sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB BAKIŞ AÇISIYLA BAKARA SURESİ 125 VE 129.AYETLER ARASI

SEYYİD KUTUB BAKIŞ AÇISIYLA BAKARA SURESİ 125 VE 129.AYETLER ARASI
15.06.2019
621
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

 

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

125- Hani Kâbe’yi insanlar için toplanma ve güven yeri yapmıştık. “İbrahim’in makamını (Kâbe’nin tümünü) namaz yeri edininiz” İbrahim ile İsmail’e; “Bu evimi ziyaretçiler, kendilerini ibadete adayanlar, rüku ve secde edenler için temiz tutun” diye emir vermiştik.

Bu Beytülharam’ın, yani Kâbe’nin denetim ve bakımını Kureyş kabilesinden bir heyet üzerine almıştı. Bunlar Müslümanlara zorbaca davranmışlar, onlara eziyet etmişler ve dinleri yüzünden baskı yapmışlar ve Müslümanlar da bu yüzden Kâbe çevresinden göç etmek zorunda kalmışlardı. Oysa yüce Allah buranın insanlar için güvenli bir toplantı yeri olmasını dilemişti. Burada toplanacak olan insanları hiç kimse korkutmayacak, aksine buraya gelen herkes can ve mal güvenliğine, dokunulmazlığına kavuşacaktı. Hatta burası somut bir güven, huzur ve barış merkezi olacaktı.

Burada, insanlara Hz. İbrahim’in (selâm üzerine olsun) makamını namaz yeri edinmeleri emrediliyor. -Bizim tercih ettiğimiz yoruma göre ayetteki “İbrahim’in makamı” Beytûllah’ın tümüne işarettir- Buna göre Beytûllah’ın Müslümanlara kıble yapılması hiçbir itiraza yol açmaması gereken tabiî bir şeydir. Burası Hz. İbrahim’in dosdoğru inanç ve Tevhid ilkesi mirasçıları olan Müslümanların yönelmiş oldukları ilk kıbledir. Çünkü orası Allah’ın evidir, hiç bir insanın özel evi değildir. Bu evin sahibi olan yüce Allah iki salih kuluna burayı “ziyaretçiler, kendilerini ibadete adayanlar, rüku ve secde edenler için” yani burayı ziyarete gelen hacılar, orayı uzun süreli ibadet yeri seçen yerli halk ile burada rükua varanlar ve secde edenler için temiz tutmalarını emrediyor. Görüldüğü gibi, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail -selâm üzerlerine olsun- bile bu evin sahibi değildirler ki, onların soyundan geleceklere miras kalması söz konusu olabilsin. Onlar sadece Rabblerinin emrinin gereği olarak burayı, ziyaretçilerin ve Allah’ın mümin kullarının kullanımına hazır tutmak üzere gözetim ve bakımını üstlenmiş kimselerdir.

 

126- Hani İbrahim; “Ey Rabbim, bu şehri güvenli bir yer kıl, halkından Allah a ve Ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle rızıklandır” dedi. Allah da; “Onlardan kâfir olanları ise kısa bir süre geçindirir, sonra Cehennem azabına katlanmak zorunda tutarım. Ne kötü akıbettir o!” buyurdu.

Hz. İbrahim’in bu duası, Beytullah’ın (Kâbe’nin) güvenli yer olma niteliğini ve fazilet ile iyiliğe mirasçı olmanın anlamını bir kere daha vurguluyor. Burada Hz. İbrahim’in, yüce Allah’ın bu ayetler demetinin ilkinde kendisine vermiş olduğu öğütten yararlandığım görüyoruz. Gerçekten O, yüce Allah’ın ?”Zalimler, asla benim bu taahhüdümün kapsamına giremezler” şeklindeki kesin ihtarının bilincine varmış, bu ihtardan gereken dersi almıştır. Bu bilincin sonucu olarak O, çekiniyor, istisnalı konuşuyor ve duasını “Onlardan Allah’a ve Ahiret gününe inananları” ifadesi ile asıl kastettikleri için sınırlı tutuyor.

Kuşku yok ki, O “içli, yumuşak huylu, itaatkâr ve istikametli” İbrahim’dir, Rabbinin kendisine öğrettiği edep kurallarının gereğini yerine getirmekte gecikmez. Buna göre dileğinde ve duasında bu kuralları titizlikle gözetir. Bunun üzerine onun ağzına almadığı öbür kesimin, yani “inanmayanlar” kesiminin durumunu ve acı akıbetlerini açıklayan Rabbinin cevabı gecikmeden geliveriyor.

“Allah da; ‘Onlardan kâfir olanları ise kısa bir süre geçindirir, sonra Cehennem azabına katlanmak zorunda tutarım, ne kötü bir akıbettir o!’ buyurdu.”

Bundan sonraki birkaç ayette Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in Beytullah’ı ziyaretçiler, sürekli ibadet edenler, rükûa varanlar ile secde edenler için temizleyip hazırlamaları konusunda yüce Allah’tan emir almalarının tablosu çiziliyor. Bu tablo o kadar somut bir biçimde gözlerimizin önüne getiriliyor ki, sanki şu anda onların ikisini de görüyor ve seslerini işitiyor gibi oluyoruz. Okuyalım.

 

127- Hani İbrahim ile İsmail, Kâbe’nin duvarlarını yükseltirlerken söyle dua etmişlerdi; “Ey Rabbimiz, yaptığımızı kabul et hiç şüphesiz sen her şeyi işiten ve bilensin.

128- Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibadet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz sen tevbelerin kabul edensin ve çok merhametlisin.

129- Ey Rabbimiz, içlerinden onlara senin ayetlerini okuyacak, Kitab’ı ve hikmeti öğretecek, kendilerini kötülüklerden arıtacak bir peygamber gönder. Hiç şüphesiz sen azizsin ve hikmet sahibisin.”

Ayetlere haber kipi ile başlanıyor. Tıpkı bir hikâye anlatır gibi. Tekrarlıyoruz:

“Hani İbrahim ile İsmail, Kâbe’nin duvarlarını yükseltiyorlardı.”

Biz hikâyenin gerisini beklerken ansızın Hz. İbrahim ile Hz. İsmail geçmişin perdesini yırtarak karşımıza çıkıyor, biz de onları hayalimizde canlandırarak değil, çıplak gözle görür gibi oluyoruz. Karşımıza dikilmişler, nerede ise yüce Allah’a yakaran seslerini duyacağız:

“Ey Rabbimiz, yaptığımız işi kabul et; hiç şüphesiz her şeyi işiten ve bilensin. Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibadet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz sen tevbelerin kabul edicisi ve çok merhametlisin.”

Burada dua namesi, dua musikisi, dua atmosferi, bunların tümü son derece somut biçimde karşımızda; sanki şu an oluyormuş gibi canlı, müşahhas ve hareketli durumda. Bu durum Kur’an-ı Kerim’in etkileyici üslubunun özelliklerinden biridir. Yani geçmişin karanlığına karışarak ortadan kaybolan manzaraları, sesleri işitilebilir, görülebilir, hareket edebilir, boşlukta yer kaplar ve nefes alıp-verir gibi somut tablolara dönüştürme özelliği. Bu elimizdeki ölümsüz Kitaba, yani Kur’an’a yaraşır, gerçek anlamda bir “Edebi Tasvir” özelliğidir.

Acaba duanın içeriği nedir? Bu içerik peygamberlik edebi, peygamberliğe yaraşır iman, şu evrende inancın değerini tam olarak kavramış peygamberi bir şuurdur. İşte Kur’an-ı Kerim’in, peygamberlerin varisleri olan mü’minlere öğretmek, kalplerinin ve duygularının derinliklerine yerleştirmek istediği bu edep, bu iman ve bu şuurdur. Tekrarlıyoruz:

“Ey Rabbimiz, yaptığımız bu işi kabul et; hiç şüphesiz sen her şeyi işiten ve bilensin.”

Burada dile gelen, kabul edilme isteğidir. Asıl amaç budur. Yapılan iş (Kâbe inşaatı) sırf Allah için yapılmış bir ameldir. Bu amel tam bir duyarlılık ve saygı içinde yüce Allah’a yönelmişliğin somut bir ifadesidir. Ardında yatan maksat ise Allah’ın hoşnutluğu ve kabulüdür. Kabul edileceği umudu ise yüce Allah’ın duaların işiticisi ve bu amelin arkasındaki niyetin ve şuurun iyi bilicisi olmasına dayandırılıyor. Devam ediyoruz:

“Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibadet yollarımızı göster ve tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz sen tevbelerin kabul edicisisin ve çok merhametlisin.”

Burada Hz. İbrahim ile Hz. İsmail, İslâm’a yöneltilmeleri konusunda Rabblerinin yardımını istediklerini, kalplerinin, yüce Allah’ın iki parmağı arasında olduğu gerçeğinin bilincinde olduklarını, hidayetin sadece Allah’tan olduğunu, kendilerinin bu konuda hiçbir irade ve güç sahibi olmadıklarını, yaptıkları şeyin yönelmek ve istemek olduğunu, kendilerine yardımcı olacak olanın yüce Allah olduğunu iyi bildiklerini dile getiriyorlar.

Sonra sözü Müslüman ümmetin önemli bir karakteristiğine; dayanışma, yani kuşaklar arasında inanç dayanışması karakteristiğine getirerek “Soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar” diye yakarıyorlar.

Bu dua cümlesi, önem verdiği şeyleri açığa vuruyor. Böyle bir kalbin ana meşgalesi ve birinci derecede önem verdiği şey, inanç meselesidir. Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in (selâm üzerlerine olsun) yüce Allah tarafından kendilerine bağışlanan nimetin, yani iman nimetinin değerinin bilincinde olmaları, onları, bu nimetin kendilerinden sonra da devam etmesini güçlü bir arzu ile istemeye, hiçbir dengi olmayan bu nimetten soylarının da yoksun kalmaması için Rabblerine dua etmeye sürüklüyor. Bu yüzden soylarını çeşitli ürünlerle beslesin diye yüce Allah’a dua ederken onları iman besininden de mahrum etmemesini, onlara ibadet yerlerini gösterip ibadet biçimlerini açıklamasını ve hem tevbelerinin kabul edicisi hem de merhametli olması hasebiyle tevbelerini kabul etmesini dilemeyi de unutmuyorlar.

Arkasından da yüce Allah’ın, soylarından gelecek sonraki kuşakları kılavuzsuz bırakmamasını dileyerek şöyle diyorlar:

“Ey Rabbimiz, onlara senin ayetlerini okuyacak, Kitab’ı ve Hikmeti öğretecek, kendilerini kötülüklerden arındıracak, aralarından bir peygamber gönder. Hiç şüphesiz sen Azizsin ve Hikmet sahibisin.”

Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in bu dualarının kabul edildiğinin göstergesi, yüzyıllar geçtikten sonra onların soyundan gelen bizim Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- gönderilmesidir. Peygamberimiz, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in dileklerine uygun olarak onların soylarından gelenlere ve bütün insanlara “Allah’ın ayetlerini okuyor, onlara Kitab’ı ve Hikmeti öğretiyor kendilerini kötülüklerin kirlerinden ve pisliklerinden arındırıyordu. Demek ki, kabul edilmeye lâyık görülen dua kabul ediliyor, fakat gerçekleşmesi, yüce Allah’ın hikmetine bağlı olarak belirlediği zaman diliminde oluyor. Oysa insanlar acelecidirler, istedikleri hemen olsun isterler. İstedikleri hemen olmayınca da usanırlar ve umutsuzluğa düşerler.

Bu dua, yahudiler ile Müslüman cemaat arasında süren çok yönlü ve amansız tartışmada ışık tutucu anlamlı bir ağırlığa sahiptir. Zira yüce Allah’ın kendilerine Kâbe’nin duvarlarını yükseltmeyi ve burayı ziyaretçiler, kendilerini ibadete adayanlar ve namaz kılanlar için temiz tutmalarını emrettiği Hz. İbrahim ile Hz. İsmail, Kureyşlilere göre bu mabedin asıl bakıcıları ve denetimcileri idiler. İşte Kâbe’nin bu iki asıl bekçisi ve bakıcısı açık bir dille şöyle diyor:

“Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle.”

“Soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar.”

“Ey Rabbimiz, içlerinden onlara senin ayetlerini okuyacak Kitabı ve Hikmeti öğretecek, kendilerini kötülüklerden arındıracak bir peygamber gönder.”

Hz. İbrahim ve Hz. İsmail bu sözleri ile, Müslüman ümmetin Hz. İbrahim’in önderlik konumunun ve Kâbe’nin varisi olduğunu açıkça belirtiyorlar. Böyle olunca Kâbe, Müslümanların kendisine yönelmeleri normal olan evleridir. Burası müşriklere değil, onlara yakın. Yine burası Müslümanlara yahudi ve hıristiyanların da yöneldikleri kıbleden daha uygundur.

Buna göre dinlerinin kaynağını Hz. İbrahim’e bağlayan ve bu varisliği doğru yol ve Cennet tekelciliği iddialarının dayanağı yapmak isteyen yahudi ve hıristiyanlar ile Hz. İsmail’in soyundan geldiklerini ileri süren Kureyşliler şunlara kulak versinler:

Hz. İbrahim, soyundan gelecek olanların kendisine mirasçı olmalarını ve insanlığa önder olma konumlarını sürdürmelerini dileyince yüce Allah kendisine “Zalimler, asla benim bu taahhüdümün kapsamına giremezler.” buyurdu. Yine Hz. İbrahim, beldesinin halkı için rızık ve bereket dilerken bu duasının kapsamına sadece “Allah’a ve Ahiret gününe inananları” almıştı. Hz. İbrahim ile Hz. İsmail, yüce Allah’ın emri üzerine Kâbe’nin yapımına giriştikleri ve onu ziyaretçilere temiz tutmayı üstlendikleri zaman kendilerinin Allah’a teslim olanlardan olmaları, soylarından kendisine teslim olmuş bir ümmet çıkarması ve soyuna kendilerinden olan bir peygamber göndermesi için Allah’a dua etmişlerdi. Allah da onların bu dualarını kabul ederek soylarından gelen Abdullah oğlu Hz. Muhammed’i (salât ve selâm üzerine olsun) peygamber olarak göndermiş ve O’nun elleri ile yüce Allah’ın emrine bağlı, Allah’ın dininin varisi olan İslâm ümmetini gerçekleştirmiştir.

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.