sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

ŞEHİD SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA MÜ’MİN SURESİ 60. AYET

05.10.2018
651
A+
A-

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

 

60- Rabbiniz buyurdu ki: “Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir.

Duanın da kendisine özgü bir kuralı vardır. Bunlara uyulması gerekir. Bir kere insan samimi bir yürekle Allah’a yönelmelidir. Duasına karşılık verileceğine tam güvenmelidir. Fakat bu karşılığın herhangi bir şeklini öngörmemelidir. Herhangi bir yer veya zaman tayin etmemelidir. Zira bu türden bir ön şart ileri sürmek dileğin adabına uygun düşmez. İnsan, dua için Allah’a yönelmenin dahi Allah’tan bir yardım olduğuna ve duasına karşılık verilmesinin ise ayrı bir lütuf olduğuna inanmalıdır. Hz. Ömer (Allah O’ndan razı olsun) şöyle diyordu:

“Ben duanın kabul edilmesi arzusunu değil, sadece duanın arzusunu taşırım yüreğimde. Çünkü bana gerçekten güzel bir dua nasib olduğunda peşinden kabul edilişinin de geleceğinden eminim.” Bu söz gerçekten Allah’ı tanıyan irfan sahibi bir kalbin sözüdür. Bu kalb, yüce Allah’ın kabul etmeyi takdir ettiğinde onunla birlikte dua etmeyi de takdir ettiğini anlamaktadır. Allah denk düşürdüğünde dua ile kabul edilişinin birbirine uygun, birbiriyle uyumlu hale geleceğini kavramaktadır.

Allah’a yönelmeyi onurlarına yedirmeyenlerin gerçek cezası aşağılanmış, horlanmış bïr biçimde cehenneme sürülmeleridir. İşte bu küçücük dünyada ve bu basit hayatta kalpleri ve göğüsleri kabartan, Allah’ın muazzam yaratıklarını buna ilave olarak yüce Allah’ın ululuğunu, büyüklüğünü ve geleceğinde hiçbir kuşku bulunmayan ahireti unutturan kibrin, üstünlük taslamanın sonu budur. Bu hareket, bir süre kabardıktan ve büyüklük tasladıktan sonra insanın ahirette uğrayacağı zillet durumunu da ona unutturmaktadır.

Allah’a tapmayı onurlarına yedirmeyenlerden söz edildikten sonra yüce Allah’ın insanlara verdiği bazı nimetleri göz önüne sermeye başlıyor. Allah’ın ululuğunu, yüceliğini gösteren ve onların bunlara karşı Allah’a şükretmedikleri nimetlerden söz ediyor. Onlar bu nimetlere rağmen Allah’a tapmaktan ve O’na yönelmekten burun kıvırmaktadırlar.

Gece ve gündüz kainatın önemli iki olayıdır. Yer ve gök de evrenin içinde iki varlıktır. Bunlar yüce Allah’ın insana güzel bir şekil vermesi, onları tertemiz rızıklarla beslemesi ile birlikte anlatılıyor. Bunların hepsi yüce Allah’ın insanlara verdiği nimetler ve lütuflar sadedinde, Allah’ın birliği ve dini yalnız O’na has kılma konusunda gündeme getirilmektedir. Bu da, söz konusu olayların, yaratıkların ve olguların arasında bir bağ bulunduğunu, onların sağlam bir biçimde birbirlerine bağlı olduklarını, bunların hepsini geniş çerçeveleriyle düşünmenin, bunlar arasındaki bağı ve uyumu göz önünde bulundurmanın zorunlu olduğunu göstermektedir.

Bu yeryüzünde hayatın varlığına, gelişmesine ve ilerlemesine zemin hazırlayan, bildiğimiz şekildeki insan hayatının varlığına izin veren, bu insan dediğimiz varlığının ve fıtratının ihtiyaçlarına uygun şartlar oluşturan temel faktör, bu evrenin yapısının Allah’ın kendisi için belirlediği anayasaya uygun hareket etmesidir. Geceyi insan için yerleşme, rahat etme ve toplanma, gündüzü ise aydınlık, görmesi ve hareket etmesi için yardımcı kılan, yeryüzünü hayat ve hareket için güzel bir yerleşim alanı göğü ise, dağılmayan, yıkılmayan oranları ve boyutları birbirine karışmayan birbirine kenetlenmiş bir bina yapan da kainatın bağlı olduğu bu anayasadır. Eğer göğün yapısını oluşturan oranlar ve boyutlar karışacak olsa, bu yeryüzünde insanın varlığı hatta hayatın varlığı dahi imkansız hale gelirdi. Tertemiz rızıkların yerden çıkmasını ve gökten inmesine müsaade edip yüce Allah’ın şekil verdiği ve ona en güzel şekli verdiği, ona bu evrenin yapısıyla uyum sağlayan özellikler ve yetenekler bahşettiği böylece bu koca varlığa bağlı olarak ve içinde bulunduğu şartlara uyum sağlayarak yaşamasını garanti ettiği insanın bu nimetlerden yararlanmasını temin eden de yine bu anayasadır.

Görüldüğü gibi bu olayların hepsi birbirine bağlı ve birbiriyle uyum içindedir. Bu nedenle Kur’an onların hepsini bu karşılıklı uyum içinde bir yerde anlatmaktadır ve onların hepsinden yaratıcının birliğine ilişkin kesin delilini çıkarmaktadır. Bunların ışığı altında insanın kalbini yalnız Allah’a çağırmaya, samimi bir şekilde onun dinine sarılmaya doğru yöneltmektedir. “Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun” diye haykırmaktadır. Bütün bu varlıkları eşsiz bir uyumla yoktan var eden ve onlara şekil verenin ancak ilah olmaya layık olduğunu bunun da Allah olduğunu, alemlerin Rabbi olduğunu belirtmektedir. Böyleyken insanlar nasıl olur da bu apaçık gerçekten yüz çevirirler?

Burada bu evrenin özündeki bağlılıkların bazı yönlerine ve insanın hayatı ile ilişkilerine kısaca bir göz atmak istiyoruz. Allah’ın kitabında yer alan bu özlü işarete paralel düşen kısa işaretlerde bulunacağız.

“Eğer dünya, güneş karşısında kendi ekseni etrafında dönmeseydi gece ve gündüz meydana gelmezdi.”

“Eğer dün a kendi ekseni etrafında şu anki hızından daha hızlı dönseydi evler havaya savrulur, yeryüzü darmadağın hale gelir uzaya saçılırdı.”

“Eğer dünya kendi ekseni etrafında şimdikinden daha yavaş dönseydi insanlar sıcaktan ve soğuktan kırılırlardı. Dünyanın kendi ekseni etrafında dönme hızı yani şu anda sürekli olarak devam eden hızı yeryüzünde yaşayan bitkilerin ve canlıların hayatı için kelimenin tam anlamı ile en uygun olan hızdır. “Eğer dünya kendi ekseni etrafında dönmeseydi denizlerin ve okyanusların suyu boşalırdı:’

“Eğer dünyanın ekseni dik ve dünya merkezi güneş olan daire biçiminde bir yörüngede dönseydi ne olurdu? O zaman mevsimler kaybolur, insanlar yaz nedir, kış nedir, ilkbahar nedir, sonbahar nedir bilmezlerdi.

“Eğer yeryüzünün kabuğu şimdikinden birkaç karış daha kalın olsaydı karbonun ikinci oksidi oksijeni emer ve bitkilerin hayatının varlığı imkânsızlaşırdı. “Eğer hava tabakası bugün olduğundan daha yüksekte bulunsaydı hava dışında yanmakta olan ve saniyede altı mil ile kırk mil arasında değişen bir hızla seyretmekte olan milyonlarca alevlerin bazıları yerkürenin bütün parçalarına çarpar ve yanabilecek olan her şeyi yakabilirdi. Eğer bu meteorlar tabancanın kurşunu hızıyla seyretmiş olsalardı hepsi yere çakılırdı. O zamanda sonuç korkunç olurdu. İnsana gelince, onun kurşun hızının doksan katı hızla gelmekte olan küçük bir göktaşı ile çarpışması, doğal olarak onu sırf hızının sıcaklığıyla paranı parça ederdi.”

“Eğer havadaki oksijenin oranı yüzde 21 yerine yüzde 50 olsaydı dünyadaki yanabilecek her şey hemen alevlenebilirdi. Yıldırımdan saçan bir kıvılcımın bir ağaca isabet etmesiyle bütün bir orman adeta patlayarak alevlenecekti. Havadaki oksijenin oranı yüzde 10’a ve daha da aşağıya düşseydi belki hayat asırlar boyunca kendisini ona ayarlayabilirdi ama o zaman da insanın alışageldiği ateş gibi medeniyet kaynaklarından (etkenlerinden) çok azını elde edebilirdi.

Bu evrenin öz yapısında birbirine denk getirilmiş binlerce sistem vardır. Bunlardan herhangi biri az bir şey dengesini kaybetse hayat bildiğimiz şu şekliyle varlığını sürdüremez ve ortam insan hayatı için bu kadar uygun olmaz

İnsanın kendisine gelince, onun güzel yaratılışının bir yönü onun bütün canlılar arasında bu kadar eşsiz bir şekilde yaratılması, bütün görevlerini rahatlıkla ve dikkatli bir biçimde yerine getirmesi için gereken cihazlar ve organlarla mükemmel biçimde donatılması, kendi yapısı ile genel olan evrensel şartları arasında, bu evrensel ortamda olduğu gibi varlığını ve hareket etmesini sağlayan imkanların oluşturulması evet işte bunların hepsi onun güzel yaratılışının belgeleridir. Bunun da ötesinde insanın en büyük özelliği yeryüzünde halife olmasıdır. Halifeliğin başta gelen araçlarıyla donatılmış olmasıdır: Bunlar akıldır, şekillerin ve sebeplerin ötesiyle ruhani bağlar kurabilmektir.

Eğer biz insanın yapısındaki inceliğini parçalarının ve görevlerinin ahengini araştırma konusu yapsak ve bunların hepsini: “Size şekil verip de, şeklinizi güzel yapan” ayetinin kapsamında değerlendirsek, bu hayret verici ince yapıda yer aldığı için insanın her bir küçük organının ve hatta her hücresinin üzerinde durmak zorunda kalacaktık.

Bu hayret verici inceliğe bir örnek olarak insanın çenesini ve oraya yerleştirilen dişleri sırf mekanik yönden ele alıyoruz. Çene o kadar ince hesaplarla yapılmıştır ki diş etlerinde veya dilde milimetrenin onda biri kadar bir çıkıklık olma bu diş etlerini ve dili rahatsız eder. Normal dişlerde ve azı dişlerinde de bu büyüklükteki bir çıkıklık, karşısındaki dişe çarpar ve onu tahriş eder! Alt çene ile üst çene arasına sigara kağıdı gibi bir kağıt konulup çeneler kapandığında bu kağıt üzerinde kapanmanın izleri görülür. Çünkü bu iki çene öyle bir incelikte yapılmıştır ki, sigara kağıdı inceliğindeki bir şeyi dahi çiğneyebilir ve öğütebilir!

Ayrıca bu insan söz konusu olan bu yapısı ile bu evrende yaşasın diye donatılmıştır. İnsanın gözü, bu yeryüzünde görme vazifesini sağlayacak ışın dalgalarını alabilecek biçimde ayarlanmıştır. İnsanın kulağı, bu yeryüzünde işitme görevini sağlayacak ses dalgalarını alabilecek şekilde ayarlanmıştır. Bütün duyguları ve bütün iç organları hayatı için hazırlanan ortama uygun yaratılmıştır. Şartların değişmesi halinde, sınırlı da olsa, ona göre vaziyet alabilecek güçlerle donatılmıştır.

Şüphesiz ki insan bu ortam için yaratılmıştır. Bu ortamda yaşasın. Bu ortamda etkilensin. Bu ortamı etkilesin diye yaratılmıştır. Öz itibariyle bu ortamın yapısı ile insanın yapısı arasında köklü bağlar da vardır. İnsanın bu şekilde tasvir edilmesi onun ortamı ile yani yer ve gökle yakından ilgilidir. Onun içindir ki Kur’an insanın bu tasvirini yer ve göğü anlattığı ayetin devamında söz konusu etmektedir. Bu da Kur’an-ı Kerim’in eşsiz anlatım sanatının (i’cazının) bir parçasıdır.

Allah’ın sanatına ve bu sanatın gereği olarak evrenle insan arasında sağladığı uyuma ilişkin özlü olarak sergilediğimiz bu işaretler yeterlidir.

 

ELHAMDULİLLAHİRABBİLALEMİN

 

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.