve (dünyada) servet sahibi olanlar, akrabalarına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermelerinde kusur etmesin. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” (24/Nûr, 22) âyetini indirdi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir: “Vallahi ben, Allah’ın beni bağışlamasını elbette arzu ederim. Vallahi ben, artık bunu ondan hiç bir zaman kesmem” dedi ve Mıstah’a vermekte olduğu nafakayı vermeye tekrar devam etti (Buharî, Meğazî 34, Tefsîru’l-Kur’ân 6; Müslim, Tevbe 56).
İftira, içi başka dışı başka olan iki yüzlü münâfıkların metodudur. İftiradan sakınmak, iftiraya uğrayan mazlumlara arka çıkmak, zalim ve iftiracıları yalanlamak gerekir. (10)
Kazf: Nâmuslu Bir Kimseye Zinâ İftirası
Kuvvetle atmak, sözü ağzından atıvermek, dokundurmak, iffetine iftira etmek anlamına gelen “kazf”, terim olarak; Nâmuslu bir erkek veya kadına “sen zinâ ettin…” ey zâniye…” gibi sözlerle zinâ suçlaması yapmak anlamında bir İslâm hukuku terimidir. Kazf büyük günahlardandır. Bu konuda Cenab-ı Hakk “Şüphesiz nâmuslu, kendi halinde olan mü’min kadınlara (zinâ iftirâsı) atanlar, dünyada ve âhirette lânet olunurlar. Onlar için büyük bir azap vardır” (24/Nûr, 23) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadis-i şeriflerinde, kazfi, insanı helâke götüren yedi unsurdan biri olarak zikretmiştir (Buhârî, Vesâyâ 23).
Kazf cezası, eğer iftirayı yapan kimse hür ise cezası seksen değnektir: “Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup da, sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek (hadd) vurur, onların şahitliklerini de ebediyyen kabul etmeyin” (24/Nûr, 4). Değnekler vücudunun belirli bir yerine değil, çeşitli yerlerine vurulur. Yalnız manto, palto gibi dış elbiseleri çıkarılır. Eğer iftira eden köle ise cezası kırk değnektir: “Câriyelere, hür kadınlara olan azabın yarısı vardır” (24/Nûr, 4).
İftira edilen kimsenin muhsan olması; hür, akıllı, bâliğ, müslüman ve namuslu olması demektir. Kişi iftira ettiğini söyleyip sonra bundan caymaya kalkarsa, bu kabul edilmez, yani kendisine cezâ uygulanır. Bir kâfire zina isnad eden veya bir müslümana zinadan başka bir şey atfeden meselâ, ey fâsık, ey kâfir veya ey habis diyen kimse İslâm Devletinin koyduğu bir ceza (ta’zir) varsa onunla cezalandırılır.
Ta’zirin en çoğu otuzdokuz en azı üç sopadır. Hakim birisine had uygulayıp veya ta’zir ettiğinden dolayı o kimse ölürse, hakim sorumlu değildir. İftiradan dolayı had cezası uygulanan müslüman tevbe etse bile, şahitliği kabul olunmaz (bk. en-Nur, 24/4). Ancak tevbesi sebebiyle fâsıklıktan kurtulmuş olur. Şâfiîlere göre ise tevbe edince, hem fâsıklıktan kurtulur, hem de bundan sonra şahitliği kabul edilir.
Kâfir iken, iftiradan dolayı kendisine had cezası uygulanan müslüman olursa, şahitliği kabul olunur. Çünkü müslüman olmakla kendisine şahitlik hakkı yeniden doğar (el-Kurtubî, el-Cami’ fi Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1965-1966, XII, 190-195; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1936, IV, 3478-3483; Mevdûdî, Tefhimul Kur’ân, İstanbul 1986, III, 431 vd. Seyyid Kutup, Fî Zilâli’l Kur’ân, İstanbul t.y., X, 381 vd.). (11)
Lian: Eşler Arası Güvensizliğin Bedeli ve İftiraya Set Çekme
İSLAM ANSİKLOPEDİS
Lian; Zinâ sebebiyle evliliği sona erdirme yöntemine denir. Liân ve eş anlamlısı mulâane, La’n kökünden “Leane”nin mastarıdır; Allah’ın rahmetinden kovulma ve uzaklaştırılma; kocanın karısını zinâ ile suçlaması ve bunu dört şâhitle ispat edememesi halinde, hâkim önünde özel şekilde ve karşılıklı olarak yeminleşme anlamında bir İslâm hukuku terimidir. Hanefî ve Hanbelilerin ortak tarifine göre, liân; koca tarafından yalan söylüyorsa Allah’ın lâneti kendi üzerine çekilerek, yeminlerle güçlendirilmiş şehâdetlerdir. Kadın da, eğer yalan söylüyorsa, Allah’ın gazabını üzerine çeker. Bu yeminleşme koca için “kazf” cezâsı ve kadın için zinâ cezâsı yerine geçer, Liân, evliliği sona erdiren bir boşanma yoludur.
Liânı doğuran sebep şudur. Bir erkek yabancı bir kadına zinâ ithâmında bulunursa, bunu dört şâhitle ispat etmesi gerekir. Aksi halde zinâ iftirası yapmış sayılır ve kendisine seksen değnek dayak vurulur (24/Nûr, 4). Kazf cezâsı, önceleri, eşine zinâ isnâdında bulunan ve bunu dört şahitle ispat edemeyen koca için de uygulanıyordu. Nitekim Ashâb-ı kiramdan Hilâl b. Ümeyye (r.a.), hanımına zinâ isnâdında bulununca Rasûlüllah (s.a.s.); dört şahitle bunu ispat etmesini, aksi halde zina iftirası cezası (kazif) uygulanacağını bildirdi. Bunu birkaç defa daha tekrar etti. Hilâl b. Ümeyye şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resulü; bizden birimiz karısını bir erkekle zina halinde görüyor; delil istiyorsunuz. Seni hak olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben doğru söylüyorum. Şuna inanıyorum ki, Allah, benim sırtımı bu dayaktan kurtaracak şeyi sana indirecektir” (Buhârî, Şehâdât 21, Tefsîru Sûre 24/3, Talâk 28; Müslim, Liân 2; Ebû Dâvud, Talâk 27; Ahmed bin Hanbel, I/273, III/142). Bu olay üzerine aşağıdaki “mulâane âyeti” indi.
“Hanımlarına zina isnat edip de, kendilerinden başka şahitleri olmayanların şahitliği, doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah’ı şahit tutup yemin etmesiyle olur. Beşinci defasında, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah’ın lânetinin kendi üzerine olmasını diler. Kadının da kocasının yalancılardan olduğuna dair, Allah’ı dört defa şahit tutup yemin etmesi, cezayı kendisinden kaldırır. Beşinci defasında; kocası doğru söyleyenlerden ise, Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını diler” (24/Nûr, 6-9).
Âyetin ilk uygulaması Hilâl ailesi üzerinde oldu. Hz. Peygamber, Hilâl’i çağırdı. Hilâl, doğru söylediğine dair, dört defa Allah’ı şahit tutup, beşincide, eğer yalan söylüyorsa, Allah’ın lânetinin kendi üzerine olmasını istedi. Sonra karısı getirtilerek, o da aynı şekilde yemin etti. Beşincide, eğer kocası doğru söylüyorsa, Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını diledi. Allah’ın elçisi sonra onların arasını ayırdı (eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, 1250 H, y.y., VI, 268). Liân ayetinin Uveymir el-Aclânî ve zina isnadında bulunduğu hanımı hakkında indiği de rivayet edilmiştir. Ayetin hükmünün, önce Hilâl ailesine ikinci olarak da Uveymir ailesine uygulandığı görüşü daha sağlam görünmektedir (eş-Şevkânî, a.g.e., VI, 268).
Liânın sebebi ikidir. Birincisi; bir erkeğin karısına, yabancı bir kadına isnat edildiği zaman zina cezası uygulamasını gerektiren zina isnadında bulunması. İkincisi; babanın henüz doğmamış olan veya doğmuş bulunan çocuğun nesebini reddetmesi.
Ebû Hanîfe’ye göre, çocuğun nesebini reddetmek, hemen doğumun arkasından veya normal olarak en geç bir hafta içinde olmalıdır. Koca, karısının doğurduğu çocuğun nesebini kabul etmemekle, ona zina isnadında bulunmuş olur ve mulâane yoluna gidilir. Bu süre geçtikten sonra, çocuğun nesebi, susma sebebiyle sabit olur. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise, nifas sonuna kadar, çocuğun nesebini reddetmek mümkündür (el-Kâsânî, Bedâyiu’s-Sanâyi, Beyrut 1328/1910, III, ?39; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, Kahire, t.y., III, 260 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb, III, 79). Nifas müddeti doğumdan itibaren kırk gündür.
Liânın rüknü; yeminle birlikte Allah’ı şahit gösterme ve her iki eşin lâneti üzerine çekmesidir.
Liânın Şartları
Lianın şartları üçtür:
- Eşler arasında evliliğin devam etmekte olması gerekir. Eşlerin daha önce cinsel temasta bulunmamış olması hükmü değiştirmez. Evli olmayanlar arasında veya yabancı bir kadına zina isnadında bulunulması halinde mulâane yoluna gidilemez. Bir erkek, yabancı bir kadına zina isnadında bulunduktan sonra onunla evlense, kendisine yalnız kazif cezası gerekir, Liân uygulanmaz.
- Nikâh akdinin sahih olması gerekir. Meselâ, şahitsiz evlenen ve bu sebeple nikâhı fasit olan eşe mulâane uygulanmaz.
- Kocanın şahitlik yapma ehliyetine sahip olması. Bu durum; eşlerin akıl, bâliğ ve müslüman olmasını ve kazif suçundan dolayı had cezasına çarptırılmamış bulunmasını gerektirir. Eşlerin âmâ veya fâsık olması sonucu etkilemez (el-Kâsânî, a.g.e., III, 24; İbnü’l-Hümâm, a.g.e, III, 259; el-Meydânî, a.g.e., III, 75,78; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, Mısır, t.y., II, 805 vd.).
Çocuğun nesebini reddedebilmek için bazı şartların bulunması gerekir:
- Hâkimin eşler arasında tefrika (ayrılık) kararı vermesi. Çünkü ayrılığa hüküm verilmeden önce, nesebi red gerekmez.
- Nesebin, Ebû Hanîfe’ye göre, en geç bir hafta içinde, Ebû Yusuf ve Muhammed’e göre nifas müddeti içinde reddedilmesi gerekir. Çoğunluğa göre, neseb reddinin en kısa sürede (fevrî) yapılması gereklidir.
- Nesebin kabulü anlamına gelen bir işlemin yapılmaması gerekir.
- Tefrik sırasında çocuğun hayatta olması şarttır (el-Kâsânî, a.g.e, III, 246-248; el-Meydânî, a.g.e; III, 79; İbn Âbidîn, a.g.e, II, 811).
Mulâane sırasında yeminden kaçınma veya liândan dönme halinde; Hanefîlere göre liândan kaçınan koca ise, yemin edinceye veya yalan söylediğini itiraf edinceye kadar hapsedilir. Hapis cezasının bir yarar sağlamayacağı belli olursa, kazif cezası uygulanır. Yeminden kaçınan kadınsa, mulâane yapması ve kocasını tasdik etmesi için hapsedilir. Kocasını doğrularsa serbest bırakılır. “Yemin etmesi, kadından azâbı kaldırır” (24/Nûr, 8) âyetinde belirtildiği gibi Hanefiler dışındaki çoğunluk İslâm hukukçularına göre, liândan kaçınanlara zinâ cezâsı uygulanır. Çünkü liân, zina cezasının yerine geçmiştir.
Koca, hâkim önünde yapılan liân işleminden sonra, yemininden dönerse kendisine kazif cezası verilir (el-Kâsânî, a.g.e., III, 238; el-Meydânî, a.g.e., II, 808; İbn Âbidin a.g.e., II, 808).
Liânın Hükümleri:
Eşin zinası sebebiyle hâkim önünde vuku bulan mulâane sonunda aşağıdaki sonuçlar ortaya çıkar.
- Kocadan kazif veya tâzir cezası düşer. Kadın da zina cezasından kurtulur.
- Mulâaneden sonra, eşlerin cinsel temasta bulunması haram olur. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Mulâane yapanlar artık sonsuza kadar bir araya gelemez” (eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VI, 271).
- Eşler, mulâane sonunda hâkim kararı ile birbirinden ayrılmış olurlar. Delil; Hz. Peygamber’in Hilâl b. Ümeyye ile eşini ayırmasıdır (eş-Şevkânî, a.g.e., VI, 274). Burada, hâkimin ayırma hükmü, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre “bâin talâk * ” niteliğindedir. Çünkü prensip olarak hâkim kararı ile gerçekleşen boşama bâin talâk sayılır. Koca, daha sonra, yalan söylediğini ikrar eder veya şahitlik yapma ehliyetini kaybederse karısı kendisine helâl, çoğunluk İslâm hukukçularına göre ise, Liân sonucu gerçekleşen ayrılık, süt hısımlığı yüzünden ayrılıkta olduğu gibi “nikâh akdini fesih” niteliğindedir; ebedî haramlığı gerektirir ve artık bu iki eşin yeniden evlenmesi mümkün olmaz.
- Zinâ fiiline bağlı olarak doğan veya doğacak olan çocuğun nesebi baba yönünden reddedilmiş sayılır. Artık bu koca ile çocuk arasında miras ve nafaka hukuku cereyan etmez (bk. el-Kâsânî, a.g.e., III, 244-248; İbnü’l-Hümâm, a.g.e., III, 253 vd.; el-Meydânî, a.g.e., III, 77-78; İbnRuşd, Bidâyetü’ l-Müctehid, Mısır, t.y., II, 120 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, t.y., VII, 410-416; Abdurrahman es-Sabünî, Medâ Hürriyeti’z-Zevceyn fi’t-Talâk, Beyrut 1968, II, 896 vd.). (12)
Tefsirlerden İktibaslar
“İsrail’in (Yakub’un), Tevrat’ın indirilişinden önce kendine yasakladıkları dışında kalan tüm yiyecekler İsrailoğulları’na helâl idi. De ki; ‘Eğer doğru söylüyorsanız, Tevrat’ı getirip okuyunuz.’ Kim bundan sonra Allah adına yalan uydurursa, bunlar zalimlerin ta kendileridirler.” (3/Âl-i İmrân, 93-94)
Yahûdiler, Hazreti Muhammed’in (salât ve selâm üzerine olsun) Risaletinin sıhhatine kusur bulmaya yol bulmak, fikirleri karıştırıp akılları ve kalpleri sarsmak için her delili, her şüpheyi ve her hileyi kullanmak istiyorlardı. Bu nedenledir ki, Kur’an’ın Tevrat’ta bulunanları tastik ettiğini görünce şöyle demeye başladılar: “O halde İsrailoğulları’na haram kılınan şeyleri (rivayetlere göre İsrailoğulları’na haram olan bizzat deve etini ve sütünü zikretmişlerdir.) Kur’an nasıl helâl kılıyor?” Bilindiği gibi İsrailoğulları’na haram olan birçok şeyi yüce Allah müslümanlara helâl kılmıştır.
Burada Kur’ân-ı Kerim, yahûdilerin, Kur’an’ın Tevrat’ı tasdik ettiğini ve İsrailoğulları’na haram kılınan bazı şeylerin müslümanlara helâl kılındığını şüpheyle karşılamalarına, “İsrail’in (Yakub’un), Tevrat’ın indirilişinden önce kendine yasakladığı dışında kalan bütün yiyecekler İsrailoğulları’na helâl” olduğuna dair tarihi gerçekle cevap veriyor. Bilindiği gibi İsrail, Yakub’dur (selâm üzerine olsun). Rivayetlere göre şiddetli bir hastalığa yakalanması üzerine, şayet iyileşirse Allah’a, en çok sevdiğim deve etini ve sütünü yemeyeceğime dair gönüllü olarak adakta bulunur; bunun üzerine Allah da, adağını kabul eder. İsrailoğulları’nın geleneği de babalarının kendine haram kıldığını tamamen haram saymak şeklinde sürüp gelmiştir. Bunun yanında, işledikleri bazı suçlara ceza olarak, yüce Allah başka şeyleri de İsrailoğulları’na haram kılmıştır. Bu haramlara En’am suresindeki şu ayette işaret edilmiştir: “Yahûdilere bütün tırnaklı hayvanları haram ettik. Sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık; bunların sırtlarına ve bağırsaklarına yahut kemiklerine yapışan yağlar müstesna. Bu haramı onların azgınlıklarına ceza olarak yaptık. Ve şüphesiz biz doğruyuz.” (6/En’âm, 146)
Bundan önce bu yiyeceklerin hepsi İsrailoğulları’na helâldi. Yüce Allah, onlara, bütün bu yiyeceklerin aslında helâl olduğunu ve kendilerine özgü nedenlerle haram kılındığı gerçeğini ifade ediyor. Dolayısıyla bu maddelerin müslümanlara helâl kılınmasından yola çıkarak Kur’an’ın ve bu son İlahi Şeriatın sıhhatinden şüphelenmenin yersiz olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Âyet-i kerime onları, Tevrat’a müracaat etmeye ve O’nu getirip okumaya davet ederek bu suretle haram kılmanın kendilerine has olup genel olmadığını göreceklerini bildiriyor: “De ki; eğer doğru söylüyorsanız, Tevrat’ı getirip okuyun.” (3/Âl-i İmrân, 93)
Daha sonra ayeti kerime, Allah’a yalan yere iftirada bulunanı tehdit ederek, böyle yapanın, gerçeğe, nefsine ve insanlığa adil davranamayacağını belirtiyor. Zalimin cezası bellidir. Onları bekleyen azabın gerçekleşmesi için onların bu şekilde ayıplanmaları yeterlidir. Onları Allah’a yalan iftirada bulunuyorlar ve sonuçta da Allah’a döneceklerdir (Fî Zılâl).
Elmalılı diyor ki: Âl-i İmrân, 93-95. Âyetler: Şu halde “nesih yoktur” davası bir iftira olduğu gibi, En’âm sûresindeki , “Yahudilere bütün tırnaklı (hayvan)ları haram kıldık. Sığır ve koyunun da yağlarını onlara haram ettik, yalnız sırtlarının, yahut bağırsaklarının taşıdığı, ya da kemiğe karışan yağlarını haram etmedik. Saldırganlıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık.” (6/En’âm, 146) âyeti gereğince, İsrailoğullarının bunlardan mahrum oluşları saldırganlıklarının bir cezası idi. Tevrat’tan önce Hz. Yakub’un kendine haram ettiği, yani kendisine yasakladığı şey hariç tutulursa, diğerleri haram değildi. Tevrat, neshi inkâr etmek şöyle dursun, tam tersine önceden helal olan bazı şeyleri İsrailoğullarına haram etmekle nesih yapmış bulunuyordu. Hz. Yakub hakkında en sahih rivayet şudur: Müşârun ileyh (adı geçen), ırkunneşe’ (siyatik) hastalığına tutulmuş ve bundan şifa bulur kurtulursa en sevdiği yemeği yememeye adak adamıştı. Bir rivayete göre en sevdiği de deve eti ve sütü imiş. Bu adağı, doktorların tavsiyesi veya hastalığında bir gece pek çok ıstıraplı olması sebebiyle veya sırf bir zühd (her türlü zevki terkederek kendini ibadete vermek) ve kulluk için yapmış olduğu da rivayet edilmiştir (Elmalılı).
Günümüz ve İftirâ
İftirâ, öyle kötü bir huy ve davranıştır ki, Yüce önderimiz Hz. Peygamber, İslâm’a yeni girenlerden biat alırken Allah’a hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamak gibi tevhidî, hırsızlık ve zinâ gibi sosyal önemi bulunan prensipler yanında; iftirâ etmemeyi de zikredip bu konuda da söz alması (İbn Hişam, II/73-75; İbnü’l-Esîr, II/96), iftirânın İslâm’a girer girmez bir mü’minin hemen bırakması gereken çok önemli bir suç olduğunu isbat eder. Yine, benzer şekilde Kur’ân-ı Kerim, Rasûl-i Ekrem’e biat etmeye gelen kadınlar heyetinden, iftirâ uydurmama konusunda da biat etmelerini emreder (60/Mümtehıne, 12).
Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerim, bütün mü’minlerin ancak kardeş olduğunu ilân eder (49/Hucurât, 10). Peygamberimiz (s.a.s.); “Sizden biriniz, kendisi için istediğini başkası için de istemedikçe iman etmiş sayılmaz” (Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71, 72) buyurur. Yine bir hadis-i şerifte: “Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir.” (Buhârî, İman 4, 5; Müslim, İman 64, 65) buyurulur. Bu hükümler, kardeşliğe zarar verecek diğer ahlâkî problemler yanında, mü’minlerin birbirine asılsız suç ve kusur isnat etmelerini, yani iftirâyı da önlemeyi amaçlamaktadır.
Müslüman, her duyduğunu, araştırmadan hemen kabul edip, o duyduğuna göre davranamaz. Fâsık birinin getirdiği, asılsız olması muhtemel haberlere doğruymuş gibi ilgi gösteremez (17/İsrâ, 36; 49/Hucurât, 6). Günümüzde insan, televizyon veya gazete muhâbirlerinin, gazetecilerin eline düşmeyegörsün, yalanların en kuyruklusu, iftiraların en acımasızı ile medya tanrısına(!) iştahla kurban edilir. Özellikle yazılı ve görsel medyada gündeme getirilen konuların, haberlerin araştırılmadan doğru kabul edilmesi, o yalan ve iftiralara ortak olunması demektir. Hele hele, yeterli araştırma yapmadan müslümanlar hakkındaki hususları, yabancı ve yabancılaşmış yerli ajansların haberlerini hemen tasdik edip doğru diye etrafa yaymak, çoğu zaman iftira suçunu tümüyle işlemek anlamına gelecektir. İslâm ahlâkında, müslümanlar aleyhinde, onları kötüleyici ve incitici mâhiyetteki her türlü konuşma ve dedikodu yasaklanmıştır. Hz. Peygamberimiz, bir kişiyi kendisinde bulunan bir kusurla anmanın gıybet, ona asılsız bir kusur veya suç isnat etmenin de iftirâ olduğunu bildirmiştir (Müslim, Birr 70; Tirmizî, Birr 23). Bilindiği gibi, her ikisi de Kur’an’da yasaklanmıştır (49/Hucurât, 12; 3/Âl-i İmrân, 94; 33/Ahzâb, 58 vb.).
Kur’an ve hadislerde yalan konusunda çok ısrarla durulmuş ve şiddetli ifâdelerle yalanın büyük bir günah olduğu belirtilmiştir. İftirâ da aslında bir yalan türüdür, hem de yalanın en çirkinlerindendir. O yüzden yalanla ilgili tüm uyarılar, aynı zamanda iftirâ için de, hem de daha ağır bir şekilde geçerlidir. Yine, İslâm’da çok önemli vebal olarak gösterilen kul hakkı, iftirâ suçunda kesin olarak ve büyük çapta sözkonusudur. Ayrıca, Kur’an, iftirâcı kimselerin şeytanın dostları, kurbanları olduğunu şu ifâdelerle belirtir: “Size şeytanların kimler üzerine inip durduğunu haber vereyim mi? Her günahkâr iftirâcı, yalancı, sahtekâr üzerine iner. Bunlar (şeytanın iftirâ ve yalanına) kulak verirler. Çoğu ise yalancıdır.” (26/Şuarâ, 221-223)
İslâm’ın kesin ifâdelerle yasakladığı, insan onuruna saldırı sayılan ve kul hakkının gasbı olan iftirâ, günümüzde insanlar arasında sık rastlanan bir ahlâksızlıktır. İftirâ, basit bir çıkar uğruna, bazı mahalle kadınlarının çekemedikleri birileri, kimi esnafın birbirleri hakkında, çalışanların rekabet uğruna meslektaşlarına attıkları, hiç olmazsa izi kalan bir çamurdur. Satıcıların çoğu, kendi mallarını abartılı bir şekilde överken, farklı fiyatla piyasada satılan benzer ürün için, kendi sattıklarının “kaliteli”, (dieğerlerinin kalitesiz) olduğunu iddiâ etmekte, “ama, bunun kalitesi farklı” diyerek, belki daha kaliteli bir mala ve onu satana iftirâ atabilmekte hiçbir beis görmüyor. Reklamların da direkt veya dolaylı yollarla benzer ürünler için şuuraltına yerleştirdiği durumun iftirâ kavramıyla yakın ilgisi vardır.
Bir parti mensûbunun diğer partiliye, ya da partiye karşı çıkan tevhîdî müslümana rahatlıkla iftirâlar atabildiğine, kendisiyle aynı düşünceye sahip olmayan veya farklı metotlar tâkip eden müslümanlara çeşitli itham ve iftirâlar yağdırabildiğine, bu iftirâlara itiraz bile edilmeden dinlenildiğine hatta iltifat edildiğine, iftirâların ucuz müşterilerinin bulunduğuna şâhit olabiliyoruz. Müslüman cemaatlerin birbirleri hakkında, farklı cemaatin ağabeyi, lideri veya hocası hakkında yaptıkları gıybetlerin önemli bir bölümü de iftirâ cinsinden olabilmektedir. İsbat edemeyeceği, gözüyle görmediği ve kulağıyla duymadığı dedikoduları, bir müslümanın inceleyip araştırmadan önüne gelene aktarması, iftirâ suçuna sık sık bulaşmasını neticelendirmektedir. “Her duyduğunu nakletmesi, kişiye yalan olarak (vebal yönüyle) yeter.” (Müslim, Mukaddime 5; Ebû Dâvud, Edeb 88, hadis no: 4992)
Bilerek veya bilmeyerek, iyi niyetle veya kötü niyetle, direkt veya dolaylı olarak iftirâ suçunu işleyenler, birilerinin huzurunu bozdukları gibi, toplumda müslümanların birbirine itimadını sarsmış, kardeşliğe darbe vurmuş olmaktadırlar. İftirâya uğrayan insan, bunun acısını iyi bilir. Bir iftirâ uğruna hayatı zindana dönmüş, kahrolmuş, nice psikolojik hastalıklara yakalanmış, toplumdan kopmuş, hatta intihar etmiş nice insan vardır. Toplumda, iyi bir insan, emîn/güvenilir bir kişi olarak tanınma hakkı ve görevi olan bir müslümanın, söylemediği bir söz veya yapmadığı bir suçtan dolayı kamuoyunda cezâ çekmesi, acı ve incitici olduğu kadar, iftirâyı atan için de o oranda büyük bir günahtır. “Mü’min erkekleri ve mü’min kadınları, yapmadıkları bir şeyle (suçlayıp) incitenler bir iftirâ ve açık bir günah yüklenirler.” (33/Ahzâb, 58)
İftirâ; çoğunlukla kıskançlıktan, çekememezlikten, kişinin kendisine olan güven ve saygısını kaybetmesinden ortaya atılır. İftirâcı kimseler, çoğunlukla aşağılık duygusuna sahiptir. Kendini çevresine isbat edememiş, hayırlarla adını duyuramamış insan, bu konuda faâl olanları karalamakla onları kendinden daha aşağı göstermek, dolayısıyla kendini bu şekilde öne çıkarmak ve tatmin olmak istemektedir. Müfterîler çoğunlukla; çıkarcı, kıskanç ve başarısız kimselerdir. Başkalarını kötü göstermekten sadistçe zevk alan, kendilerindeki eksiklik ve zaafları başkalarına atfedip kolay yoldan aşağılık duygularını gidermek istemektedirler. Bu, basit bir suç değildir; kul hakkına tecâvüz ve kardeşlik hukukuna darbe olduğu ve müslüman toplumu içten içe kemiren bir virüs olduğu için, Allah katında çok büyük günahtır (4/Nisâ, 112; 24/Nûr, 15).
Günümüzde bazı müslümanlar, sırf kendi mezheplerinden, kendi tarikatlarından, kendi parti, vakıf, dernek, meşrep ve metotlarından farklı oldukları için nice müslümanı tekfîr edebilmekte, o müslümana en büyük iftirâyı yapabilmekte sakınca görmemekteler. Haksız tekfîr, bir mü’mine yapılabilecek en büyük iftirâdır. Ahlâklı, nâmuslu müslüman bir kadına “fâhişe” demekten daha ağır bir suçtur bir müslümanı tekfir etmek. Çünkü mürted kabul edilen bu kimsenin nikâhı da, nâmusu da düşmekte, idamlık bir suç işlediği değerlendirilmekte ve âhirette ebedî cehennemlik olduğu söylenmek istenmektedir. Bu iftirânın büyüklüğünden dolayı, hadis-i şerifte; bir mü’mine “kâfir” diyerek iftirâ eden kimsenin, onu öldürmüş gibi günah işlemiş sayılacağı belirtilir (Buhârî, Edeb 44; Tirmizî, İman 16). Bir mü’mine “kâfir” diyerek veya onu “sapık” ilân ederek ya da farklı şekilde bir suçlama ile onun onurunu zedeleyerek iftirâ etmek, insanın âhiret hayatını iflâsa götürecek olan kul hakları arasında gösterilir (Müslim, Birr 60; Tirmizî, Kıyâmet 2).
Müslümanlar, özellikle İslâm’ı temsil konumunda kabul edilen cemaat önderleri, İlâhiyat profesörleri, tarikat şeyhleri ve her seviyeden hocalar, kendi yaşayış ve faâliyetleriyle İslâm’a iftirâ atacak bir tavır sergilemeseler bile, onları örnek kabul eden toplumun İslâm’ı yanlış ve eksik tanımalarına fırsat vererek, kalabalıkların İslâm’a iftirâ atmalarına sebep olabileceklerini düşünmek zorundadırlar. Bu yüzden olsa gerektir; “yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar” denilmiş; “hocaların dediğini yap; ama gittiği yoldan gitme” tavsiyesi şöhret bulmuş, hatta günümüzde “hangi hocaların hangi dediklerinin yapılıp yapılamayacağı” tartışılır olmuştur. İslâm’a dâvet ve hizmet etmeleri gereken nice kimseler, İslâm’ın önünde gölge olmakta, İslâm’ın yanlış tanınmasına sebep olmaktalar. Hepimiz kendi kendimize “biz de bu tiplerden biri miyiz acaba?” diye sormalı, eğer “evet”, hatta “belki” diyorsak, ya hallerimizi değiştirip ıslah etmesi, veya İslâm’a engel olmamak için bizi helâk etmesi için Allah’a duâ etmeliyiz.
Müslümanlara atılan iftirâdan daha büyük vebali olan iftirânın en çirkini, İslâm’a, Peygamber’e ve Allah’a atılan iftirâdır. Günümüzde İslâm’a nice iftirâlar atıldığını, Dinin “irtica” olarak yaftalandığı, İslâm’da olmayan şeylerin İslâm’dan kabul edilerek ve İslâm’da olan nice şeyin de İslâm’da olmadığı gibi değişik şekillerde ithamlar yapılabildiği, özellikle medyadan her gün izlenmektedir. Bazıları bu iftirâlara sessiz kalarak veya İslâmî hükümleri ketmedip gizleyerek dolaylı bir şekilde desteklemiş olmakta, bazıları bid’at ve hurâfeleri din şeklinde takdim ederek dine iftirâlar uydurabilmektedir. Tek hak din olan İslâm’ın, Kur’an ve Sünnette kuralları belirlenip nasıl uygulanacağı gösterilen hükümlerin, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu yerlerde yok sayıldığı, zamanı geçmiş ve son kullanma tarihi eskimiş sayıldığı, alaya alındığı, hakaret edildiği, yani değişik şekillerde iftirâ atıldığı herkesin bildiği ve gördüğü bir vâkıadır. Bunun sonucu olarak İslâm’a iftirâ atılarak “Amerikancı, Batının çıkarlarına uygun din, resmî din, devlet dini, tâğutların râzı olduğu din, Millî Güvenlik Kurulunun prensiplerine uyan din, Türk Standartlarına uygun din, Atatürk ilkelerine ters düşmeyen din, laiklik ve kapitalizmle, ırkçılık ve tarihçilikle uzlaşıp sentezlenmiş din, halk dini, hurâfeler ve bid’atların temsil ettiği din, sûfîlerin/sofuların dini, entelektüel din, kandil geceleri ve Ramazan günlerine âit din, folklorik ve nostaljik din… şeklinde algılanan din anlayış ve yaşayışı, İslâm’a dil veya fiille atılmış en büyük iftirâlardır.
İslâm’ı “tevhid” kavramından bağımsız ve onunla ilişkisiz şekilde takdim etmek Din’e bir iftirâ olduğu gibi; Tevhid Dini’ni parçacı, uzlaşmacı ve sentezci şekilde sunmak da İslâm’a iftirâdır. İslâm, bazılarına göre sakal, sarık, cüppe, çarşaf ve tesbihten ibârettir. Bazılarına göre siyaset ve devletten, cihaddan ibârettir. Bazılarına göre ilim tahsil edip nutuk atmaktan, tebliğden ibârettir. Bazılarına göre radyo yayını, gazete ve dergi çıkarmaktan ibârettir. Kimilerine göre cemaat çalışmasından, teşkilâtçılıktan, vakıf ve dernek faâliyetinden, kimilerine göre de oy verip filan partiyi desteklemekten, ya da falan yazarın yazdığı kitapları okuyup açıklamaktan ibârettir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Körlerin fili tanımladığı gibi parçayı bütün yerine koyan, ormanı ağaca kurban eden zavallılar, eksik ve yanlış bir İslâm tanımı ve tanıtımı yaptıklarını niçin düşünmezler? Güçleri sadece bazı alanlarda sınırlı çalışmalara yeten, ama dini bunlardan ibâret görmeyen, faydalı olabilecekleri bazı alanlarda bütünün bir parçası olarak çalışma yapanlara değil sözümüz. Kur’an’da Allah’ın hiç önemsemediği şeyleri ya da dinin sadece bir-iki esasını Dinin kendisi, bütünü diye sunanlara; din ve hizmet adına yapıştığı ve öne çıkardığı, tek yol olarak insanlara sunduğu bir-iki husustan başkasının din ve hizmet olmadığı anlayışında olanlara; bu parçacı, eksik ve yanlış din anlayışının Allah’ın dinine (ed-Dîn’e) iftirâ olduğunu söylüyoruz.
Peygamberimizin hayatında tamamlanmış olan dine (5/Mâide, 3), ondan sonra ilâveler yapan mantık da, dine iftirâ etmektedir. “(Dinde) Sonradan ortaya çıkan her şey bid’attır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık da insanı ateşe sürükler.” (Müslim, Cum’a 43, hadis no: 867; Ebû Dâvud, Sünnet, hadis no: 4606; İbn Mâce, Mukaddime 7; Nesâî, Iydeyn 22). Bu hadis-i şerife rağmen, dine ve ibâdete sonradan katılan ilâvelerin kimilerini “bid’at-ı hasene (güzel bid’at)” diye sunup savunan anlayış da dine iftirâ etmektedir. Nice zikir törenlerini, semâ âyinlerini, şiş sokmaları, Kur’an’da ve Sünnet’te olmayan zikir ve ibâdet biçimlerini, ilâhî ve mevlitleri din olarak sunan veya kabul eden kimseler de Dine iftirâ etmiş olmaktadırlar. Kur’an ve Sünnetle çerçevelenmiş Dinin içindeki bazı hususları yok sayan atmalar da, dine ve ibâdete yapılan katmalar da Dine iftirâdır.
Tabii, İslâm’ı değişik sentezlere bulayıp Hakla-bâtılı karıştırmak da Dine iftirâdır. İslâm’la Türklüğü, Kürtlük veya Araplığı… sentez yapıp meselâ “Türk İslâm Sentezi”, “Türk İslâm’ı”, “İslâm Sosyalizmi”, “Demokratik İslâm” gibi adlandırmalar İslâm’a bir iftira olduğu gibi, ad vererek ya da vermeyerek Din adına bu tür yaklaşımları benimsemek, yani başka bir beşerî görüş veya ideoloji ile İslâm’ı harmanlayıp sentezlemek; slâm’a eksiklik atfetme ve Allah’ın ikmâl edilmiş dinini değiştirme ve başka bir şeyle tamamlama iddiâsında bulunmaktır, adını Allah’ın koyduğu ve içini O’nun doldurduğu Din’e bir iftirâdır.
Bilindiği gibi, iftirâ; uydurmak demektir. Uydurmaların en çirkini de Allah adına yapılan uydurmalardır. Yani, Allah’a âit olmayan bir sözü O’na nisbet etmek, O’nun hükmü olmadığı halde, O’nun hükmü diye bir şeyi O’na atfetmek iftirâların en kötüsüdür. Allah (c.c.) adına helâl ve haram ölçüleri koymak iftira olduğu gibi (3/Âl-i İmrân, 94), Allah’ın indirdiği hükümlerden daha iyi ve daha adâletli kabul edilerek insanların yaptıkları yasaları benimseyip uygulamak da büyük bir iftirâ ve fecî bir zulümdür. Allah’ın yetki vermediği hiç kimsenin dinî hüküm koymaya hakkı olmadığı gibi, insanların uydurdukları hurâfe ve bid’atlara Allah’ın dini diye bağlananlar da dine iftira etmektedirler. “Yoksa, onların, kendilerine, Allah’ın izin vermediği şeriat/hüküm/din olarak koyan ortakları mı var? Eğer (bir süre fırsat verilmesi hakkında) karar olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Kuşkusuz zâlimler için acı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21).
Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur. Hüküm O’na âittir, insanları yönetme, yetiştirip terbiye etme (rubûbiyet) O’nun hakkıdır. Müşriklerin ortaya attıkları hükümlere ve ibâdet biçimlerine Allah izin vermemiştir. Onların uydurdukları gelenekler, Allah’ın hükümleri değil, şeytanların telkinleridir. 7/A’râf sûresi 37-39. âyetlerde, Allah’a iftirâ ederek, kendiliklerinden Allah adına helâl ve haram koyanların, ya da Allah’ın âyetlerini yalanlayanların en zâlim kimseler oldukları vurgulanıyor. “Allah’a karşı iftira edip yalan uydurandan… daha zâlim kim olabilir?!” (6/En’âm, 93).
Daha çok, câhillerin ve günahkâr fâsıkların, bilinçli ya da bilinçsiz müşrik ve münâfıkların, İslâm’ın bazı emir ve yasaklarını kabul etmedikleri ve kendi anlayışları içinde dinden saymadıkları, onların konumu açısından pek yadırganmamaktadır. Elbette, onların bu tavırları Din’e büyük bir iftirâdır. Ama, en az bunlarınki kadar, hatta umulmadık kimseler tarafından sâdır olduğu için etkisi daha büyük olan ve yadırganacak olan iftirâ, takvâ adına yapılanlardır. “Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü ‘şu helâldir, şu haramdır’ demeyin, sonra Allah’a karşı iftirâ/yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı iftirâ edip yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar. Azıcık yaşama(nın ardından), onlara acı bir azap gelecektir.” (17/Nahl, 116-117). Birtakım akıl yürütmelerle, kıyaslarla, gerçekte mubah olan yiyecekler üzerine yasaklar koyarak dini zorlaştırmanın, Allah’a iftirâ ve büyük bir suç olduğu belirtiliyor. Müşrikler, bâtıl düşüncelerle, hurâfeci geleneklere dayanarak Allah’ın güzel nimetlerinden bir kısmını kendilerine haram saymışlardı (10/Yûnus sûresi, 59-60). Bugün de böyle birtakım geçersiz kıyaslara, akıl yürütmelerine, tutarsız sözlere dayanarak birçok nimeti haram kılan kimseler vardır. Âyet, kendi akıllarıyla böyle yasaklar koyan herkesi uyarmaktadır. Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın vahyi olmayan şeyleri Allah’ın vahyi şeklinde göstermeyi, Allah adına din hükümleri koymayı en büyük zulüm sayar. Peygamberimiz (s.a.s.) de “Kim benim üzerime yalan söylerse, (benim söylemediğim bir sözü ‘hadis’ diyerek bana atfederek iftirâ atarsa) cehennemdeki oturacağı yere hazırlansın.” buyuruyor (Buhârî, İlm 49-51, Enbiyâ 128, Zühd 72; Müslim, Mukaddime 1-3; Ebû Dâvud, İlm 4, hadis no: 3651; İbn Mâce, Mukaddime 4, hadis no: 30-37; Tirmizî, İlm 8, hadis no: 2796-2798). Bırakın halk tabakasından câhil kimseleri, hemen tüm vâiz ve hatipler, nice dinle ilgili kitap yazan âlimler bile, “Peygamberimiz buyuruyor ki…” diye Rasûlullah’a isnâd ettikleri hadisin kaynağını belirtmeyi gereksiz görüyorlar. Böylece sahihlerin yanında nice uydurma sözler Peygamber’e mal edilerek o büyük insana bilerek veya bilmeyerek, iyi niyetle de olsa iftirâ atılmasının kapıları açılmış oluyor. Kulaktan dolma bilgiler edinmiş halkın ve hatta nice hoca ve yazarın dağarcığında o kadar çok sahih zannedilen uydurma hadis vardır ki, şaşmamak mümkün değil. Peygamber’e isnad edilen bu uydurmalarla dinin temiz kaynağı bulanmış oluyor. Müslümanlar arası gayr-ı meşrû ihtilâfların, din anlayışlarındaki uçurumların, haklı veya haksız tekfirlerin temel sebeplerinden biri Peygamber’e ve dine yapılan bu iftirâlardır. Dinle ilgili konularda yazı yazanlardan ve konuşma yapan hocalardan sahih ve mûteber kabul edilen kaynaklarda yer almayan hadislere karşı müslümanların uyanık ve titiz olmaları, dinlerinin aklanması için, terketmemeleri gereken görevleridir. Özellikle de kaynaksız ve delilsiz olarak hadis diye sunulan sözlerin ve yazıların kaynağını ilgili kişiden sormaları ve bu kaynaksız ya da sahih olmayan kaynaklara dayanan hadislere izin vermeyen bir üslûp ve tavır takınmaları, dine iftirâ suçuna iştirakten kurtulmak için müslümanların üzerine bir borçtur.
“….Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla (Allah’a) iftirâ etmiş olur.” (4/Nisâ, 48) âyetinde olduğu gibi ‘şirk’ Allah hakkında büyük bir iftirâdır. Şirkin, en büyük iftirâ ve Allah’a şirk koşarak bu iftirâyı atanların en büyük zâlimler olduğu unutulmakta, unutturulmakta ve müslümanlar bu büyük müfterîleri dost sanıp yanlarında yer alabilmektedir. Kendisine, karısına, anasına, nâmusuna iftirâ atılınca, aslan kesilen/kesilecek olanların, Allah’a en büyük iftirâyı atanlara karşı sesini çıkarmaması neyle ve nasıl izah edilebilir? Allah’ın farzlarını geçersiz kabul edenlerin, O’nun yasaklarını kanunlaştırıp bayraklaştıranların, yani en büyük müfterîlerin yardımcısı ve yardakçısı olanlar, en azından onlara sessiz kalarak zımnen destek verenler, dünyada rahat etseler bile, âhiretteki hesaptan nasıl kurtulacaklardır?
Allah’a iftirâ atmanın en çirkin yolunun O’na şirk koşmak ve şirk koşmanın da en büyük zulüm olduğu (31/Lokman, 13), zâlimlere az da olsa meyletmenin kişiyi cehenneme götüreceği (11/Hûd, 113) akıldan çıkarılmamalıdır. Hıristiyan ve yahûdilerin Allah’a oğul nisbet etmeleri ve din adamlarını rab edinmeleri, Allah’ın şânına yakışmayacak nitelikleri Allah’a yakıştırarak Allah’a iftirâ attıkları unutulmamalı ve sırf bu sebep bile onların yanında yer almak, müslümana cehenneme atılmak gibi gelmelidir. Bunun yanında, televizyon programlarının da etkisiyle Allah için -hâşâ- “Allah baba” diyen müslüman çocukları, tanrılaştırılan bazı diri ve ölü insanlar, aşırı yüceltilip putlaştırılan maddî veya ideolojik güçler, Allah’ın dışında “en büyük” olduğu düşünülen veya söylenilen şeyler, popçu ve topçuların tanrılaştırılması, şarkı sözlerindeki elfâz-ı küfürler, hüküm ve eğitim başta olmak üzere Allah’ı devre dışı bırakan anlayış ve uygulamaların… hep Allah’a iftirâ olduğu bilinmeli ve ona göre davranmalıdır.
Allah’a, dinine, kitabına, peygamberine yapılan iftirâların, kendi nâmusuna atılan iftiradan daha fecî olduğu bilinciyle öncelikle bunlara tavır alan, yani Allah’ın şânına uygun olmayan hususlardan Allah’ı tenzîh edip tesbih eden, kendisi müfterîlerden olmadığı gibi, onların dostu olmaktan da sakınan, dininin onurunu kendi onuru bilen “aziz” müslümanlara selâm olsun!
“Budur dehre âdet ki her kâmile / İder nâkıs olan hezâr iftirâ.
“İftira olduktan sonra, söylenecek söz mü bulunmaz; erdem bile iftiranın ekmeğine yağ sürer.”
“Halâs olmaz cihanda kimse halkın iftirasından.”
“İftira, kılıçtan daha zâlim bir silâhtır, çünkü iftiranın açtığı yaralar hiçbir zaman kapanmaz.”
“Bir iftira, başka iftiralar doğurur ve yerleştiği yerde sonsuza kadar kalır.”
“Hiçbir şey iftira kadar yüksek bir hıza sahip değildir; bu kadar kolaylıkla söylenemez; bu kadar kolaylıkla inanılmaz ve bu kadar geniş alana yayılmaz.”
“İftira kötü köpek gibidir, kaçanın ardından ürür, pervâsızca yüzüne baktın mı sesini keser.”
“İftira, eşek arısına benzer, onu ilk vuruşta öldüremeyecekseniz, hiç dokunmamak daha iyidir.”
“İftira korkunç bir şeydir. Onu yok etmeye çalışırsanız, kuvvetlenir, canlanır. Kendi haline bırakırsanız, kuvvetini yavaş yavaş kaybeder, en sonunda yıkılır gider.”
“İftiralara en iyi cevap, sessiz kalarak verilir.”
“İnsan iftirayı ancak önem vermemekle yenebilir. İftira; edileni değil, edeni kirletir.”
“Buz kadar lekesiz, kar kadar temiz olsan bile, iftiradan kurtulamazsın.”
“İki yüzlülüğü, dalkavukluğu beceren, iftirayı da becerir.”
“İnsan, genellikle başkalarına sürmek istediği çamura bulanır.”
Sami Şener, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 96-97
Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 291-293
Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, s. 77-78
Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 522-523
Hayati Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 263-264
- Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 2, s. 280-297
Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 407-409
Mustafa İslâmoğlu, Yahudileşme Temayülü, s. 206-215
Kul Sadi Yüksel, Bu Böyledir, II/441-464
İsmail Kaya, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 93-94
Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 327
Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 22-23
İftirâ ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- İftirâ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 60 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 24, 94; 4/Nisâ, 48, 50; 5/Mâide, 103; 6/En’âm, 21, 24, 93, 112, 137, 138, 138, 140, 144; 7/A’râf, 37, 53, 89, 152; 10/Yûnus, 17, 30, 37, 38, 59, 60, 69; 11/Hûd, 13, 13, 18, 21, 35, 35, 50; 12/Yûsuf, 111; 16/Nahl, 56, 87, 101, 105, 116, 116; 17/İsrâ, 73; 18/Kehf, 15; 19/Meryem, 27; 20/Tâhâ, 61, 61; 21/Enbiyâ, 5; 23/Mü’minûn, 38; 25/Furkan, 4; 28/Kasas, 36, 75; 29/Ankebût, 13, 68; 32/Secde, 3; 34/Sebe’, 8, 43; 42/Şûrâ, 24; 46/Ahkaf, 8, 8, 28; 60/Mümtehıne, 12; 61/Saff, 7.
B- Bâtıl, Boş, Yalan, Asılsız ve İftira Anlamına Gelen “Zûr” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler Toplam 4 Yerde): 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 4, 72; 58/Mücâdele, 2.
İftirâ ve Hayrette Bırakan Şenî ve Yalan Söz Anlamına Gelen “Bühtân” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (6 Yerde): 4/Nisâ, 20, 112, 156; 33/0Ahzâb, 58; 24/Nûr, 16; 60/Mümtehıne, 12.
Yalan ve İftirâ Anlamında “İfk” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (27 Yerde): 5/Mâide, 75; 6/En’âma, 95; 7/A’râf, 117; 9/Tevbe, 30; 10/Yûnus, 34; 24/Nûr, 11, 12; 25/Furkan, 4; 26/Şuarâ, 45, 222; 29/Ankebût, 17, 61; 30/Rûm, 55; 34/Sebe’, 43; 35/Fâtır, 3; 37/Sâffât, 86, 151; 40/Mü’min, 62, 63; 43/Zuhruf, 87; 45/Câsiye, 7; 46/Ahkaf, 11, 22, 28; 51/Zâriyât, 9, 9; 63/Münâfıkun, 4.
E- Kur’ân-ı Kerim’de, Yalan Anlamında “Kizb” ve Türevleriyle İlgili Ayet-i Kerimeler (282 yerde): 2/Bakara, 10, 39, 87; 3/Âl-i İmrân, 11, 61, 75, 78, 94, 137, 184, 184; 4/Nisâ, 50; 5/Mâide, 10, 41, 42, 70, 86, 103; 6/En’âm, 5, 11, 21, 21, 24, 27, 28, 31, 33, 34, 34, 39, 49, 57, 66, 93, 144, 147, 148, 150, 157; 7/A’râf, 36, 37, 37, 40, 64, 64, 66, 72, 89, 92, 92, 96, 101, 136, 146, 147, 176, 177, 182; 8/Enfâl, 54; 9/Tevbe, 42, 43, 77, 90, 107; 10/Yûnus, 17, 17, 39, 39, 41, 45, 60, 69, 73, 73, 74, 95; 11/Hûd, 18, 18, 27, 65, 93; 12/Yûsuf, 18, 26, 27, 74, 110; 15/Hıcr, 80; 16/Nahl, 36, 39, 62, 86, 105, 105, 113, 116, 116, 116; 17/isrâ, 59; 18/Kehf, 5, 15, 61; 20/Tâhâ, 48, 56; 21/Enbiyâ, 77; 22/Hacc, 42, 42, 44, 57; 23/Mü’minûn, 26, 33, 38, 39, 44, 48, 90, 105; 24/Nûr, 7, 8, 13; 25/Furkan, 11, 11, 19, 36, 37, 77; 26/Şuarâ, 6, 12, 105, 117, 123, 139, 141, 160, 176, 186, 189, 223; 27/Neml, 27, 83, 84; 28/Kasas, 34, 38; 29/Ankebût, 3, 12, 18, 18, 37, 68, 68; 30/Rûm, 10, 16; 32/Secde, 20; 34/Sebe’, 8, 42, 45, 45; 35/Fâtır, 4, 4, 25, 25; 36/Yâsin, 14, 15; 37/Sâffât, 21, 127, 152; 38/Sâd, 4, 12, 14; 39/Zümer, 3, 25, 32, 32, 59, 60; 40/Mü’min, 5, 24, 28, 28, 28, 37, 70; 42/Şûrâ, 24; 43/Zuhruf, 25; 50/Kaf, 5, 12, 14; 52/Tûr, 11, 14; 53/Necm, 11; 54/Kamer, 3, 9, 9, 18, 23, 25, 26, 33, 42; 55/Rahmân, 13, 16, 18, 21, 23, 25, 28, 30, 32, 34, 36, 38, 40, 42, 43, 45, 47, 49, 51, 53, 55, 57, 59, 61, 63, 65, 67, 69, 71, 73, 75, 77; 56/Vâkıa, 2, 51, 82, 92; 57/Hadîd, 19; 58/Mücâde, 14, 18; 59/Haşr, 11; 61/Saff, 7; 62/Cum’a, 5; 63/Münâfıkun, 1; 4/Teğâbün, 10; 67/Mülk, 9, 18; 68/Kalem, 8, 44; 69/Haakka, 4, 49; 72/Cinn, 5; 73/Müzzemmil, 11; 74/Müddessir, 46, 75/Kıyâme 32; 77/Mürselât, 9, 15, 19, 24, 28, 34, 37, 40, 45, 47, 49; 78/Nebe’, 28, 28, 35; 79/Nâziât, 21; 82/İnfitâr, 9; 83/Mutaffifîn, 10, 11, 12, 17; 84/İnşikak, 22; 85/Burûc, 19; 91/Şems, 11, 14; 92/Leyl, 9, 16; 95/Tîn, 7; 96/Alak, 13, 16; 107/Mâun, 1.
F- İftira Konusu:
İftira Etmek: 33/Ahzâb, 58.
Zinâ İftirasında Bulunmak: 24/Nûr, 4-5, 19, 23-26.
Kendi İşlediği Günahı Başkasına Atmak: 4/Nisâ, 94.
Fâsıkların Getirdiği Haberi Araştırmak: 49/Hucurât, 6.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
- TDV İslâm Ansiklopedisi (Mustafa Çağrıcı), TDV. Y. c. 21, s. 522-523
Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. (İftira: Sami Şener:) c. 3, s. 96-97; (Kazf:) c. 3, s. 327; (İfk: İsmail Kaya:) c. 3, s. 93-94; (Lian: Hamdi Döndüren:) c. 4, s. 22-23
Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 2, s. 280-297
İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 291-293, 407-409
Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 262-264
Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnız Kurt Y. s. 77-78
Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. c. 2, s. 441-464
Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. İst. 1995, s. 206-220
Tefsirde İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. Ankara, 1979
Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Hadis, Abdullah Aydınlı, İst. 1986
Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ahmet Yıldırım, T.D.V. Y. Ank, 2000
Tasavvuf Kültüründe Hadis -Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivâyetler-, Muhittin Uysal, Yediveren Y. Konya, 2001
Hadis İlimleri Açısından Muhaddis Sûfiler ve Sûfî Muhaddisler, Bilal Saklan, Konya 1997
Va’z Edebiyatında Hadisler, Mahmut Yeşil, T. Diyanet Vakfı Y.Ank. 2001
Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları, Hasan Cirit, Çamlıca Y. İst. 2002
Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş, Çamlıca Y. İst. 2001)
Hadislerin Türk Atasözlerine Tesiri, Selman Başaran, Bursa, 1994
Mevzû Hadisler, Menşei, Tanıma Yolları, Tenkidi, M: Yaşar Kandemir, D.İ.B. Y. Ank. 1991
Uydurma Hadislerin Doğuşu ve Sosyo-Politik Olaylarla İlgisi, Sadık Cihan, Etüt Y. Samsun, 1997
Hadis Tenkidi, Hadislerin Hz. Peygamber’e Aidiyetini Belirleme Yolları, Salih Karacabey, Sır Y.İst 01
Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Misfir Gurmullah ed-Dümeyni, Kitabevi Y. İst. 97
Hadislerin Kur’an’a Arzı, Ahmet Keleş, İnsan Y. İst. 1998
Kütüb-i Sitte: 12/316, 17/487
Zayıf Hadislerle İlgili Arapça Kaynak Eserler:
El-menâru’l-Münîf fi’s-Sahih ve’d-Daîf, Şemsüddin İbn Kayyim el-Cevziyye, Tahkik ve Ta’lik Muzaffer Can, Cantaş Y. İst. 1992
Keşfu’l-Hafâ, Aclûnî, İsmail bin Muhammed, I-II, Beyrut 1351
Mevzûâtu’l-Kübrâ, Aliyyu’l-Kari, tahkik ve şerh: Muhammed Lütfi Sabbağ, 2. Bs. Beyrut, 1986
El-Masnû’ fî Ma’rifeti’l-Hadîsi’l-Mevzû, Aliyyu’l-Kari, Ali bin Muhammed el-Kari, Thk. Ebû Ğudde, Beyrut, Tsz
El-Esrâru’l-Merfûa fi’l-Ahbâri’l-Mevdûa, Aliyyu’l-Kari, Ali bin Muhammed el-Kari, Thk. Muhammed Lutfî es-Sabbağ, Beyrut 86
Kenzu’-Ummâl fî Sünneti’l-Akvâli ve’l-Ef’âl, Ali el-Muttakî el-Hindî, 1-18, Beyrut1993
Kitabu’l-Mevzûât, İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman, I-III, Beyrut, 1983
Kitabu’d-Duafâ ve’l-Metrûkîn, Ebu’l-Ferec Abdurrahman, I-III, Beyrut, 1986
Mecmûu Fetâvâ Şeyhi’l-İslâm Ahmed bin Teymiyye, İbn Teymiyye, Takıyyuddin Ahmed, I-37, Riyad 91
Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye, İbn Teymiyye, Takıyyuddin Ahmed, I-IV, Beyrut Tsz.
Silsiletu’l-Ehâdîsi’d-Daîfe ve’l-Mevzûa ve Eseruha’s-Seyyiu fi’l-Umme, Muhammed Nâsıruddin Elbânî,I-IV, Riyad 1988
El-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, Hatib Bağdadî Ebu Bekir bin Ali, Kahire, 1990
Mişkâtu’l-Mesâbih, I-II, Veliyyuddin Muhammed bin Abdillah Hatib Tirmizî, Tahkik: Muhammed Nâsıruddin Elbânî, Dımaşk, 1961
Mecmau’z-Zevâid ve Menbau’l-Fevâid, 1-10; Nureddin Ali bin Ebî Bekr Heysemî, 2. Bsm Beyrut, 967
Kenzu’l-Ummâl fî Süneni’l-Akvâli ve’l-Ef’âl, Alâuddin Ali Muttakî Hindî, 1-16, 5. Bs. Beyrut, 1985
El-Mevzûât, I-III, Ebu’l-Ferec Abdurrahman İbnu’l-Cevzî, Medine 1966
El-Leâlî’l-Masnûa fi’l-Ehâdîsi’l-Mevzûa, I-II, Celâleddin Abdurrahman Suyûtî, 2. Bs. Beyrut, 1981
Tahzîru’l-Havâs min Ekâzibi’l-Kussâs,Celâleddin Suyûtî, thk. Ve tercüme: Ali Toksarı, kayseri, 1993
El-Fevâid’ul-Mecmûa fi’l-Ehâdîsi’l-Mevzûa, Muhammed bin Ali Şevkânî, Kahire, 1960
Kitâbu’z-Zuafâi’l-Kebir, I-IV, Ebû Ca’fer Muhammed bir Amr Mekkî Ukaylî, Beyrut, Tarihsiz
El-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzı’l-Hadîsi’n-Nebevî, I-VIII, Wensinck, İstanbul, 1988
Tertîbu’l-Mevzûât, Şemseddin Muhammed bin Osman Zehebî, Beyrut, 1994
El-İsrâiliyyât fi’t-Tefsîri ve’l-Hadis, Muhammed bin Hüseyn Zehebî, 2. Bs. Dimeşk, 1988