sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Mekke’nin Fethi (2) | Siyer Programı – 52. Bölüm

Mekke’nin Fethi (2) | Siyer Programı – 52. Bölüm
A+
A-

MEKKE’NİN FETHİ

İbretler Ve Öğütler

Şimdi gördük, Allah’ın kendi elçisine ve O’nun dostlarına ikram ettiği Büyük Feth’i. Artık o günkü da’vetin değerini net görebilir, ondaki sırları ve ilâhi hikmetjeri gözümüzün önünde rahatça canlan­dırabiliriz.

işte şimdi, Mekke Fethi’nin oluşunu tam kavradık. Artık bun­dan önce oradan neden hicret edildiğini ve o hicretin önemini anla­yabiliriz. Ve yine anlayabiliriz, Allah yolunda malı, canı, aileyi, kabi­leyi, milletini, toprağını, vatanını feda etmenin derecesini. İslâm ba­ki kaldıkça da bunların hiçbirinin zayi olmayıp boşa gitmediğini kav­rarız. Aksine islâm ortada kalmayınca da bunların hiçbirinin sahibi­ni kurtaramadığım anlarız.

Yine şimdi, bu büyük Fetih olayı üzerinde derin derin düşünüp; cihadın, şehâdetin ve fetih öncesi yılların getirdiği çile ve sıkıntıla­rın önemini kavrarız. Bunların hiçbiri boşa çıkmamış, müslümanın bir damla kanı boşa akmamış, müslümana asla gücünün yetmiye-ceği yüklenmem iştir.

Bunu da bütün seriyye ve gazalarında gördük. Çünkü talih rüz­gârları onları aniden çekti o savaşlara. Ama bunların hepsi bir giz­li hesaba uygun olarak -cereyan etti. Ve bütün bunlar fetih ve za­ferin sonuçlarından oluşacak adalet prensiplerine götürüyordu. Bu da sünnetullahın kul hakkındaki işleyişiydi. Şöyle ki: Gerçek îslâm olmadan zafer olmazdı. Allah’a kulluk olmadan îsl&m olmazdı. Can feda etmeden, kurban vermeden, kapısında kul olup yolunda sa­vaşmadan da kulluktan söz edilemezdi… Nihayet şu an, bu Feth’in destanım bütünüyle okuyunca; Hudeybiye barışının nasıl üstün bir yeri olduğunu da kavrayabildik. Ömer’i ve sahabenin çoğunu deh­şete düşüren zahir perdesinin ardında parıldayan ilâhi sırrı da keş­fedebildik. Ve bu barışa Cenâb-ı Hakk’ın «Fetih» adım vermesinin sebebini de gönülden kabullendik: «…O, bunun arkasında yakın bir Fetih hazırladı…» Bunu da kavrayınca, Resûlullahın hayatının gıda­sı olan Nübüvvet gerçeklerini bir kat daha kavramış olduk.

Hatırlayalım, Resûlullah (s.a.v.) ‘in vatanından, Mekke’den çı­kışını: Gizlice kabilelerinin, sevdiklerinin bağrından kopup hicret ediyor Yesrib’e. Önceden ve sonradan da onu bir avuç ezilmiş, hor­lanmış sahabesi, aynı göçle sıyrılıp kaçarak onunla buluşuyorlar. Sırf dinlerinin korunması uğruna, malını, ailesini, yerini yurdunu terk ediyorlar.

İşte onlardır şu an vatanına, aile ve malına dönenler. Az iken çoğalmışlar, zayıf iken kuvvetlenmişler. Dün onları kovanlar bugün onları, yenilmiş ve boyun eğmiş durumda karşılıyorlar.

Mekke halkı bölük bölük müslümanlığa giriyor. Bir zamanlar Mekke sokaklarında müşriklerin işkence ettiği Bilâî-İ Habeşi de dö­nüp gelmiş. Mübarek Kabe’nin damına çıkmış, yüce sesiyle haykı­rıyor :

«Allahü Ekber – Allahü Ekber.»

Bu ses idi işkence kırbaçları altında «Birdir, birdir, birdir… Al­lah» diye fısıldayan. Şimdi ise Kâbetullah üzerinden dalga dalga göklere, yeryüzüne yayılıyor: «Lâ ilahe illallah, Muhammedün Re­sûlullah- diye. Ve herkes boynu bükük onu saygıyla dinliyor. Dik­kat edin, bu ikinci bir örneği olmayan tek gerçektir. O İslâm’dır. İn­san ise ne ahmak ve echeldir ki: islâm’dan başkası uğrunda mü­cadeleye fedakârlık ve kahramanlığa yeltendiği zaman, sadece veh-miyle asılsız ve boyutsuz boş dâva ile uğraştığını bile anlamıyor.

Bu kısa takdimden sonra deriz ki:

Büyük Fetih, aynı zamanda birçok işaret, hüküm ve sayısız ilke­ler ihtiva etmektedir îyi görmek için üzerinde durmak zarureti var. Biz şimdi, olayın seyrine göre, elimizden geldiği ölçüde bunları hatır­latacağız,

  1. a) Mekke fethinin sebebi olan olay bize gösteriyor ki; barış ve andlaşmada müslümanlar tarafında olanlara, karşı taraf harb açar­sa bizzat- müslümanlara açmış oluyor. Artık saldırganla mubluman-lar arasında hiçbir akld kalmıyor. Bu ulemanın tam ittifak ettiği gö­rüştür.
  2. b) Resûlullah (s.a.v.)’ın Mekke üzerine yürüyüşündeki metod gösterir ki; ahdini bozan ve onu hiçe sayan taraf üzerine müslüman-ların emîri, hiç de haber vermeden ansızın hücum edip gafil bastı­rabilir. Hıyanetinden ötürü bu böyledir. Bundan karşı tarafı haber­dar etmesi de gerekmez. Nitekim gördük ki, Resûlullah ümmetini, Mekke’ye karşı topladığında şöyle dua etmişti:   «Yâ Rab!  Kureyş’-in gözlerini kör et, bizi görmesin! Tâ karşılarına dikilinceye kadar…» Bu da ümmetin ittifak ettiği bir prensiptir.
  3. c) Resûlullah (s.a.v.)’ın bu uygulamasında şuna da işaret var: Bir kısım kimselerin ahdi bozmaya yeltenmesi, hepsinin ona giriş­mesi olarak telâkki olunur. Ama kalan topluluk bu ahdi bozma teşebbüsünü gerçekçi bir tavırla reddederse durum değişir. Halbu­ki Resûlullah gözetti;  Kureyş’in çoğunluğunu suskun gördü.  Müs­lümanların taraflısı olan Huzâalılara karşı baskın düzenleyen ken­di adamlarına ve taraflılarına  karşı  bir tavır almadılar.  Bu  gös­teriyordu ki; onlar da- bu işe rıza göstermiş, ahdi bozup hıyanet et­mişlerdir. Çünkü, başlangıçta lider kadro barış yapmış, Kureyş halkı da toptan bunu tasvip etmişti. Şimdi de yine onların ileri gelenleri ve mümessilleri ahdi bozucu bu saldırıyı düzenlemişlerdi. Tabii so­nuç yine toptan ahdi bozmuş olmalarıdır…

Nitekim Resûlullah, Benî Kurayza savaşçılarını idam ettirirken de herhangi birine, ahdi bozmadığını sormamıştı. Yine Beni Nadir’i sürgün ederken de, sebeb m üslüm ani arla aralarında bulunan anlaş­mayı bozmalarıydı. Halbuki bozguncular sadece aralarındaki bir grup lider kadroydu[1][79].

2- Hâtıb bin Ebİ Beltea ve yaptığına dair i

  1. a) Biz şimdi, Nübüvvetin başka bir görünüşü karşısındayız. Yü­ce Rabb’in onu vahiyle nasıl yakından desteklediğini seyrediyoruz. O, sahabelerine emrediyor: -Gidin, Hah bahçesinde develi bir ka­dın bulacaksınız. Onda bir mektup var, ahp getirin!…» Bunu ona haber veren kimdi? Yolcu kadınla Hâtıb bin Ebî Beltea arasında cereyan eden olaya O, nasıl muttali oldu?.. Bu vahiydi elbet, işte bu nübüvvet cilvesidir. Ve A]lah’ın Nebisine ve müslümanlara va’delettiği o Büyük Feth’i tahakkuk ettirmek için ona destek ve plânın gerçekleşmesi için ihbardır.
  2. b) Suçla ittiham olunanın, bazı yolla işkenceye tâbi tutulması itirafı te’min için, caiz midir?..

Bazı zevat, Hz. Ali (r.a.)’nin o kadına söylediğinden bunu is­tidlal ederler. «Ya mektubu çıkarırsın, yoksa elbiseni soyacağım!.. Yâni buradan yürüyerek bazı ulema şu hükme varıyor: Bazı suç­ları açığa çıkarabilmek için mü’minlerin imamı ve onun vekili, çeşitli yollara başvurabilir, vasıtalar kullanabilir: Tıpkı böyle de, Hay-ber yahudilerinln Huyey bin Ahtâb’a ait hazineyi saklamaları üzerine Resûlullah’ın uygulamasını delil sayarlar. Hani, Hayber Gaz­vesi sonunda Resûlullah (s.a.v.), Huyey bin Ahtâb’m amcasına: «Hu-yey’in Benî Nadir’den getirdiği Mesk’i[2][80] ne yaptınız?» diye sormuş^ tu.

Onu savaş masrafı olarak harcadım, diye cevab verse de, «Ha­yır zaman kısa, para da çok fazlaydı» buyurdu. Ve bunun üzerine onu Zübeyr’e gönderdi. O da biraz sıkıştırınca adam: «Ben Huyey’i şu harabelerde dolaşırken görmüştüm», dedi. Ve gidip aradılar. Ger­çekten de harabede o deri dolusu parayı buldular. Günümüzde bazı araştırmacılar bu görüşü îmam Mâlik  (r.aJ’e isnad ederler.

Gerçek ise şudur: Dört büyük imam ve cumhûr-u ulemanın araş­tırması sonucuna göre; şer’İ ölçülerle yeter delille suç isbat edilme­den, maznuna (suçla ittiham edilen kimseye) işkence yapılamaz, îkrar etsin diye böyle bir uygulama caiz değildir. Çünkü suç ;sbat edilmedikçe maznun, suçsuz kabul edilir. Hatıb’ın Mekke’ye gönder­diği kadın olayına ve Hz. Ali (r.a.) ‘nin onu tehdidine gelince; şu iki sebebe bağlı olarak bir delil teşkil edemez:

Birincisi: Bu kadın sırf bir itham altında değildi. Onun (mek­tup götürdüğü) sabit ve gerçekti. Çünkü onu peygamberlerin en büyüğü ve insanların en doğru sözlüsü Muhammed (s.a.v.) haber vermişti. Bu ise, ikrardan ve senedden de kesindir. Şimdi, biz ma­sum olmayan insanların zan ve şübhesine dayalı ittihamla nasıl kı­yaslarız bunu? Bu kadının durumu için söylediğimiz, Huyey bin Ah-tâb’ın amcası için de aynen geçerlidir.

İkinci olarak daı Mektubu bulmak için elbisesini soymak, iş­kence ve hapis gibi değildir. Aradaki fark büyük ve açıktır. Mek­tubun onda olduğu kesin olunca, artık onu bulmak için elbisesini soyup aramaktan başka yol yoktur. Bu da şübhesiz meşru bir yol­dur. Hattâ Resûlullah (s.a.v.)’ın emrinin yerine gelmesi için bu zaru­rîdir. Zübeyr’in, Huyey bin Ahtâb’ın amcasına işkence uyguladığı mes’elesine gelince; bir kere bu da sadece bir itham değil gerçeğe istinad ediyor. (Resûlullah (s.a.v.) haber verdiği için) ikinci olarak da bu bir harb durumudur.

  1. c) Resûlullah’ın Hâtıb’a sorusu ve onun cevabı ardından da, o yüzden nazil olan âyeti okuması bize şunu gösteriyor: Hangi gart altında olursa olsun, müslümana, Allah’ın düşmanlarıyla dost ol­ması yaraşmaz. Onlara bir meyil ve yardım hissi taşıması da asla caiz değildir. Onlara dostluk ifade eden sözle mukabele de uygun olmaz. Hâtıb’ın Kureyş arasındaki yakınlarını, kendisi aslen Kureyşli olmdığı sebebiyle, himaye eden olmadığından, bir iltimas beklemediği için mazur görülmesini istemesine rağmen bu böyledir…

Çünkü Kur’an âyetleri nazil olup, açık olarak, mü’minlerin, Al­lah’tan başkasını veli edinmemesini, yalnız O’ndan himaye bekle­mesini emretmiştir. Ve kim olursa olsun, kiminle olursa olsun, in­sanlarla ilişkisini bu esasa dayandırması, bu yüce dine uygun ola­rak kurması emredilmiştir. Aksi halde, bir kimsenin yâni müslü-manın, malını, canını Allah yolunda harcaması; yerini aile ve imkâ­nını onun için terketmesi nasıl düşünülebilir ki?…

îşte çağımızda, kendi kendine düşmanlık eden müslümanların çıkması budur: Namaz için mescidlere ko^ar, zikir ve virdleri sürekli tekrarlar. Mlsbahı elinden bırakmaz… Ama halkla ilişkilerini hâlâ akrabalık bağı, ırkî yakınlık hissi, mal ve makam arzusu ya da bazı hayvani arzu[3][81] ve isteklerini tatmin esasına göre yürütür. Ve bu suretle, hakkı bâtıla satmış olmaktan veya geçici dünya için Allah’ın dinini bir paravan olarak kullanmaktan çekinmez.

Bunlar münafıktır. Müslümanlarla görünmeleri, onları geciktir­mek, bölmek, zayıf düşürmek emelindedir. İşte, tarih boyu, müslü-manlara karşı hazırlanıp uygulanan hiyle ve tuzaklardan bir görü­nümdür bu…

3- Ebû Süfyân mes’elesi ve burada Resûlullah’ın tutumu:

Fetih günü, Ebü Süiyân’m durumu garipti gerçekten: îlk defa Resülullah’a savaş açanların başı ve öncüsü iken, o gün, O’nun di­nine fevc fevc girenlerin önünde ve ilki oldu.

Halbuki, bugüne kadar Mekke’den çıkan her muharib ve her ordu onun teşviki, onun öncülüğü ve onun coşturmasıyla olmuştu ancak… HJtmet-i İlâhi, Mekke Fethi’nİn kansız olmasını gerektir­miş-, daha önce O’nun Resulüne (s.a.v.) ezâ edip harb. açarak ora­dan çıkaran halkının İslâmlaşmasını murad etmişti. Öyle ki; müs-lümanlann da herhangi mücadele ve meşakkate girmesine hacet kal­madan… Ebû Süfyân’ın müslüman olmasının sebebleri de çok önce­den hazırlanıp plânlanmıştı âdeta!… Bu da Resûlullah (s.a.v.) ile vuku bulan mülakat ânında Merri Zahran’da gerçekleşti. Arkasın­dan da Mekke halkına koştu, onların kafasından ve gönlünden savaş düşünce ve arzusunu silip attı. Mekke atmosferini teslimiyete ha­zırladı. Câhiliyye şirkini yere gömerken, İslâm ve tevhid tohumunu da ekmiş oluyordu.

Nitekim, Resûlullah (s.a.v.) ‘in ona ilânını tenbihlediği şu emir de bunun başlangıç ve belgesiydi: «Kim Ebû Süfyân’ın evine sığı­nırsa emniyettedir». Tabii bu taltif, onun müslüman oluşu, İslâm’a ısınıp kalbinin karar kılmasından sonraydı… Bilirsiniz ki, İslâm, dinin inanç ve ameli ahkâmına tam uyup boyun eğmektir. O hal­de, bir müslümana gerekli olan, imanın kalbine sirayet etmesidir. Bu da tabiî İslâm prensip ve erkânına sürekli uyumla gerçekleşir. Sürekli ve ısrarlı olarak birtakım meşru vesileler ve sebeblere kal­bini alıştıran kimse, gitgide imanı kalbine oturtur. İslâm onun ta­biatı olur, iman kökleşir. Artık, fırtınalar onu sarsamaz, saptıra-maz…

Nitekim Hak Teâlâ, Kitab-ı Kerim’inde böyle buyuruyor: «Arap­lar, biz iman ettik dediler. De ki, belki henüz iman etmediniz ama îslâm olduk diyeb’Hrsin’z. Çünkü henüz iman kalbinize tam olarak kök salmadı!..[4][82]».

Yine bu yüzden, savaş anında, harbin şiddeti karşısında müs-lüman olan kimseyi, silâh korkusuyla veya ganimete ermek arzu­suyla da sırf zevahiri kurtarmak için müslüman olmuş olmakla itham etmesi yakışmaz.

Hattâ karineler buna delâlet etse bile caiz olmaz. Çünkü matlûb olan, kalbe ve iç âleme nüfuz etme değil, görünüşün ve dış âlemin ıslâhıdır. Nitekim Resûlullah (s.a.v.)’ın çıkardığı seriyyelerde bazı sahabenin bu konudaki tutumu üzerine Cenâb-ı Hak vahy ile açık­lık getirmiştir. Çünkü bazı sahabeler, böyle bir çarpışma anında, müslümanlığını ilârf eden kimselerin ölüm korkusuyla böyle davran­dığını iddia edip öldürmüşlerdi:

«Ey inananlar! Allah yolunda çarpışırken uyanık olun. Size tes­limiyetlerini bildirenlere, «Sen mü’rnin değilsin» demeyin. Siz geçi­ci dünya cilvesini takib ediyorsunuz. Halbuki Allah katında sayı­sız ni’metler var. Esasen daha önce sizler de böyleydiniz. Allah lüt­fetti de oldunuz. O halde iyi değerlendirin insanların hâlini. Zaten Allah sizin ne yaptığınızdan haberdardır[5][83]».

Dikkat edin, müslümamn dine yeni girdiği zamanki halini na­sıl tasvir buyuruyor. Onların çoğu da bugün için imanlarından şüb-he ettikleri kimselerin durumundaymış. Sonra Allah onlara ihsanı­nı artırmış da, gitgide saf ve samimi müslüman olmuşlar…

Bu da tabiî, zahiri plânda, din ahkâmını sürekli ve disiplinli şekilde yasaya yasaya şübhe ve eski yanlışlardan temizlenme şek­linde olmuştur.

Resûlullah (s.a.v.)’ın risâlet hikmetinden birisi de îşte Ebû Süf-yân’ın, müslüman olduğunu ilânını müteakip; Hz. Abbas’a emrede­rek vadinin çıkış yerinde tutmasındadır. Oradan bütün îslâm ordu­su, alaylar, taburlar halinde geçecek, o da İslâm’ın gücünün ne nok­tada olduğunu görecekti.

Nihayet, Mekke’den paramparça, ezik, yenik kaçan müslüma-nm nasıl bir inkılâp ile yenilmez kuvvet oluverdiğini anlayacak. Bu ise tabiî, o dinin akidesinin doğruluk ve zlâhilik yönünde te’kidle, zihne sunacakıt.

Ama bu hikmetler, bir ara, Ensârdan bazı sahabenin zihninden silinivermişti. Haniya, Resûlullah (s.a.v.h «Kim Ebû Süfyân’ın evi­ne sığınırsa emindir» fermanım ilân edince, O’nun kendi kabile­sine ve memleketine özel bir sevgi duyduğunu, bu sözü de bu yüz­den söylediğini sanmışlardı.

Müslim’in Ebû Hüreyre’den rivayetine göre, Resûlullah bu sö­zü söyleyince, Ensâr’dan bazıları birbirine: Demek ki adamın bel­desine olan bağlılığı, halkına olan sevgisi onu sardı. Ebû Hüreyre der ki: Bunun üzerine vahiy geldi. Zaten vahiy gelince haberimiz olurdu. Bu sefer vahiy gelince, daha bir ferdin Resûlullah (s.a.v.)’a kaşını kaldırıp bakmasına fırsat kalmadan, o vahyin emrini icra et­ti. Şöyle seslendi: Ensâr topluluğu! Onlar da: Buyur yâ Resûlâllah! dediler.

Buyurdu ki: «Adamın memleket sevgisi baskın geldi…» dediniz. Evet öyle oldu dediler. Bunun üzerine: «Asla! Ben Allah’ın kulu ve Resulü olarak sizin beldenize hicret ettim. Dirim sizinle olduğu gi­bi, ölüm de sizinle olacak!..»

Ensâr ona ağlayarak şu itirazda bulundular: Biz bu sözü kötü niyetle değil, sadece Allaha ve Resulüne bağlılığınızdan söylemişiz-dir.

îman ve îslâm arasında farka yönelik şu anlattıklarımızı; size Ebû Süfyânın müslüman oluş biçimine dair tartışmalarla ilgilidir. Haniya onun Resûlullah tarafından «hâlâ benim, Allanın Resulü ol­duğuma kesin kanaatin oluşmadı mı?» diye, yöneltilen soruya verdiği cevabda bu endişe vardı: «Buna gelince, vallahi hâlâ gönlümde bir tereddüd var!..»

Nitekim Hz. Abbas tr.a.) da ikaz ediyor: Yazıklar olsun sana, Allahm birliğine, Muhammedin Onun Resulü olduğuna şehâdet ge-tirsene, boynun vurulmadan!..

îşte o zaman gerçekten şehâdet getirdi.

Buradaki şübheli yan şu: Deniyor ki, tehdit altında İslâm’a gir­mek ne kıymet ifade eder? Çünkü az önce o, Resûlullah’ın nübüv­vetinde şübhesı olduğunu söylemişti.

Ancak buradaki şübhe şöylece kalkar. Bilirsiniz ki: Müşrik ve kâfirden beklenen, imanın kâmil mânâda kalbe yerleşmesi değil. Başlangıçta, İslâm’a girecek kimseden beklenen; aklıyla kavradığı

İslâm’ı diliyle de ilân ve ikrar etmesidir. Bu teslim oluştan sonra; yâni Allah’ın birliği, Resulünün nübüvvetini ve onun getirip haber verdiklerinin doğruluğunu ifade ile onun topyekûn kanunlarına bo­yun eğecek… îmanın gerçeğiyle teessüsü ise, bundan sonraki bağ­lılık ve emirleri sürekli uygulama ile gerçekleşecektir.

Gerçekten de Ebû Süfyân bu nizamî orduların geçişi karşısın­da düşünüyordu. Gördükleri karşısında çarpılıyor, şaşkınlıkla Hz. Abbas’a dönüyordu. Tabii henüz câhülyye düşüncesinden de sıyrı­lamamış, o kafa ve gönülle değerlendirme yapamıyordu:

«Gerçekten, yeğenin çok büyük bir hükümdar oluvermiş yâ Ab­bas!» diyordu. Tabii Abbas (r.a.) onu bâtıl kalıntısı düşüncesinden uyarmaya çalışır; «Ebû Süfyân, dikkat et! Bu hükümdarlık değil pey­gamberliktir! Neden söz ediyorsun?…»

Esasen o, bir zamanlar siz Mekkelüer teklif ettiğiniz halde, mül­kü de, malı da, makamı da ayak altına almış, sizin işkence ve ha­karetlerinizi de hiçe saymıştı. Siz değil miydiniz, hem ona sundu­ğunuz bunca dünyalığı reddedip, Risâlet görevine tercih etmediği ve sizi imana çağırdığı için, onu ülkesinden çıkarmaya mecbur eden?.

îşte nübüvvet böyledir!

Hz. Abbas (r.a.)’m dilinde tecelli eden ilâhi hikmettir bu. Böy­lece kıyamete kadar herkesin ibret alacağı bir kelâm olsun; bilinsin ki, Resûlullah (s.a.v.)’ın daveti, bazılarının vahyedip gevelemeye ça­lıştığı gibi; ne saltanat, ne akar, ne ırk kaygısıyladır. Bu, Resûlul-lah’ın baştan başa hayatını kaplayan bir sayhadır. İlâhi ikazdır. Onun ömrünün her ânı, damla damla konuşur bir armonidir. Bu, Allah yolunu ve O’nun nizamını tebliğ için gönderilmiştir insanlığa. Yeryüzünde nefsinin saltanatına zerrece pay yoktur!.

4- Resûluliah’ın Mekke’ye giriş tarzı üstüne düşünceler.

  1. a) Buhâri’nin, Abdullah bin Muğfil’den rivayetinde gördük ki; Resûlullah (s.a.v.) Mekke girişinde Fetih sûresini okuyor. Okuyu­şunda terci’ yapıyordu Terci’ ise kırâette bir tarzdır. Okuyan coşa­rak onu terennüm eder sanki… Bu da O’nun, Mekke girişinde Raî> biyle başbaşa bir istiğrak halinde olduğunu gösterir. Yoksa, zafer ve büyük muvaffakiyetin nefsine getirdiği büyüklenme, gurur ve şu­urunu kaplayan övünçten değil. Hayır, sırf Allah’ın destek ve yar­dımım apaçık müşahede etmesinin sonucu, ona bütün zerreîeriyle iltica edişidir…

Nitekim, îbn îshâk’ın rivâyetindeki tasvir de bu mânayı daha açık yansıtır. Ona göre Resûlullah (s.a.v.) Zituva’ya gelince; Al­lah’a minnet tavriyle başını öyle eğiyordu ki, nerdeyse alnı hay­vanın yelesine değiyordu. Bu, onun, kendisine Allah’ın lütfedip gös­terdiği «Feth-i Mübîn» için minnet ifadesiydi.

Bu da şunu gösteriyor; O, Rabbinin emrini yerine getirmiş ol­makla kullukta tamlanış ve kulluğu   başarmanın   şükrü   içindedir. Ve kavminden çektiği bunca çileyi, kendisini zorla çıkardıkları bu beldeye, Allah’ın nasıl bir zaferle, şeref ve izzetle döndürmekte ol­duğunu gözlemekte… Evet bu an Allah’a en kâmil mânâda hamd ve şükür dolu gönülle yönelme ânı; bu mekân ona kulluğun son haddine taşırılma makamıdır. Tabii bu her mü’minden beklenecek haldir esasta.  Yâni,  genişlik ve darlık  ânında hep Allah’a mutlak ubûdiyyette kalmak. Bollukta kıtlıkta, güçlü iken de, zayıf iken de hep mutlak kulluk…

    Yâni müslümana, sadece sıkıntıya düştüğü, belâya uğradığı za­manda darlık gitsin, zarar kalksın diye kulluk gösterisi asla yakış­maz. Çünkü geniş ve mutlu günlerin huzur ve refahı, sarhoş ederse, isyana düşer, gözü birşey görmez. Öyle kimseler ilâhı emir ve ahkâmın yanından teğet geçmeye başlar. Öyle ilgisiz olur ki, sanki o dar günlerinde yalvaran ve boyun büken o değilmiş…

b)Resûlullah  (s.a.v.)’in hikmet dolu tedbirinden biri de, Mek­ke’ye girerken ashabına farklı yönlerden bölük  bölük girmelerini emretmesidir. Onlar, tek yol veya kapıdan girmemekle, savaşı bü­yük çapta önlemiş oldular. Çünkü Mekkeliler bu durumda savaşa cesaret edemezdi. Etse, adamları dört bir yana dağıtmaları gerekir­di. Bu ise onların zayıflaması demekti. Bunu göze  alamayınca da savaş ve saldırının sebebi kendiliğinden ortadan kalkmıştır.

     Resûlullah (s.a.v.) bunu, muhakkak ki, kan dökülmesini önle­mek, İslâm’ın belde-i Haram’a verdiği mânâyı korumak için emretti. Ve onlara da, sadece saldırana karşılık savaşma izni verdi. Öbürle­rine de, evlerine kapandıkları takdirde emniyet va’detti.

[1][79] Demek ki ceza umumî oluyor. (Mütercimler)

[2][80] Mesek: Deriden yapılmış torba. Altınla doldurulmuştur.

[3][81] Meselâ parti taassubunu… (Mütercimler)

[4][82] Hucürât sûresi, âyet: 14.

[5][83] Nisâ sûresi, âyet: 94.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.