Resulullah’ın (s.a.v) Hayatında Îslam Davetinin Merhaleleri – (Gizli Davet) | Siyer Programı – 11. Bölüm
Resulullah’ın Hayatında Îslam Davetinin Merhaleleri
İslâm Daveti, Resûlullah’ın hayatında, bi’setinden vefatına kadar dört devre geçirdi.
- Devre: Gizlice Davet. Üç yıl devam etti,
- Devre: Savaş olmadan yalnızca dil ile açıktan yapılan Davet. Bu da hicrete kadar devam etti.
- Devre: Haddi aşanlarla ve kötülüğe başvuranlarla savaşmakla birlikte, açıktan Davet… Bu dönem de, Hudeybiye anlaşmasına kadar sürdü.
- Devre: Allah’a Davet yolunda engel olarak çıkan veya müşriklerden, inkârcılardan ve puta tapanlardan – Davet ettikten ve Daveti bildirdikten sonra – îslâm’a girmekten kaçınan herkesle savaşarak, açıktan yapılan Davet… Bu dönem, İslâm’daki cihad hükmünün ve islâm Şeriatının, üzerinde karar kıldığı ve son şeklini aldığı dönemdir. [1][1]
Resûlullah (s.a.v.), Allah’ın emrini yerine getirmeye koyulurken, önce insanları, tek olan Allah’a kulluk etmeye ve putlardan vazgeçmeye çağırmaya başlamıştı. Ama O, bunlara, şirk ve puta tapma konusunda mutaassıp (körü körüne bağlı) olan Kureyş’in üzerinde ani bir etki yapmasından endişelenerek gizlice Davet ediyordu. Bunun için Hz. Peygamber Daveti, Kureyş’in umumi toplantılarında açığa vurmuyordu ve kendisine akrabalık veya eskiden tanıdıklık bağıyla bağlı olanların dışında kimseyi Davet etmemişti.
İslâm dinine giren ilk kişiler arasında şunlar bulunuyordu-. Hü-veylid kızı Hadice (r.a.), Ali bin Ebi Tâlib, Resûlullah’ın âzadlısı ve oğulluğu Zeyd bin Harise, Ebû Bekr bin Ebî Kuhâfe, Osman bin Affan, Zübeyr bin el-Avvam, Abdurra’hman bin Avf, Sa’d bin Ebl Vakkas ve diğerleri… (Allah hepsinden razı olsun).
Bu zevat da tabiî,, Hz. Peygamber’le gizlice buluşuyorlardı. Onlardan biri, herhangi bir ibâdeti öğrenmek için ta’lim yapmak istese, Kureyş’in bakışlarından gizlenerek Mekke’nin civarındaki vadilere giderdi.
İslâm’a girenlerin sayısı 32 si erkek 13 ü kadın olmak üzere 45 kişi idi. Allah Resulü (s.a.s), onların ta’lim ve irşad ihtiyaçlarını gidermek, onlarla buluşmak için İbnu’l-Erkam’ın evini karargâh olarak seçti. Bu oran nebevi medresesinin tek bir cinsiyetten oluşmadığının en buyuk delilidir. Bu medresede yetiştirilen risalet davasını omuzlayacak çekirdek kadro da erkekler kadar kadınlarında aktif görev alarak bulunduklarına şahit oluyoruz. Bu konuda Efendimiz (sav) ne kadar hasas olduğunu buradan anlayabiliriz. Allah cc. rasulu (sav) yeryuzunun en buyuk iman hamlesini yaparen erkekler kadar hanımlardan da istifade etmiştir. Toplumsal bir donuşumun tek bir cinsin eliyle olmayacağı gerçeğinden hareketle iki cinsi de işin başında böyle bir oranda istihdam etmiştir. Allah cc. kulluğu hem erkeğe hem de kadına yüklemiştir.
Öncelikle konumuza Darul Erkam’dan başlamak istiyoruz. Zira Darul Erkam muvahhidlerin merkezi ve karargâhıdır. Ve bundan dolayıdır ki belirli bir şerefe ve üstünlüğe sahiptir.
Daru-l Erkam’ın bu şekilde isimlendirilmesinin ve böyle meşhur olmasının sebebi ise, sahabelerde Erkam b. Ebi Erkam el-Mahzuni’nin evi olmasından dolayıdır. Bu ev Safa tepesinin doğusunda bulunan, beni Şeybe’nin evine bitişik bir evdir. İslam davasını kolay ve seri bir şekilde yaymaya elverişli olması nedeniyle ya da Mekkeli müşriklerden gizlenmek amacıyla Resulullah (sallallahu aleyhi ve selem) böyle bir merkezi yer edinmiştir. Rivayetlerde Daru-l Erkam’ın risaletin beşinci senesinde tesis edildiği bildirilmektedir.[2]
Darul Erkam asrısaadette, dinde batıl imanda batıl ehli şirke karşı ilk muvahhid Müslümanların içinde toplanıp ders ve eğitim yaptıkları merkezin adıdır. Diğer bir ifadeyle, müstekbirlerin zulmünden dolayı mustazafların sığındıkları bir mekân olduğu gibi aynı zamanda bir irşad ve talim yeridir. (Fıkhu-s Sîre, 76)
Elmalılı Hamdi Yazır ise tefsirinde Alak suresinin 17. ayetinde şöyle demektedir: “İslam’dan önce Mekke’de kurulan, Kureyşlilerin toplandığı parlamento binasına Dar’un Nedve denir. Nadi, o gibi yerlerde toplanan heyetin ismidir ki bizim meclis, mahfil, kongre, parlamento tabirleri gibidir.”
Bu tanımlar ortaya koymaktadır ki; Dar’un Nedve Kureyş’li müşriklerin “Hâkimiyet ve kanun koyma hakkı parlamenterlerin değil, kayıtsız şartsız Allah’ındır” ilkesine karşı kurulan bir karargâhtır. Dar’un Nedve Allah’ın şeriatının bir kenara atılıp heva ve hevese dayanan kanunların çıkarıldığı bir parlamentodur. Başka bir deyişle Dar’un Nedve “hâkimiyet ancak milletindir” temel ilkesini şiar tutup, küfür hükümlerinin icra edildiği bir merkezdir. Binaenaleyh şu anda Allah’ın vahyine dayanmayıp, beşeri ideolojilere dayanan her devletin idare merkezi tıpkı Mekke’li müşriklerin Dar’un Nedvesi gibidir.
Bundan 1400 yıl önce Mekke Cumhuriyeti’nde varlığını sürdüren Dar’un Nedve’nin idare biçimi de demokrasi idi. Zira oraya ancak 40 yaşını doldurmuş kabile reisleri girebiliyordu. Bu kabile reisleri kendi kabilelerinin onayını alıyorlar, bu onay ile kabile temsilcisi olarak Dar’un Nedve’de yer alıyorlardı. Bu haliyle 1400 yıl önce varlığını sürdüren Dar’un Nedve bugünkü beşeri sistemlerin parlamentosu ile büyük benzerlik arzetmektedir.
Bugünkü parlamentolarla Dar’un Nedve arasındaki bir büyük benzerlik ise şudur: Mekkeli müşrikler Dar’un Nedve’de aldıkları kararlarla müslümanlara karşı büyük bir savaş açmışlar, onlarla amansız bir mücadele vermişlerdir. Aynı şekilde bugünde tüm dünyada bulunan çağdaş Dar’un Nedvelerde müslümanlara karşı büyük bir mücadele örneği sergilenmekte, insanlar sırf “Rabb’imiz Allah’tır” dedikleri için eziyet görmektedirler.
Kesinlikle bilmek gerekir ki; bundan 1400 yıl önce varlığını sürdüren Dar’un Nedve ile şu anki parlamentolar arasında hiçbir fark yoktur. Zira Dar’un Nedve’de kabile reisleri kendi isteklerine dayanan kanun ve hüküm çıkarıyorlar, bunlarla insanların idaresini yapıyorlar ve bu kanunları toplumlarının hayatlarına icra ediyorlardı. Zaten çağdaş parlamentolarda aynı minval üzere çalışmaktadır.[3]
Erkam inşa olmayı ve inşa etmeyi düşünürken, Nedve imha olmayı ve imha etmeyi düşünür. O halde bulunduğumuz yerin kimin dar’ı/evi olduğunu iyice gözden geçirmeliyiz. Başka saf yok ki; ya Erkam’ın safındayızdır, ya Nedve’nin? “Ben hiçbir safta yokum diyen” de aslında; “Ben Daru’n-Nedve’nin talebesiyim, ona hizmet etmekteyim” demektedir. Çünkü Darü’I-Erkam’ların olmayışı demek, Daru’nNedve’lerin varlıklarını devam ettirmeleri demektir. Bunun için her Müslüman bulunduğu yapıyı Daru ‘l-Erkam’a çevirmek ve dönüştürmek zorundadır.
Eğer böyle bir zorunluluğumuz varsa, Efendimiz’in (s.a.v.) kurduğu bu nebevî modeli iyice öğrenmek, talim etmek gibi bir yükümlülüğümüz de var demektir„ O halde gelin bu modeli iyice tanımaya çalışalım; ta ki, tanıdığımız bu yüce numuneye olan sevdamızı artırıp, bu çorak zamanlarda/zeminlerde evlerimizi Darü’l-Erkam yapma yolunda gayretlerimizi arttıralım.
Nasıl mı? Eğer bir ev imar etmeyi konuşuyorsa, eğer bir ev “nasıl acaba insanlığı risalctin mesajı ile tanıştırabiliriz? Nasıl insanları koştukları cehennem ateşinden çevirebiliriz? Nasıl insanları kula kul olmaktan kurtarıp, Allah’a kul etmeye vardırabiliriz?” diye inliyorsa bilin ki, o ev Erkam yürekli adamların evleridir. Bu evin silahları; Kur’an’dır, ilimdir, irfandır, hikmettir, kitaptır, kalemdir, seccadedir, gözyaşıdır, merhamettir, sevgidir, müsamahadır ve duadır. Bu ev adı ve yapısı ne olursa olsun Darü ‘l-Erkam’dır.
Eğer bir ev imha etmeyi konuşuyorsa, eğer bir ev “nasıl acaba hak ve hakikat adına mücadele veren şu sesi kısabiliriz? Nasıl insanların nezdinde itibar sağlayan şu adamların güvenlerini sarsabiliriz? Nasıl hakkın yükselen değerini alçaltıp, bize sorgusuz sualsiz akan muslukların devamını sağlayabiliriz? Nasıl ceplerimizi dolduran meşru ya da gayri meşru ayırımı yapmadan elde ettiğimiz bu imkânları çoğaltabiliriz?” diye kıvranıp duruyorsa bilin ki, o ev Ebu Cehil ve Ebu Leheb ruhlarının yaşatıldığı evlerdir. Bu evin silahları; yalandır, iftiradır, şantajdır, kılıçtır, güçtür, nefrettir, öfkedir, hırstır, tamahkârlıktır, kanaatsizliktir, tahammülsüzlüktür ve kavgadır. Bu evin de adı ve yapısı ne olursa olsun Daru’n-Nedve’dir.[4]
Dersler ve İbretler
1- Resûlullah (s.a.v.)’ın Davetinin başlangıcındaki gizliliğin yorumu:
Şübhesiz ki, Resûlullah (s.a.v)’in, bu ilk yıllarda İslâm’a Daveti gizli tutması, kendi canından korkusu sebebiyle değildir. O, İslâm’a Davetle görevlendirildiği ve Cenâb-ı Hakk’ın: «Ey örtülere bürünen Peygamber! Kalk, inzar et…» âyeti indği vakit, kendisinin insanlara Allah’ın elçisi olduğunu öğrenmişti. Bunun için O, kendisini bu Davetle görevlendiren ve peygamber olarak seçen Allah’ın onu insanlardan korumaya ve himaye etmeye kadir olduğunu kesinlikle biliyordu. Şayet Allah, ilk günden itibaren O’na insanların arasında Daveti alenî olarak açıklamasını emretseydi, elbette O, bu konuda kendisine öleceği yer gösterilmiş olsa bile, yine bundan bir dakika geri durmazdı. Fakat Allah (c.c.) ilk devrede O’na Daveti gizli olarak sürdürmesini, ancak çok güvendiği ve kendisine inanacağını yakinen bildiği kimselere açmasını ilham etmişti. Bu da, daha sonraki, Davetçilere, zahirî sebeb ve tedbirlere başvurmanın meşru olduğuna dair ta’lim ve irşaddı. Davetin gaye ve hedeflerine varabilmesi için başvurulması gereken akl-ı selim ve doğru düşüncenin telkin ettiği vasıtaları da gösterdi. Buna rağmen, bütün bu sebeb ve vasıtaların Allah’a tevekkül ve itimada baskın çıkmaması, yine insanın bu sebeblere tutunmasına rağmen onun öz fikir, tasavvur ve hareketlerini kenetleyen bir anlayışa sahip olmaması da gerekir. Bu tür bir anlayışın Allah’a imanın kökünü kazıyacağı da bir gerçektir. Ayrıca İslâm Davetinin karakterine de ters düşer…
Buradan da anlaşılıyor ki, Resûlullah’ın bu dönemde Davette takib ettiği metod, Allah’tan aldığını tebliğ eden bir nebi sıfatıyla olmaktan ziyade, bir lider olarak, siyaset-i şer’iye kabilinden bir tutumdu.
Buna binâen, her asırdaki İslâm Davetçilerinin; içinde yaşadıkları asrın durumuna ve şartlarına göre1 davetin keyfiye tindeki elastikiyeti, yâni sertlik veya yumuşaklığı, açıklık veya gizliliği kullan-, maları caiz olur. Bu elastikiyete, İslâm şeriatı, Resûlullah’ın siyre-tindeki gerçeğe dayanarak, birtakım şekiller veya zikri geçen dört merhale dahilinde birtakım sınırlar çizmiştir. Bunların tümünde, İslâm Davetinin selâmeti ve müslümanların maslahatı gözönünde bulundurulmaktadır.
Bunun için İslâm Hukukçuları; müslümanların savaş kararı aldıkları zaman; sayıca az, malzeme bakımından zayıf oldukları takdirde, düşmanlarını mağlûp edemeden öldürülecekleri kanaat; galip geleceği cihetle, hemen burada canı koruma maslahatının öne geçmesinin gerekli olduğu fikri üzerinde ittifak etmişlerdir. Çünkü mukabil maslahat -ki, o da dini korumaktır- zandan ibaretfr veya durum en azından menfidir…
Izz bin Abdüsselâm bu tür bir savaşa girmenin haramlılığım açıklayarak şöyle der: «Düşmanı yenmek mümkün olmayınca yenilmek mukadderdir. Çünkü bu hususta direnmek can kaybına y^l açar. Bu da düşmanı güldürür, müslümam yıldırır. Buradaki direnme fesada yol açar. Fesadın devamında da maslahat yoktur[5][3]».
Ben derim ki, burada canı koruma maslahatının öne geçmesi, yalnızca zahir yönündendir. işin hakikat ve uzak hedef yönüne gelince, vakıa o dinin maslahatıdır. Yâni dini koruma maslahatıdır. Çünkü dini maslahat – bu gibi hallerde – müslümanların, açılacak yeni fırsatlarda mücahedeyi sürdürüp üstün gelmeleri için, canlarının sağ bırakılması gereklidir. Aksi takdirde, müslümanların helak olmaları, bizzat dinin kendine zarar vermek ve düşmanların önlerindeki kapalı yolları açmak, hücum etmeleri için onlara imkân tanımak demek olur…
Özet olarak; savaş veya açıktan Davet, bizzat Davetin kendisine zarar verecek nitelikte olursa; Daveti gizlemek veya sulh yapmak vâcib olur. Daveti açıktan yapma imkânı varsa ve bu da faydalı ise; Daveti gizlemek câ-z olmaz. Savunma ve savaş gücü yeterli olduğu zaman zalimlerle ve fırsatçılarla anlaşma yapmak caiz değildir. Müslümanların, cihad hazırlıkları yeterli olduğu takdirde, kâfirlerle cihadı bırakıp evlerinde oturmaları da caiz değildir.
2- İslâm’a giren ilk kişiler ve onların diğerlerinden Önce İslâm’a koşmalarındaki hikmet:
Siyret kitabları, ilk dönemde İslâm’a giren insanların büyük çoğunluğunun kölelerden, düşkünlerden ve yoksullardan meydana gelmiş karışık bir topluluk olduğunu bize naklediyorlar. Bundaki hikmet nedir? İslâm devletinin bu gibi insanların desteği üzerine kurulmuş olmasındaki sn- nedir?
Bunun cevabı şudur: Bu durum, Enbiyâ’nın da’ve tinin ilk dönemdeki tabiî meyveleridir. Nuh’un kavmini düşünmelidir: Onlar Nuh’un etrafında bulunan mü’minleri nasıl insanların en düşükleri ve ahmakları olarak nitelendiriyorlardı. Kur’an onların bu sözlerini şöyle naklediyor: «…Biz seni ancak bizim gibi bir insan görüyoruz ve sana bağlı olanları, ilk bakışta, en düşkünlerimiz olarak görüyoruz…[6][4]». Fir’avun’a ve avanesine de bakmalı: Onlar da Mûsâ’ya uyanları, nasıl zeliller ve ezilmişler olarak görüyorlardı? Hattâ Cenab-ı Allah, Fir’avun’u ve avanesini helak ettikten sonra, onlardan şöyle bahseder: «…Fir’avun’un işkencesi altında ezilen o kavmi, arzın bereketlerle donattığımız doğularına ve batılarına mirasçı kıldık[7][5]». Allahü Teâlâ’nın Hz. Salih (a.s.)’i peygamber olarak gönderdiği Semûd kavmine de bakmalı. Semûd kavminin çok kibirli liderleri ondan nasıl yüz çevirdiler? Hâlbuki ezilmiş insanlar Hz. Salih’e iman ettiler. Yüce Allah yine bu konuda: «Salih’in kavminden imana gelmeyip, kibirle nenler, içlerinden iman eden ezilmişler için alay yollu, şöyle dediler: -Siz Salih’in hakikaten, Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Onlar da: «Biz, doğrucu Ununla gönderilen herşeye iman edenleriz» dediler. O kibirlenerek iman etmeyenler: -Doğrusu biz, o sizin inandığınız şeyi inkâr eden kâfirleriz- dediler[8][6].
İşte bundaki sır budur. Gerçekten Allah’ın bütün Enbiyâ ve Re-sûl’lerle gönderdiği bu dinin hakikati, yalnızca, insanları diğer zalim insanların sultasından kurtarıp, Allah’ın hâkimiyet ve saltanatına sokmaktan ibarettir. O öyle bir hakikattir ki, tanrılık iddiasında bulunanların Tanrılığını, despotların hâkimiyetini, liderlik sevdasına düşenlerin ezici kuvvetlerini kökünden kazır. Yine bu hakikat, ezilmişlerin, zillete uğramışların ve her türlü hak ve hukuktan mahrum bırakılmışların durumunu düzeltmekle uygunluk arzeder. Allah için yapılan tslânı Davetirün karşısına dikilme, yâni kibirlenme ve inad, bu tanrılık iddiasında bulunanlardan ve despotlardan gelmektedir. Allah’ın emirlerine boyun eğme ve o emirleri yerine getirme ise, bu ezilmiş insanların yapacağı işlerdir. Bak! Bu hakikat bütün çıplaklığıyla, Kadisiye savaşında Fars (tran) ordusunun komutanı Rüstem ile Sa’d bin Ebî Vakkas (r.a.)’ın ordusunda basit bir asker olan Rıb’İ bin Âmir arasında geçen şu konuşmada kendisini göstermektedir. îran Komutanı Rüstem, Rıb’î bin Âmir’e şöyle der:
– «Sizi bizimle savaşmaya ve ülkemize saldırmaya zorlayan şey nedir?» Bu soruya karşılık oda:
– «Biz, arzu edenleri kullara kulluk etmekten çıkarıp, tek olan Allah’a kulluk etmeye yöneltmek için geldik» diye cevab verdi. Sonra, Rüstem’in sağında ve solunda eğilmiş insanların saflarına baktı ve hayretle:
– Sizin hakkınızda bize birçok düşünce ve fikirler ulaşmıştı. Fakat ben sizden daha akılsız bir kavim görmüyorum. Biz müslü-manlar topluluğu, birbirimizi köle edinmeyiz. Zannetmiştim ki siz de bizim gibi birbirinize yardımcı oluyorsunuz. Hâlbuki bana gösterdiğiniz en iyi işiniz; bir kısmınızın öbürlerinin tanrıları olduğudur!..» dedi.
Bunun üzerine ezilen zavallılar birbirlerine dönüp, «Vallahi bu Arap doğru söyledi» diye fısıldaştılar. Ama Komutanlar ve diğer yetkililer, Rıb’i’nin bu sözünde, enâniyetlerine dokunup onu yakan yıldırıma benzeyen birşeyler buldular ve birbirine şöyle dediler: «Bu Arap öyle bir söz ortaya attı ki, artık kölelerimiz ona doğru yönelirler.[9][7]
Bu söz, şu anlama gelmez: Herkesten önce İslâm’a koşan ezilmiş kişiler, İslâm’a, imandan ötürü girmediler. Aksine onlar ezenlerin ve ululuk taslayanların işkencelerinden kurtulmak için girdiler. Şöyle ki, tek olan Allah’a inanmak ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in getirdiklerini tasdik etmek, Kureyş’in ileri gelenleriyle, ezilmişler arasında müşterek bir ölçü olmuştu. Onlardan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Rabbinden getirdiği haberlerin doğruluğunu bilmeyen hiçbir kimse yoktu. Ancak Kureyş’in içindeki liderleri ve kendilerini büyük görenlerin liderlikleri, onları Resûlullah’a uymaktan ve ona boyun eğmekten alıkoymuştu. Bunun en tipik örneği; Resûlullah’ın amcası «Ebû Talibedir. Ama yoksullar ve ezilenler böyle değildi. Onların Hz. Peygamber’e boyun eğmelerine, imanlarıyla onun Davetlne icabet etmelerine engel olacak herhangi birşey yoktu. Onlardan her-birinin Allah’ı en üstün kabul ettiği, Allah’ın hâkimiyetinin dışında bir hâkimiyete veya O’nun gücünün dışında bir güce aldırış etmediği, yalnızca Allah’ın ulühlyyetine iman ettiği anda, duyduğunu ve hissettiğini buna ekleyebiliriz. Allah’a imanın meyvesi olan bu şuur, aynı zamanda sahibine güç veriyor, sahibine saadet ve sevinç veriyor…
Bu asırda, bir kısım îslâm düşmanlarının Hz. Muhammed (s.a. v.) ‘in yerine getirdiği islâm Davetinin, ancak Arap toplumunun ilhamından ibaret olduğunu ve o zamanki Arap fikir hareketinin şekillenmesinden başka birşey olmadığını iddia ettikleri vakit, onların ortaya attıkları iftiranın büyüklüğünü de buradan anlıyoruz: Eğer bu iş onların dediği gibi olsaydı; bu- Davetin hasılatı, başlangıcından üç yıl sonra, erkek ve kadın olmak üzere kırk kişi olmazdı. Üstelik bu müslümanların tümü, yoksullardan, ezilmişlerden, köle ve âzadhlardan oluşmaktaydı. Onların başında Suheyb-i Rûmi, Bilâl-i Habeşi gibi yabancı milletten olan insanlar gelmekteydi.
Üstelik ileriki bahislerde, Hz. Peygamber i kendi memleketinden hicrete zorlayan, etrafında bulunan insanları şuraya buraya dağılmaya ve göçmen olarak Habeşistan’a kadar gitmeye mecbur eden, bizzat bu Arap toplumunun olduğunu göreceksiniz. Bu durum ise, müsteşriklerin, Arapların düşünce ve temayüllerinin şekillenmesinden ibaret olduğunu iddia ettikleri îslâm davetine karşı, yine aynı Arapların gösterdiği bir hoşnutsuzluk olduğuna göre müsteşrikin yalanı ortada [10][8]
[1][1] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 97.
[2] İbn-i Hişam siyreti Nebeviye
[3] Alaaddin Pahlevi İstismar edilen kavramlar
[4] m.emin yıldırım erkam nedve çatışması
[5][3] Kavâldü’l-Ahkâm fi MesâHhl’l-Enam: c. 1, s. 95. .Aynı müellifin «Zavâbıtü’l-Maslahat» adlı eserine bak’ s. 261.
[6][4] Hûd sûresi, âyet: 27.
[7][5] A’râf sûresi, âyet: 137.
[8][6] A’râf sûresi, âyet: 75-76.
[9][7] Bu hadisenin daha geniş tafsilâtı lcln, Muhammed el-Hudarl’nİn «îtraamu’l-Vefa fi Slyreti’l-Huletâ» adlı kitabına balcınız: s. 100.
[10][8] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 98-102.