Rıdvan Beyatı | Siyer Programı – 46. Bölüm
Rıdvan Beyatı
Daha başta, henüz barış akdi yazılmadan; Hz. Osman (r.a.)’ı görüşlerini almak üzere Kureyş’e göndermişti. Fakat Kureyş Hz. Osman’ı bir müddet alıkoymuştu. Bu halde iken, Resûlullah’a gelen haberde Hz. Osman’ın öldürüldüğü bildirilmişti. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) :
— Bu kavme lâyık olduğu cezayı vermeden dönmeyeceğiz, dedi. Sonra da halkı bey’ata çağırdı. İşte Rıdvan Bey’atı orada bir ağaç altında yapılmıştı ki, o ağaca Rıdvan ağacı adı verilmişti. Resûlullah, sahabenin tek tek elini tutuyor, onlardan savaştan kaçmamak ve ölünceye kadar çarpışmak üzere söz alıyordu. O en son kendi elini de tutarak; «İşte bu da Osman adına bey’attır» dedi. (Osman o an Mekke’lilerin göz hapsindeydi)
Bey’at tamam olunca, Resûlullah (s.a.v.) öğrendi ki, Osman’ın öldürülme haberi asılsızmış. [1][12]
Dersler Ve İbretler
Bu Barışın Hikmetine Dair Bir Özet:
Biz «Hudeybİye Barışanın hikmet ve hükümleri üzerine yapacağımız araştırmaya ve işin tafsilâtına dalmadan çok kısa bir tesbitte bulunmak isteriz. O da, bu anlaşma olayının, herşeyden önce, başkaca bir tedbirde de görülemeyecek şekilde; uygulamasında ve eserinde tecelli eden ilâhi tedbirin sergilenmesi olduğu gerçeğidir. Onun başarısı ise: Sadece Allah’ın ezeli ilminde durulup saklanmış muazzam bir sırdı. İşte bu yüzden de yukarıdan beri takib ettiğimiz gibi herhangi bir tedbir veya fikir yerine, bu sefer müslümanlar aşırı bir tepki gösterdiler. Şimdi biz buradan hareketle bu anlaşma olayını, sebeb, mahiyet ve sonucuyla îslâm akidesinin takviye ve tes-bitinde en önemli kural diye kabul ederiz.
Öyleyse, ilkin bu barışın ihtiva ettiği büyük İlâhi Hikmet yönünden söz edelim. Daha sonrakiler onunla belirginleşir çünkü. Böylece, Allah’ın âyetlerinden biri (bir kere daha) parıldasın. Ondan sonra bu bansın ihtiva ettiği ve tablolaştırdığı şer’i hükümlerden söz edebiliriz.
Bu hârika hikmetlerden biri, Hudeybiye’nin, Mekke fethinin hazırlayıcı sebeblerinden birini teşkil etmesidir. îbn Kayyım’ın dediği gibi; bu anlaşma fetih için kapı ve anahtar mahiyetindeydi. Bu ise âdetullahdandır: Bazı büyük olaylara, mukaddime ve önayak olarak, aynı zamanda yüce Rabbin iradesinin tecellisi açısından ona yol veren, hedef gösteren birtakım olaylar bulunur.
İşte bu yüzden de müslümanlar o an için mes’eleye nüfuz edememişti. Tabiî istikbâl gaibdir. Artık onlar gözleriyle gördükleri vakıa ile, müstakbel gaybın bağlantısını nasıl bileceklerdi?
Aradan biraz zaman geçince müslümanlar, bu barışın önemini ve içinde gizlediği muazzam hayır ve faydayı anlayacaklardı. Çünkü bu sulh esnasında insanlar birbirinden emin olunca; müslümanlar küffâr ile münasebet kurma imkânı ve onları dine da’vet fırsatı buldular. Yani küffâra Kur’an’ı dinlettiler. Serbestçe İslâm’ı bütün açıklığıyla onlara gösterebildiler. Müslümanlığını gizleyen birtakım insanlar da açığa çıkma imkânı buldu…
Îbn Hişâm Îbn tshâk’tan, o da Zühri’den şunu naklediyor: islâm döneminde, Hudeybiye’den daha büyük bir fetih yoktur. Zira, savaş insanları karşılıklı çarpıştırıyor. Mütareke olup, harb kalkınca, inasanlar birbirinden emin oldu. Bu seferki karşılaşmalarında aralarında konuşma ve tartışmalar başladı. Hangi şahıs tslâm üzerinde tartışsa blrşeyler düşünmek ve anlamak imkânı buluyor, ardından da islâm’a giriyordu. Öyle ki; işte o iki senelik zamanda islâm’a girenlerin sayısı, o güne kadarkilere eşit, belki de daha fazla
idi…
Bu yüzdendir ki, Kur’an-ı Kerim bu barışı «Fetih» diye adlandırmıştır, tşte âyet-i kerîme : «…Allah, Resulüne rü’yasım doğru çıkardı, înşâallah, Mescld-i Haram’a emniyet içinde başınız kazınmış veya saçınız kısaltılmış olarak korkusuzca gireceksiniz. O sizin bilmediklerinizi bilir. Bunun ötesinde de yakın bir fetih tahakkuk ettirecek[2][13]».
Diğer Bazı Büyük Hikmetler
Cenâb-ı Hak bununla, Peygamber vahyi ile beşerin aklî tedbiri arasındaki farkı tam ortaya çıkarmak diliyor. Peygambere gelen ilâhi yardım ve tevfik ile dehâ dediğimiz üstün aklın farkını, yâni sebebler âleminin Ötesinden, zahiri etkenler üstüne inen ilâhî ilham Ue; bunun berisindeki bu sebebler ve hikmetlerin sürükleyici etkenleri arasındaki farkı… Ve Allah, her akıl ve görüşe karşı, peygamberinin risâletini galib getirmek diledi. Bunları, yüce Rabbin şu kavlinin tefsirinden anlamak mümkün : «Allah sana en şerefli bir zafer iç^n yardım etti.» Yâni, bu konuda eşi görülmemiş bir zaferle, doğan fikirleri de, gafil akılları da doğruya yöneltmek için.
işte bundan dolayı, müşriklerin her istediği şartı onlara verdi. Ve hiçbir sahabenin hazmedemediği birçok mes’elede kolaylık gösterdi onlara. Nitekim Hz. Ömer (r.a.)’in nasıl bunalıp isyan edecek hale geldiğini de yukarıda gördünüz. O derece ki, (Ahmed bin Han-bel ve ötekilerin nakline göre) kendisinden bahisle şöyle söyleniyordu : «O gün sarf ettiğim söz (itirazlar) dan ötürü endişelendiğimden; hep oruç tutuyor, namaz kılıyor, tasadduk ed’p köle âzâd ediyordum.»
Yine müslüman cemaatın bir küskünlük içinde, ResûluUah’ın Medine’ye dönmek üzere kalkıp traş olarak kurban kesmelerini emretmesine ve birkaç kere tekrar etmesine rağmen aldırmayışlarını da gördünüz.
Burada muhakkak olan, sahabe o esnada Resûlullah (s.a.v.)’ın tasarrufunu düşünüp kavramaya çalışıyorlardı. Çünkü onlar beşeri arz üstünde bulunuyor. Onun bile ancak bir kısmını görebiliyor; ondan da sadece haber ve duyumlara dayanan beşeri akıllarının çözüp anlayabildiğini anlayabilirlerdi. Onların yanında ise Resûlullah (s.a.v.î tasarrufatını, beşeri imkân ve sebeblerin üstünde bir düzeyden yürütüyordu.
Çünkü mutlak Nübüvvet, ona teveccüh ediyor, ilhanı ve vahye-diyordu. Cenâb-ı Hakk’ın emrini icra edişi onun gözleri önünde te-messül ediyordu.
Nitekim, Hz. Ömer (r.a.) ona hayret ve itiraz halinde, gelip sorular tevcih ettiği anda, O’nun (s.a.v.) cevabında besbellidir. Hani-ya; «Ben Allah’ın Resulüyüm, O’na âsi olmam, O ise bana yardım eder…» buyurdu.
Yine, Resûlullah (s.a.v.)’in, gelen haberler üzerine Kureyş ile konuşsun diye Hz. Osman’ı gönderirken yaptığı tavsiyede de bunu açıkça görebilirsiniz. Hani ona; Mekke’de kadın – erkek her müslü-manın yanma uğramasını emretmiş, o da, onların yanına gidip fetih müjdesi vermiş; Allah’ın dinini Mekke’ye hâkim kılacağını, artık orada kimsenin dinini, imanını gizlemesine mahal kalmayacağını haber vermişti.
O demlerde Resûlullah (s.a.v.)’m beşer idrâkini ve kıyas gücünü aşan tutum ve mevkii karşısında, müslumanlarm şaşkınlığını, zihinlerinin kamaşmasırîı da çok görmemeli. Çünkü bu hâl çabucak geçmiş: Resûlullah onlara, hemen sulh işlemi biter bitmez nazil olan Fetih süresini okuyuvennce; sıkıntıları kaybolup, müphem durum açıklık kazanmıştı. Ve sahâbe-i kiram (r.a.) bunca ağır şartlan yüklenişlerinin aynen zafer olduğunu açıkça görmüştü. Müşrikler ise, izzetlerini koruduklarını sanadursun, aklanmışlardı… Kudret ve galibiyet gibi gözüken hâl aslında onların kahrı demekti. Ve bunun ardından da Resûlullah ve mü’minlere, artık hiçbir aklın ve idrâkin görmezlikten gelemiyeceği büyük zafer ortaya çıkmıştı.
Şimdi, Muhammed (s.a.v.)’in, nübüvvetine bundan mükemmel ve açık bir delil ve isbat var mıdır, istidlal ve isbatlar içinde?
îşin başında, Süheyl bin Amr’ın Resülulîah’a kabul ettirdiğini sandıkları bazı şartlardan ötürü onun tutumu mü’minleri bunaltmıştı âdeta. Meselâ: «Kureyş’ten bir kişi velisinin izni olmadan Mu-hammed’e gelirse onu iade edecek» maddesi böyle. Ve hele, Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebü Cendel, Kureyş’ten kaçıp zincirlerini sürükleyerek o anda çıkıp gelmesi onları âdeta çatlayacak hale sokmuştu. Çünkü, onun babası o esnada eteklerini toplayarak kalktı, ona doğru yürüdü ve: «Yâ Muhammed, bu sana gelmeden aramızdaki anlaşma kesinleşmiş oldu değil mı?» dedi. Resûlullah ise: «Doğrudur» buyurdu. Adam bunun üzerine oğlunu tutup çekelemeye ve Kureyş’e
teslim etmeye teşebbüs etti. Ebû Cendel ise: «Müslüman cemaat, beni müşriklere, dinimden çevirmeleri için mi teslim ediyorsunuz?» diye feryad ediyordu. Resûlullah (s.av.) ise; «Ebû Cendel! Sabret ve inan ki; Allah, sen ve senin gibi ezilmişlere en yakın zamanda bir fırsat ve çıkış verecektir. Biz şu an hasımlarımıza ahid verdik, hıyanet edemeyiz» buyurdu.
İşte bu manzarayı tüm” sahabe seyrediyordu. Bu yüzden çok ağır bir izzet-i nefs çilesine batmışlardı… Fakat, bunu hangi durumlar izledi? Evet, Medine’ye dönünce, Resûlullah (s.a.v.)’a başka biri geldi. İsmi Ebû Basir. Kureyş’tendi, müslüman olmuştu. Kureyşliler, onu teslim almak için iki adam gönderdiler. Resûlullah onu adamlara teslim etti. Adamlar onu Zülhuleyfe’ye kadar götürdüler. Fakat Ebû Basîr onları gafil avlayıp muhafızlardan birinin kılıcını alıp onu öldürdü, öbürü de kaçtı. Ve Ebû Basîr tekrar Resûlullah’a gelip: Ey Allah’ın Nebisi, vallahi Cenâb-ı Hak senin sorumluluğunu kaldırdı. Çünkü sen beni onlara teslim etmiştin, fakat Allah beni kurtardı. Sonra ayrılıp sahil yolunda Ebû Cendel ile karşılaştı, ikisi anlaşıp oraya bir karargâh kurdular. Böylece orası Mekke’den kaçan müslü-manlar için üs haline geldi. Artık Mekke’den kim müslüman olursa gelip, Ebû Basir ve arkadaşlarına iltihak ediyor ve Kureyş’in Şam’a, gidecek bütün kervanlarının önünü kesiyor, yağma ediyorlardı. Nihayet Kureyş çıkış yolu bulamadı-, Resûlullah’a elçi göndererek, bu tâifen’n ordan alınmasını isteyip kendilerine katılmasına razı olduklarını bildirdiler. Onlar da topyekûn Medine’ye döndüler.[3][14]
Mekke fethedildiğinde de babasına şefaati olan işte bu Ebû Cendel idi. Allah ondan razı olsun. Yemâme harbinde şehâdetine kadar yaşadı[4][15].
Resûlullah (s.a.v.)’ın ümmeti de işte böylece o bunalımdan kurtuldu, îlâhi hikmet ve nübüvvet-i Muhammediye’ye olan imanları da bir kat daha güçlendi. Sahîh-i Buhârî’de rivayet edildiğine göre; Sehl bin Said (r.a.)’in Sıffîn günü söyledikleri şuydu: «İnsanlar, nefsinize hâkim olun. Ben, Ebû Cendel’in iade edildiği gün, kudretim olsa, Resûlullah’ın verdiği hükmü muhakkak reddederdim. Halbuki haklı olan O (s.a.v.î idi…»
Biz şimdi bir kere daha tekrar eder ve deriz ki: Muhammed (s. a.v.) rin peygamberliğini, bundan daha açık ve mükemmel isbat edecek bir delil var mı? [5][16]
Yine O Müthiş Hikmetlerden Biri:
Cenâb-ı Hak bu tecelli ile, Nebisine Mekke fethini rahmet ve barış fethi olarak nasib etmek dileğini gösterdi. Savaş ve kahramanlık yerine, halkın kitleler halinde, Allah’ın nizamına koşmasını sağlayan biçimde fetih. Ona vaktiyle işkence edip, yurdundan sürenlerin bile kabul ve teslimi şeref bildiği biçimde… Onlar banş için ona gelip boyun eğiyor, mü’minler ve muvahhid olarak teslim oluyorlar. Bu başlangıcın dışındaki Kureyş de onu bütün safiyetiyle tanıma imkânı ve nefs muhasebesi, iç dünyasını tahlile yol buluyor. Bunun yanında da, Resûlullah (s.a.v.)’m arkadaşlarıyla birlikte bu sulhun başı ve sonuçlarından ibret alıyor; böylece de, artık bundan daha hak din ve uygulamanın olmadığında fikirleri karar kılıyor.
Yeri gelince tafsilâtını göreceğiniz gibi, durum budur. [6][17]
Buradan Çıkarılacak Hükümler
Hudeybiye barışına ilişkin, ilâhi ahkâmı kasdediyoruz. G«rçi bu hususta çok işaret ve delâlet var ve çok sayıda hüküm bununla ilgilidir. Ama biz şurada bir hulâsa verelim:
1- Savaş dışında, gayri mü si imlerden yardım te’mini:
Diyebiliriz ki; müşrik olduğu halde, Bişr bin Süfyân’ı, Kureyş’-ten haber getirmek üzere Resûlullah’ın göndermiş olması bu tür bir şeydir. Yukarıda z’krettiğimiz gibi, burada, gayr-i müslim ile yardımlaşma; yardım alan şahsın durumu, hâl ve şartlarla bağlıdır. (Bu görüşümüzü te’yid eder bu olay). Yâni, emin olunursa, bir haksızlığa ve oyuna mâruz kalma tehlikesi yoksa bu tür yardımlaşma caiz, aksi halde değildir.
Nitekim her durumuyla tesbit edilen; Resûlullah’ın hangi hâl ve şartta olursa olsun, savaş dışında gayr-i müslimlerden yardım kabul etmiş olduğudur. Düşmanın durumunu öğrenmek için gözcü ve haberci tutmak, silâh almak gibi.
Bu durumda, öyle görülüyor ki; sulh halinde gayr-i müslimlerle yardımlaşma ile savaş halindeki yardım alma benzerlik arzeder, caiz olur.
2- İslâmî şûranın mahiyeti:
Resûlullah (s.a.v.)’ın genel mânâdaki uygulamalarından, şûranın meşru olduğu ve başkasının da bu usulü uygulamasının zarurî olduğu anlaşılmaktadır. Resûlullah’ın buradaki uygulamasına gelinçe; şûranın mahiyet ve tabiatına, meşru kılınışının hikmetine ışık tutmakta. Yâni, İslâm şeriatında şûra meşrudur, ama bağlayıcı değildir. Hikmeti ise, müslümanlarm kabulleneceği (geçerli bir) hükmü elde etmektir. Ve yine bir kısmının gördüğü, bir kısmının göremediği maslahatı da araştırıp, göstererek gönüllerini tatmin etmektedir. Başkana gelince; kendisini tatmin edici bir fikri görürse ve aynı zamanda bu görüş, îslâm şeriat ve ahkâmına uygun düşüyorsa alır. Aksi halde ise, Kitab’ın, Sünnet’in ve ümmetin icmâına ters düşmeyecek bir görüşü almakta serbest kalır.
Hudeybiye’de de Resûullah (s.a.v.)’ın ashâbıyla istişarede bulunduğunu gördük. Nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in işaretinden de bunu anlarız. Diyor ki; «Sen Allah’ın Resûlü’sün. Beyt’i ziyaret niyye-tiyle çıktın. O halde yürü, karşımıza çıkıp engel olan olursa biz de savaşırız…»
Ve Resûlullah (s.a.v.) baştan buna muvafakat ediyor ve devesinin direnmesine kadar da, Mekke’ye doğru ilerliyorlar. O anda ise, hayvanın menedildiğine kanaat etti ve kendisine daha önce teklif edilen görüşü bırakıp şunu ilân etti: «Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun; Kureyş benden, Allah’ın hareminde işlenmesini yasakladığı hariç hangi şeyi taleb ederlerse onu yerine getireceğim. Ve o anda Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in görüşüyle başlatılan hareket barış anlaşmasına dönüşmüş oldu. Hiçbir fertle de istişare edilmeksizin, müşriklerin tekliflerine uygun barış yapıldı. Hattâ buna razı olmayan, mes’eleyi çok ağır (ve onur kırıcı olarak) niteleyenlere aldırış bile edilmediğini yukarıda gördünüz.
Yine Şûra mes’eîesi; bugün Kitab, Sünnet ve icmâ-i Ümmet diye bildiğimiz, «Vahy»’in dışındadır veya öncedir. Nitekim Şûra görüş bildirme ve görüş almayı ifade eder. İlzam ve mecburî tasdik sözko-nusu değildir!
3- Resûlullah’ın eserinden bereket ve hayır umma:
Hatırlatalım, Urve bin Mes’ûd, Resûlullah’ın ashabını (Hudey-biye mevkiinde) gözleriyle takib ediyor ve sonunda şunu ifade ediyordu: «Vallahi o gün Resûlullahın ağzından çıkan bir tükrük zerresi ashâbdan birinin eline isabet etti de, adam onu yüzüne gözüne sürüp bereketini umuyordu. O ne emretse herkes yarışırcasına o işe koşuyordu. Abdest alacak olunca da yine bütün sahabe ona abdestte yardım için âdeta birbiriyle harbediyordu… O’nunla konuşurken alçak sesle konuşuyorlar, aşırı saygılarından ötürü onun yüzüne dikkatle bakamıyorîardı…»
İşte burada, çok açık ve kesin bir ifade var: Urve bin Mes’ûd, Sahâbe-i Kiram (r.a)’m Resûlullah (s.a.v.)’a ne büyüfec sevgi ve saygı gösterdiğini anlatırken; her müslümanın da aynı saygı ve muhabbet üzere olması gerektiğine kesin delil ortaya koymuş oluyor.
Bu ilk olarak Resûlullah’a sevgisi olmayanın imanının da sahih olmıyacağına dair açık delildir. Ve bu sevginin de sadece (aklî izah) akılcı bir tutumla olamıyacağı besbellidir. Ona sevgi, ancak Urve bin Mes’ûd’un sahabeyi tasvir ettiği (sahabede gördüğü) gibi kalbe sirayet eden ve sahibini ona rapteden bir kalbi (ve hissi) sevgi halini almasıyla gerçekçi olur. ikinci olarak da: Resûlullah’m bir eseriyle teberrükün meşru ve mendûb olduğuna delâlet vardır. Nitekim, sahâbe-i kiram (r.a.)’m, Resûlullah’m saçlarını teberrüken aldıklarına dair sahih ve sabit hadisler geçmiştir. Saçla birlikte teri, abdest suyu, tükürüğü ve su içtiği bardağı da zikredilir. Bu cinsten hadisleri yukarıda zikretmiştik[7][18].
Birşeyi teberrük, onun vasıtasıyla ve o vesileyle bir hayra ulaşmanın beklendiği bilindiğine göre; Resûlullah (s.a.y.)’ın eseriyle tevessül de, ona yaklaşma (ondan hayır istemeîdir ve meşru bir iştir… Belki kendi zatıyla tevessül daha fazla birşeydir. Yine bunun hayatında olmasıyla, vefatından sonrası arasında da hiçbir fark yoktur. Yâni O’nun (s.a.v) eseri ve emanetleri, hayatına münhasır değildir. Hayatında ve mematında onlarla, tevessül ve teberrük aynı şeydiç. Nitekim sahabe onun saçlarını saklamış, ölümünden sonra da tevessülde bulunmuşlardır. Bu husus, -Sahih-i Buhâri’nin Bâb-ı Şeyb-i Resûlullah» bahsinde vardır.
Bununla beraber Resûlullah (s.a v.)’a sevginin ne olduğunu akıllan kavramayan bazı zümreler, o öldükten sonra artık ona tevessülü uygun görmemek tel er.
Böylece de sapıtmışlar. Delil olarak da Nebi (s.a.v.)’nin vefatı ile beraber te’sirinin kesildiğine, binâenaleyh ona tevessülün boş ve faydasız birşeye tevessül olacağı kanaatına varmışlardır.
Halbuki yukarıda görüldüğü gibi durum, onların garib bir cehalet içinde olduklarını isbat eder. Meselâ soralım, Resûlullah’m sağ iken herhangi birşeye zâtı ile te’siri var mıydı? Eğer var idiyse, o zaman vefatından sonra da etkisinin olup olmadığından bahsedebiliriz. Aziz ve Celîl olan Allah’tan başkasına herhangi bir müslümanın’eşyada zâti bir te’siri olduğunu iddia etmesi mümkün değildir. Ve bunun hilâfına itikad ise icmâ-ı ümmeti toptan reddetmektir.
O halde Resûlullah’ın kendisiyle veya eserine tevessül ve teber-rükün dayanağına gelince; O’na hiçbir zaman te’sir isnat etmez, ne-ûzübillâh ancak dayanağımız Resûlullah’ın Allah indinde ve mutlak mânâda mahlûkatın en efdali olmasıdır. Aynı zamanda kullar için rahmet olarak gönderilmiş olması onun Allah’a yakınlığı, Allah’ın en büyük rahmetine müstehak olması dolayısıyla ona tevessül edilir. îşte bundan dolayıdır âmânın ona tevessül etmesiyle Ce-nâb-ı Hakk’ın âmâya görme kudretini iade etmesi…[8][19] işte bu mânâda sahabe onun eser ve artıklarına tevessül ediyor ve o da bunu men etmiyordu. Nitekim bu kitapta salâh ve takva ehlinden ve ehl-i beytten yağmur duası ve benzeri hususlarda şefaat bekleme hususu açıklanmıştı Ve bunlar imamların ve fakihlerin cumhurunun görüşüdür. Meselâ; Şevkâni, îbn Kudâme, San’ani bunlar arasındadır.[9][20]
Hayatı ile öldükten sonraki durumun farkına gelince: Bu çok karışık ve kasten karıştırılmış bir durum. Buna ve böyle bir bahse hiç de sebeb yok…
Son olarak şunu da belirtelim ki yukarıda bahsedilenlerden de anlaşıldığı üzere bu şekilde tevessül ve teberrük sadece Allah Rasulune s.a.s. hastır. Ondan başkasına tevessül veya teberrük yapılamaz. Böyle bir uygulamaya en hayırlı üç nesilde (sahabe, tabiin, tebe-i tabiin) rastlanmamıştır.
Duayla tevessül caizdir. Nitekim Hz. Ömer r.a. Hz. Abbas’ın duasıyla tevessül etmiştir.
4- Oturan adamın yanında ayakta dikilmenin hükmü
Geçen bahislerde görüldü ki; Muğîre b. Şu’be (r.a.), Resûlullah’ın başucunda silâhlı olarak ayakta duruyordu. Ve her seferinde; Urve bin Mes’ûd elini Resûlullah’m sakalına uzattıkça, kılıcın kınıyla adamın eline vuruyor ve, «Çek elini Resûlullah’m yüzünden» diyordu. Halbuki, Beni Kurayza gazvesinden behseden hadisi açıklarken, oturan bir kimsenin başucunda dikilmenin meşru olmadığım görmüştük. Çünkü bu iş yabancıların (gayr-i müslim) âdeti olup birbirlerine ta’zim gösterisinden ibaretti. Ve îslâm yasaklamıştı. Nitekim bunu Resûlullah «temessül» adı altında yasaklıyordu: (Kim halkın kendisini putlaştırırcasına ayakta durmasını isterse cehennemdeki yerine hazırlansın). Peki bu iki mes’ele arasındaki çelişki nası! halledilecektir?
El-Cevab: Bu, umumî yasakdan müstesnadır. Ve bu özel bir durumdur. Yâni düşmandan elçiler gelirken îmam veya Halife’nin huzurunda bekçi veya askerlerin nöbet tutmasında beis yoktur. Bu İslâm’ın izzeti ve imamın büyüklüğünü gösterdiği gibi; herhangi bir suikast tehlikesine karşı da tedbirdir[10][21]. Fakat umumî ahvalde ise bu tevhid akidesine İslâm’ın gereğine muhalifdir. Zaruret olmadıkça yapılmamalıdır.
Bu mes’ele, Uhud gazvesinde Ebû Dücâne’den bahseden hadisin durumuna benziyor: Biz orada demiştik ki; yürürken her türlü tekebbür ve tecebbür şer’an yasaktır. Fakat savaş halinde caizdir. Çünkü Resûlullah, Ebû Dücâne’nin yürüyüşünden bahsederken; «Allah bu türlü yürüyüşten hoşlanmaz, fakat şu şartlarda ve şuradaki müstesna» diyor.
5 – Müslümanlar ile düşmanlar arasında bansın caiz olduğu:
Ulema ve müctehidler Hudeybiye barışından müslüman ile Ehl-i harb düşmanı arasında belli müddet ile barış imzalamanın caiz olduğunu çıkarmışlardır. Bu da tazminat alarak veya tazminatsız olmuş hepsi eşittir. Tazminatsızına gelince, bu birincisine kıyasla olur denmiştir. Çünkü, tazminatsız mütareke caiz olunca, tazminathsı çok daha mâkul olarak caiz olur…
Ama barış, müslümanların maddi tazminat vermesi ile olacaksa, bu caiz değildir. Cumhur bu görüştedir Çünkü bunda küçük düşme vardır. Üstelik kıtab ve sünnette bunun caiz olacağına dair bir delil yoktur. Ancak, zaruretler gerekli kılarsa caiz demişler ki; bu da ancak, müslümanların topyekûıı helak olması veya esir düşmesi endişesi varsa caiz olabilir. Tıpkı esirin mal ile nefsini kurtarması gibi…
6- Şafiî, Ahmed (r.a.) gibi birçok imam, bu tür barışın ancak muvakkat bir zaman için olabileceği kanaaUna varmışlardır. Ve bu da en uzun sure olarak, on yılı aşamaz. Çunku Resûlullah (s.a.v.) Hudeybiye’de Kureyş ile ancak bu kadar sene için anlaşmıştı.
7- Mütareke imzalamanın şartları da bâtıl ve sahih olarak iki kısım oluyor:
Sahih şart, Kitabullah ve sünnet-i Resûl’deki nasslara ters düşmeyen şartlardır. Bu, ya müslümanlara ödenecek bir malın şart koşulması veya ihtiyaç anında onlara yardımda bulunulması şeklinde onların aleyhine olur. Ya da onlara, gelip müslüman olduğunu bildiren veya emân dileyen kişinin geri çevrilmesi şeklinde ve gayr-i müslimin lehine olmuş olur.
Bu son şart şeklini imamlar mutlak olarak sahih görürken, Şâfii (r.a.) buna muhalefet eder ve bunun için de (geri çevrilecek kişinin) küffâr içinde koruyucu yakınları bulunmasını şart olarak görür. Bunu da Resûlullah (s.a.v.)’ın, Hudeybiye’de Kureyş’e muvafakat verişindeki. duruma bağlar[11][22].
Bâtıl şartlara gelince bu, şeriatın sabit olan ahkâmına muânz olan herşeydir. tşte, kadın müslümanı onlara iade veya mehirlerini iade böyle olduğu gibi; müslümanın silâhını veya mallarını müşriklere teslim etmesi de böyledir. Buna dayanak ve delil ise; Resûlullah (s.a.v.)’ın müslüman olup da Medine’ye kaçıp gelen kadınları iade etmemesi, Ku’an’ın bunu sarih olarak yasmam asıdır ki; bahsin başında geçti.
Ama diyebilirsiniz ki; peki Resûlullah (s.a.v.) verdiği kesin söze ters davranmış olmadı mı böylece? Hani o ahid, Mekke’den gelecek her müslümanın çevrilmesi demekti!.. Cevabımız şudur: Bu kadınlar için bir nass teşkil etmezdi. Hattâ sadece erkekleri içine aldığı da büyük ihtimaldi. Hepsi bir yana, yukarıdan beri gördünüz ki; Resûlullah (s.a.v.)’in tasarrufları, hükmî, şer’î kuvvetini ancak Kitab sükût geçince veya onu te’kid edince kazanırdı. Burada ise barışın hemen çoğunu ikrar ve tasvib ettiği halde, kadınların küf-fâra teslimini reddetmiştir. Bu ise artık; anlaşmanın şartlan arana bunun (vahye uygun) şekilde girmesinin zaruri olduğunu gösterir.
[1][12] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 336.
[2][13] Feth sûresi, âyet: 26.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 336-338.
[3][14] Yukarıda geçen Buhârl hadîsinin devamıdır.
[4][15] Bak: el-tsâbe: 4/24.
[5][16] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 338-340.
[6][17] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 341.
[7][18] Bak: Sahife: 197-198.
[8][19] Resûlullah (s.a.v.)’a âmânın tevessülüne ve ona görmesinin İade edilişine dair hadis sahîhdir. Tfrmizi, Nesâî, Beyhakî ve ötekiler, Osman b. Hanîf (r.a.)’-den nakletmişlerdir: Âmâ bir kişi Resûlullah’a geldi. O mecllsde oturuyordu. Adam gözlerinin kör olduğundan yakındı, O da sabrı tavsiye etti. Adam yardımcısının olmayışı yüzünden âmâlığın çok zor olduğunu söyledi. Bunun üzerine: «öyleyse İbriği getir. Abdest al, İki rek’at namaz kıl ve şöyle dua et: Yâ Rabbl, sana yöneldim. Rahmet peygamberi olan Muhammed’ln vasıtasıyla. Yâ Muhammed, ben senin vasıtanla Rabblme yöneldim. Benim İhtiyacımı yerine getirsin diye. Yâ Rabbl, onu bana yardımcı kıl» diye emretti. Bâzı rivayete göre de: Eğer ihtiyacın varsa bu şekilde temessül et, fazlalığı vardır. Osman İbn Hânif diyor ki: Vallahi adam daha meclisden çıkar çıkmaz yanımıza girdiğinde gözleri görmeye başlamıştı.
[9][20] Bu kitabın 88. sayfasına bak.
[10][21] Bak: Za”dU’l-Meâd 2/114.
[11][22] Mütareke konusunun tafsilâtı için : Muğni’I-Muhtâc: 4/260; İbn Kudâme’nin, Mugni: 9/29, Hidâye: 2/103 ile BidâyettH-MÜctehid: 1/374’e bakılmalı.