SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA ENFAL SURESİ 45. VE 49. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
45- Ey mü’minler, bir savaş birliği ile karşılaştığınızda direniniz, Allah’ı çok anınız ki, başarıya eresiniz.
46- Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ediniz. Aranızda tartışmaya, çekişmeye düşmeyiniz. Yoksa moraliniz bozulur, hızınız kaybolur. Sabrediniz. Çünkü Allah sabırlılar ile beraberdir.
47- Yurtlarından çalım satarak, halka gösteriş yaparak sefere çıkan ve insanları Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayınız. Şüphe yok ki, Allah onların bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatmıştır.
48- Hani şeytan onlara yaptıkları işleri güzel göstererek kendilerine “Bugün sizi hiçbir insan grubu yenemez, ben sizin arkanızdayım ” dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce, birdenbire geri dönerek, “Benim sizinle hiçbir ilgim yok, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah’tan korkarım, çünkü Allah’ın azabı ağırdır” dedi.
49- Hani münafıklar ile kalplerinde hastalık bulunanlar “Bu müslümanları dinleri şımartıp yanılgıya düşürdü”dediler. Oysa kim Allah’a dayanırsa bilsin ki Allah, üstün iradeli ve hikmet sahibidir.
Şu kısa cümlelerde, birçok anlam ve işaret, kural ve direktif, çok sayıda tablo ve sahne yoğunlaşmaktadır. Savaştan kimi bölümler, şu anda yaşanıyormuş gibi canlı bir şekilde gözler önüne getirilmektedir. Çeşitli düşünceler, duygular, vicdanlar ve sırlar teker teker ortaya çıkmaktadır. Şu kısacık cümlelerin içerdiği tüm bu konuları gereği gibi ifade etmek bundan kat kat fazlası imkânlara ihtiyaç duymaktadır.. Buna rağmen şu dehşet verici, şu eşsiz tasviri ifade etmek, yine de mümkün olmayacaktır.
EY MÜ’MİNLER DİRENİN
ALLAH’A İTAAT EDİN, BÜYÜKLENMEYİN
Surede sık sık tekrarlanan mü’min kitleye yönelik çağrılar zincirinin bir halkasıyla başlıyor ayetler. Onlara düşman .karşısında direnmeleri, zafer için gerekli psikolojik ve maddi hazırlığı yapmaları direktifi veriliyor:
“Ey mü’minler, bir savaş birliği ile karşılaştığınızda direniniz, Allah’ı çok anınız ki, başarıya eresiniz.”
“Allah’a ve peygamberine itaat ediniz. Aranızda tartışmaya, çekişmeye düşmeyiniz. Yoksa moraliniz bozulur, hızınız kaybolur. Sabrediniz, çünkü Allah sabırlılar ile beraberdir.”
“Yurtlarından çalım satarak, halka gösteriş yaparak sefere çıkan ve insanları Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayınız. Şüphe yok ki, Allah onların bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatmıştır.”
İşte zaferin gerçek etkenleri; düşmanla karşılaşılırken direnmek, Allah’ı sürekli anarak O’na bağlanmak, Allah’a ve peygamberine itaat etmek, çekişme ve tartışmadan uzak durmak, savaşın doğurduğu ağır zorluklara sabretmek, çalım satmaktan, gösterişten ve aşırılıktan kaçınmak…
Hiç kuşkusuz direnmek zaferin başlangıcıdır. İki taraftan kim daha fazla direnirse o kazanır. Mü’minler, düşmanlarının kendilerinden daha fazla zorluk içinde olduklarını, onların da kendileri gibi acı çektiklerini biliyorlar. Ne var ki, düşmanları mü’minlerin Allah’dan ümit ettikleri şeyi ummuyorlar. Ayaklarını ve gönüllerini dirençli kılacak bir destek beklentileri yok Allah’dan. Mü’minler biraz daha direnecek olurlarsa düşmanları az sonra bozguna uğrayıp dağılacaklardır. İki güzelliğe, yani şehitlik ve zafere sıkı sıkıya bağlı, bunlardan emin olan mü’minlerin ayakları sarsılır mı hiç? Herhangi bir şey dirençlerini kırabilir mi? Üstelik düşmanları sadece dünya hayatını istiyor, bu hayatın üzerine titriyor. Bu hayatın ötesinde bir arzuları ve bundan başka bir hayatları sözkonusu değildir.
Düşmanla karşılaşılırken Allah’ı çokca anmaya gelince; bu mü’minlere yönelik sürekli direktif ve mü’min kitlenin gönlünde yereden sistematik eğitimin gereğidir. Kur’an-ı Kerim tarih boyunca süregelen iman kervanında yeralan müslüman ümmetin tarihinden örnekler aktararak bu hususu anlatır.
Bu konuda Kur’an-ı Kerim’in anlattığı örneklerden biri, gönülleri aniden imana teslim olan, bu yüzden Firavun tarafından azgınca, korkutucu ve iğrenç bir şekilde tehdit edilen Firavun’un sihirbazlarının sözleridir:
“Sen ancak Rabbimizin ayetleri bize gelince inandık diye bizden öç alıyorsun. Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak al canımızı.” (A’raf, 126)
Calut’un ordusuyla karşılaşan İsrailoğulları’ndan sayıları az mü’min bir grubun söyledikleri de bu konuda örnek olarak yeralır Kur’an-ı Kerim’de: “Talut ve askerleri Calut ve ordusu ile karşılaştıklarında, “Ey Rabbimiz üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl, ve kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle” dediler. (Bakara, 250)
Tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün mü’min toplulukların savaş esnasında söyledikleri de Kur’an’da örnek olarak yeralır:
“Nice peygamber var ki, çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar ve boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever.” (Al-i İmran, 146)
Allah’ı anma bir ilke olarak yeretmiştir müslüman kitlenin gönlünde. Düşman karşısında Allah’ı çokca anmak müslüman kitlenin belirgin özelliğidir, yüce Allah daha sonraları “Uhut”da yenilmiş kitleden söz etmiştir. İkinci gün düşmanı takip etmeleri istenirse, bu prensip içlerinde hazır bulunuyordu.
“O kimseler ki, insanlar kendilerine “düşmanlarınız size saldırmak için yığınak yaptılar, onlardan korkmalısınız” dediklerinde, bu sözden imanlârı daha güçlenerek “Allah bize yeter, O ne güzel bir vekildir” dediler. (AI-i İmran, 173)
Düşmanla karşılaşılırken yüce Allah’ı anmak, birçok işlevi görür. Bir kere asla yenilmeyen bir güçle bağlantı kurmaktır Allah’ı anmak. Dostlarına her zaman yardım eden Allah’a güvenmektir. Bu aynı zamanda savaşı, nedenlerini ve sonuçlarını gerçek mahiyetiyle zihinde canlandırmayı sağlar. Çünkü savaş Allah içindir. O’nun ilahlığını yeryüzünde hakim kılmak ve bu ilahlığı gaspeden tağutları hayat sahnesinden kovmak içindir savaş. O halde bu, Allah’ın sözünün yücelmesi için yapılan bir savaştır, kişisel ya da ulusal egemenlik kurmak, ganimetler elde etmek, kişisel ya da ulusal üstünlük sağlamak için değil. Ayrıca bu, Allah’ı anma görevinin zor anlarda, en sıkıntılı durumlarda bile ne kadar önemsendiğini vurgulamaktadır. Bu ilahi direktifin içerdiği bu işaretler savaş alanında çok değerli işlevler görürler.
Allah ve Peygamber’e itaat etmelerine ilişkin buyruk ise, mü’minlerin daha baştan tüm varlıklarıyla Allah’a teslim olarak savaşa girişmeleri amacına yöneliktir. Böylece “Allah’a ve Peygamber’e itaat ediniz” buyruğundan sonra işaret edilen çekişmenin nedenleri ortadan kalkmış olur.
“Çekişmeye düşmeyiniz. Yoksa moraliniz bozulur, hızınız kaybolur.”
İnsanlar ancak birden fazla komuta ve direktif merkezine uymak durumuyla karşı karşıya kaldıklarında, görüş ve düşünceleri yönlendirici olarak insan arzusuna itaat ettiklerinde, çekişmeye düşerler. İnsanlar Allah’a ve Peygamberine teslim oldukları zaman -karşılaşılan soruna ilişkin olarak birbirinden farklı bakış açılarına sahip olsalar bile- aralarındaki çekişmenin en başta gelen sebebi ortadan kalkmış olur. Çünkü çekişmeye neden olan insanların farklı görüşlere sahip olmaları değildir. Gerçek ortaya çıktığı halde insanı, görüşünde ısrara sürükleyen ihtirastır, arzudur. Bu da, insanın kendi “şahsını” terazinin bir kefesine, “gerçeği” de bir kefesine koyması ve daha baştan “şahsını” tercih etmesidir. Savaşla karşı karşıyayken Allah’a ve Peygamber’e itaat etmeye ilişkin bu direktifin yeralması bu yüzdendir. Hiç kuşku yok ki, bu direktif, savaş esnasında son derece gerekli olan “kontrol” işlemlerinden biridir. Burada en yüce yol göstericilik, en üstün komuta merciine itaat sözkonusudur. Kitleye komutanlık eden kişiye itaat de bundan kaynaklanır. Bu, gönülden gelen derin bir itaattir. Allah için cihad etmeyen ve komutana olan bağlılığı Allah’a bağlılıktan kaynaklanmayan ordularda görülen askeri itaat gibi göstermelik bir disiplin değildir. Bu ikisinin arasındaki mesafe korkunçtur.
Sabır ise savaşa girişmek için gerekli olan bir sıfattır. Hangi savaş olursa olsun, ister insanın kendi içinde giriştiği savaş olsun, isterse muharebe meydanında düşmanla giriştiği savaş olsun, mutlaka sabretmek gerekmektedir: “Sabrediniz, çünkü Allah sabırlılar ile beraberdir.”
Allah’ın beraberliği, sabırlılar için başarının, düşmana üstünlük sağlamanın ve kurtuluşun garantisidir.
Son direktif de şudur:
“Yurtlarından çalım satarak, halka gösteriş yaparak sefere çıkan ve insanları Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayınız. Şüphe yok ki, Allah onların bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatmıştır.”
Bu direktif mü’min kitleyi sahip olduğu maddi güçle büyüklenerek, çalım satarak, azgınlaşarak savaşa çıkmaktan ve Allah’ın bahşettiği gücü onun istemediği biçimde kullanmaktan koruyor. Mü’min kitle ancak Allah yolunda savaşa çıkar. İnsanların hayatına Allah’ın ilahlığını egemen kılmak ve kulların sadece O’na kulluk yapmalarını sağlamak için çıkar. Mü’min kitle, yüce Allah’ın kulların sadece kendisine ibadet etmeleri hakkını gaspeden, Allah’ın izni ve hükmü dışında yeryüzünde hakimiyet kurmak suretiyle yeryüzünün ilahlığını elinde bulunduran tağutların gücünü kırmak, saltanatlarını başlarına yıkmak, egemenliklerini yerle bir etmek için savaşa çıkar. Tüm yeryüzü boyutunda insanın -insanlığını hiçe sayan, onurunu kıran, onu alçaltan- Allah’dan başkasına kulluk zilletinden kurtuluşunu ilan etmek için savaşa koşar. Mü’min, insanlığın saygınlığını, üstünlüğünü ve özgürlüğünü korumak için savaşa çıkar, insanlar üzerinde üstünlük sağlamak, onları kendine kul-köle yapmak, Allah’ın bahşettiği kuvvet nimetini böylesine iğrenç bir şekilde kullanarak azgınlaşmak ve şımarmak için değil. Savaşa ilişkin tüm kişisel çıkarlarından soyutlanarak koşar savaş meydanına. Allah’a itaat görevini yerine getirmenin O’nun cihad emrine olumlu karşılık vermenin, O’nun hayat sistemini uygulamanın, yeryüzü boyutunda O’nun sözünü yüceltmenin, bundan sonra da O’nun lütfunu ve hoşnutluğunu beklemenin dışında zafer ve galibiyet O’nu ilgilendirmez… Hatta savaştan sonra elde ettikleri ganimetler bile yüce Allah’ın onlara yönelik lütfunun eseridir.
Çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak savaşa çıkma tablosu mü’min kitlenin gözlerinin önündeydi. Bu tabloyu, Kureyş’in savaşa çıkış tarzında görüyorlardı. Nitekim bu şekilde çıkmanın sonucu da Kureyş’in şahsında somutlaşmıştı. O gün büyük bir kibir, üstünlük duygusuyla, Allah’a ve peygamber’e başkaldırarak ve büyüklük taslayarak çıkmış ama günün sonunda alçalmış, hüsrana uğramış, dağılmış ve büyük bir bozgun yaşamış olarak dönmüştü. Yüce Allah, fiilen yaşanmış belirtileri, henüz gözlerinin önünde duran bir olayı hatırlatıyordu mü’min kitleye:
“Yurtlarından çalım satarak, halka gösteriş yaparak sefere çıkan ve insanları Allah yolunda alıkoyanlar gibi olmayınız. Şüphe yok ki, Allah onların bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatmıştır.”
Çalım satmak, gösteriş yapmak ve insanları Allah’ın yolundan alıkoymak Ebu Cehil’in sözlerinde son derece belirgindir. Kervanı deniz sahiline yöneltip müslümanların tuzağından kurtulduktan sonra Ebu Süfyan Ebu Cehil’e bir elçi göndermiş, geri dönmelerini istemiş, çünkü Muhammed ve arkadaşlarıyla savaşmaları için bir gerekçelerinin kalmadığını bildirmişti. Kureyş ordusu her konaklamada şarkılar söyleyen cariyelerle ve çalgıcılarla sefere çıkmış, hayvanlar kesip eğleniyorlardı. O sırada Ebu Cehil elçiye şöyle demişti: “Allah’a andolsun ki, Bedir kuyularının başına varıp üç gün üç gece kalmadıkça, hayvanlar kesmedikçe, yemek yiyip, şarap içip, cariyeler bizim için şarkı söylemedikçe geri dönmeyiz. Böylece Araplar sonsuza kadar bizden korkar.” Elçi Ebu Cehil’in cevabını Ebu Süfyan’a ulaştırınca, Ebu Süfyan, “Vay kavmimin başına gelenler! Bu, Amr b. Hişam’ın (yani Ebu Cehil’in) işidir. Geri dönmek istemedi, çünkü halkın başına geçtikten beri azgınlaştı. Azgınlık ise eksikliktir, uğursuzluktur. Şayet Muhammed savaşçılarımızı yenerse, rezil oluruz” dedi. Ebu Süfyan’ın önsezisi doğru çıktı. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- savaşçılarını yendi. İnsanlara çalım satan, azgınlaşan, gösteriş yapan, insanları Allah’ın yoluna girmekten alıkoyan müşrikler rezil oldular. Hiç kuşku yok ki, Bedir onların belini kırmıştı.
“Allah onların bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatmıştır.”
Hiçbir durumlarını gözden kaçırmaz. Ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, O’nu etkisiz hale getiremezler. Allah onları ve yaptıklarını kuşatmış durumdadır.
ŞEYTAN VE MÜŞRİKLER
Ayetlerin akışı sürerken şeytanın müşrikleri aldatmasını ve rezil olmalarını, hüsrana uğramalarını, yenilip dağılmalarıyla sonuçlanan savaşa çıkmaları için onları kışkırtmasını tasvir ediyor:
“Hani şeytan onlara yaptıkları işleri güzel göstererek kendilerine `Bugün sizi hiçbir insan grubu yenemez, ben sizin yanınızdayım” dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce, birdenbire geri dönerek, “Benim sizinle hiçbir ilgim yok, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah’dan korkarım, çünkü Allah’ın azabı ağırdır; dedi.”
Bu ayet ve ayetin işaret ettiği olaya ilişkin olarak birçok rivayet vardır. Ne var ki, Malik’in “Muvatta” adlı eserinde rivayet ettiği hadisin dışında bunlar arasında Peygamberimizin bir sözüne rastlanmamaktadır. Malik diyor ki: Bize Ahmed b. Ferec anlattı; bize Abdulmelik b. Abdulaziz b. Macişûn anlattı, bize Malik, İbrahim b. Ebu Uble’den, o da Talha b. Ubeydullah b. Kureyz’den aktardı: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurdu: Bedir gününün dışında, şeytanın, Arefe gününden daha küçük, daha hakir, daha perişan ve daha öfkeli olduğu hiçbir gün görülmemiştir. O gün, inen rahmeti ve günahların affolunduğuna ilişkin mesajı gördüğündendir bu. “Ya Resulallah, peki Bedir gününde ne gördü?” diye sordular. Peygamberimiz:
“Cebrail’in melekleri savaşa sevkettiğini gördü” buyurdular…
Bu hadisi rivayet edenler arasında yeralan Abdulmelik b. Abdulaziz b. Macişûn hadis rivayeti açısından zayıf birisidir. Dolayısıyla hadis mürseldir. (Yani Peygamberimizden sadece işitildiği bildirilmiştir.)
Diğer rivayetler ise; Ali b. Ebu Talha ve İbn-i Cüreyc yoluyla İbn-i Abbas’a -Allah ondan razı olsun- İbn-i İshak yoluyla Urve b. Zübeyr’e, Sa’d b. Cübeyr kanalıyla Katade’ye, Hasan’a ve Muhammed b. Ka’ba dayanır.
İbn-i Cerir et-Taberi’nin kaydettiği bu rivayetler bunlara örnektir: “Bana Müsenna anlattı. Ona Abdullah b. Salih, ona muaviye Ali b. Ebu Talha’dan İbn-i Abbas’ın şöyle dediğini anlattı: İblis, Bedir günü şeytanlardan oluşan bir ordunun başında sancağı ile birlikte Müdlecoğulları’ndan birinin varlığında geldi. Şeytan, Süraka b. Malik b. Cu’şam’in kılığındâydı. Şeytan müşriklere şöyle dedi: “Bugün sizi hiçbir insan grubu yenemez. Ben sizin yanınızdayım.” İnsanlar savaş düzeni aldıklarında Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yerden bir avuç toprak aldı müşriklerin yüzüne serpti. Bunun üzerine müşrikler bozguna uğrayıp geri döndüler. Cübeyr İblis’e doğru saldırıya geçti.’ O sırada İblis bir müşrikin elini tutuyordu. Cübeyr’i görünce adamın elini bıraktı ve adamlarıylâ birlikte geri dönüp kaçtı. Adam arkasından “Ya Süraka, hani bizimle beraber olduğunu iddia ediyordun?” diye bağırınca İblis “Ben sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum. Ben Allah’dan korkarım, çünkü Allah’ın azabı ağırdır” dedi. O sırada şeytan melekleri görmüştü.
Bize İbn-i Humeyd, Seleme, İbn-i İshak’ın şöyle dediğini anlattı. Ona da Yezid b. Ruman, Urve b. Zubeyr’in şöyle dediğini anlattı: “Kureyş kabilesi durum değerlendirmesi yapmak üzere topladığı zaman Bekiroğulları ile aralarında geçeni -yani savaş halini- hatırladılar. Neredeyse geri döneceklerdi. Fakât o sırada Kenane kabilesinin ileri gelenlerinden olan Süraka b. Malik b. Cu’şam el-Müdleci’nin kılığında İblis çıkâ geldi ve şöyle dedi: “Kenaneoğulları’nın arkanızdan hoşlanmayacağınız bir .şey yapmayacaklarının garantisini veriyorum size, bunun üzerine ‘büyük bir hızla savaşmak üzere ileri atıldılar.”
Bize Bişr b. Muaz: Yezid’den, o da Said’e dayanarak “Hani şeytan onlara yaptıkları işleri güzel göstererek…”le başlayan “Allah’ın azabı ağırdır” cümle-siyle biten ayete ilişkin olarak Katade’nin şöyle dediğini anlattı: Bize İblis’in Cebrail’in meleklerle birlikte indiğini gördüğü ve Allah’ın düşmanı meleklere bir şey yapamayacağını anladığı ve bu yüzden “Ben sizin görmediğinizi görüyorum. Ben Allah’dan korkarım” dediği anlatıldı. Allah’a andolsun ki, Allah’ın düşmanı yalan söylemiştir. Çünkü o, Allàh’dan korkmaz. Fakat O, hiçbir gücü-nün, hiçbir etkinliğinin olmadığını gördü. Bu Allah’ın düşmanı, kendisine itaat edenlere, buyruklarını dinleyenlere her zaman böyle yapar.
Hakla batıl karşı karşıya geldiğinde, onları kaçınılmaz bir kötülüğün girdabına sokar, o zaman da onlardan uzaklaşıp gider.
Bu tefsirde takip ettiğimiz yöntem uyarınca, hakkında bir Kur’an ayeti ya da sahih olduğu tartışmasız, mütevatir bir hadis olmadığı sürece gaybın kapsamına giren bu tür konuları ayrıntılı biçimde açıklamaya kalkışmıyoruz. Çünkü gaybın kapsamına giren bu tür konular, böyle bir ayet ya da mütevatir bir hadis olmadığı sürece kabul edilmesi zorunlu olmayan itikadi konulardır. Fakat biz, -inkârcı ve itirazcı bir tavır da takınmıyoruz.
Bu olayda da Kur’an ayeti şeytanın müşriklerin yaptıklarını güzel gösterdiğini, onlarla beraber olduğunu, onlara yardımcı olduğunu ilan etmekle, onları savaşa teşvik ettiğini, iki grup karşı karşıya geldiklerinde, “Birden bire geri dönerek, `Benim sizinle hiçbir ilgim yok, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah’dan korkarım, çünkü Allah’ın azabı ağırdır” diyerek onları yüzüstü koyup akıbetleriyle başbaşa bıraktığını, onlara verdiği sözü tutmadığını kesin bir şekilde ifade etmektedir.
Fakat biz şeytanın onların yaptıklarını güzel göstermesinin mahiyetini bilmiyoruz. Onlara nasıl “bugün sizi hiçbir insan grubu yenemez, ben sizin yanınızdayım” dediğini, bundan sonra ne şekilde geri döndüğünü, dönerken o sözleri nasıl söylediğini bilmiyoruz.
Kesin olarak bildiğimiz tek şey, şeytanla ilgili her şeyin gaybın kapsamına girdiğidir. Bu konuda açık bir ayet veya mütevatir bir hadis olmadığı sürece herhangi bir şey söyleme imkânına sahip değiliz. Buradaki ayet ise, olayı anlatmaktadır, ne şekilde meydana geldiğini değil.
Bundan başka bizim söyleyebileceğimiz bir şey yok, bizim ictihad yapma alanımız bu kadarla sınırlıdır. Bu yüzden biz Kur’an’ı tefsir ederken, buna benzer gayba ilişkin tüm olayları belirgin bir şekilde yorumlamak ve bu gayb alemlerinden maddi hareketi inkâr etmek yöntemine başvuran Şeyh Muhammed Abduh ekolünün bu yaklaşımını uygun görmüyoruz. Nitekim bu ekolden olan Reşit Rıza da bu yönteme başvurmaktadır.
“Hani şeytan onlara yaptıkları işleri güzel göstererek; “Bugün sizi hiçbir insan grubu yenemez, ben sizin yanınızdayım” dedi.” Yani ey peygamber, mü’minlere şeytanın vesvese vermek suretiyle müşriklerin yaptıklarını güzel gösterdiğini anlat. İçlerine düşürdüğü vesveseyle onlara şunu telkin etmişti: “Bugün sizi hiçbir insan grubu yenemez. Ne Muhammed’in güçsüz taraftarları, ne de herhangi bir Arap kabilesi. En güçlü savaşçılar sizdedir. En kalabalık ordu sizindir. Siz herkesten daha cesursunuz. Bununla beraber ben -üstelik ben- sizin yanınızdayım. Beydavi tefsirinde şöyle der: Allah’a yakınlaşmak için bir aracı olarak algıladıkları için, şeytana uymaları onlara bir koruyucu unsur olarak vehmettirdi. Nitekim: `Allah’ım iki gruptan hangisi doğru yolda ise, hangisinin dini daha üstünse onlara yardım et” demişlerdi.
“Fakat iki ordu birbirini görünce birden bire geri döndü.” Yani savaşan taraflar birbirlerine yaklaşınca, herbiri diğerini görüp durumunu anlayınca, onları savaşa teşvik edip, savaş ateşini kızıştırdıktan sonra geri döndü, yani arkasına dönüp kaçtı. Bu da ökçelerin gösterdiği yöndür. (Ayakların arka kısmı) Şeytan o tarafa doğru kaçmıştır. “İki ordunun birbirini görmesinden” maksat, karşı karşıya gelmeleridir diyen tefsirciler, yanılmışlardır. Maksat şudur: Şeytan onlara yaptıklarını güzel göstermekten ve onları savaşa teşvik etmekten vazgeçti. Bu söz, şeytanın vesvesesini benzetmek suretiyle somutlaştırmak için söylenmiştir. Bir şeyle karşılaşan ve onu olduğu gibi bırakıp geriye dönenin davranışına benzetilmiştir. Nitekim onlardan uzak olduğunu belirterek, onları kendi hallerine bırakması dà bunu kanıtlamaktadır: “Benim sizinle hiçbir ilgim yok, ben sizin göremediğinizi görüyorum, ben Allah’dan korkarım” dedi. Yani onlardan uzaklaştı ve onların başına geleceklerden korktu. Yüce Allah’ın müslümanlara melekleri yardımcı olarak gönderdiğini görünce müşriklerin durumuna üzüldü. “Allah’ın azabı ağırdır.” Bu, şeytanın sözü de olabilir, ayrı bir cümle de olabilir… “Ben diyorum ki, bunun anlamı şudur: Şeytanın pis askerleri müşriklerin arasına girmiş, pis ruhlarına karışıp vesvese veriyorlardı. Onları kandırıyor, üstünlük kompleksine sokuyorlardı. Nitekim melekler de mü’minler arasına dağılmış, tertemiz ruhlarına karışıp kalplerini sağlamlaştırarak, Allah’ın va’dine ve yardımına güvenmelerini sağlayacak şeyler ilham ediyorlardı.”
Meleklerin yaptıklarını sadece mü’minlerin ruhlarına karışmak şeklinde tefsir etmeye olan bu. açık eğilim, bir diğer yerde de aynı yazarı meleklerin Bedir gününde hiçbir şekilde savaşmadıkları sonucuna götürmüştür. Oysa yüce Allah Bedir savaşına katılan meleklere hitaben şöyle buyurmaktadır: “Vurun boyunlarını, indirin darbelerinizi parmaklarına….” Aynı şekilde şeytanın yaptığını sırf müşriklerin ruhlarına karışmak şeklinde tefsir etmek de bu ekolün başvurduğu bir yöntemdir. Şeyh Muhammed Abduh’un Amme cüz’ü tefsirinde “Ebabil kuşlarını” çiçek mikrobu olarak tefsir etmesi de buna örnektir. Bütün bu çabalar, gayba ilişkin nassları yorumlamada aşırıya kaçmanın belirtisidir. Oysa bu tür- bir yoruma gerek de yoktur. Çünkü sözlerin açık anlamını engelleyen herhangi bir şey sözkonusu değildir. Yapılacak tek şey açık bir işaret olmadığı sürece ayrıntıya girmeden nassların ifade ettikleriyle yetinmektir… İşte bizim bu tür konularda başvurduğumuz yöntem budur.
Şeytan, yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak ve insanları Allah yolundan alıkoyarak çıkan müşrikleri kandırırken, onları savaşa çıkmaya teşvik ederken, sonra da onları akıbetleriyle başbaşa bırakırken, münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar da mü’min kitle hakkında çeşitli söylentiler çıkarıyorlardı. Müslümanların kalabalık müşrik ordusu ile karşılaşmaya çıktıklarını görüyorlardı. Sayılarının az, hazırlıklarının da yetersiz olduğunu görüyorlardı. Bu yüzden onlara göre (kalpleri sarsıldığı ve yanıltıcı dış görünüşe baktıkları için) mü’minler, dinlerinin kendilerine yardımcı olacağına ve kendilerine güç vereceğine kanarak kendilerini büyük bir tehlikeye atıyorlardı:
“Hani münafıklar ile kalplerinde hastalık bulunanlar “Bu müslümanları dinleri şımartıp yanılgıya düşürdü” dediler.”
Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanların Mekke’deyken islâma eğilim gösterdikleri; buna rağmen inançları düzelmemiş, kalpleri mutmain olmamış kimseler oldukları söylenmiştir. Müşrik savaşçılarla birlikte çekimser bir tutumla savaşa çıkmışlardı. İşte bunlar, müşrik çoğunluk karşısında müslüman azınlığı görünce bu sözleri söylemişlerdi.
Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar zafer ve yenilginin gerçek sebeplerini kavrayâmıyorlar. Bakışları onları olayların derinliklerine yöneltmeksizin sadece dış görünüşü görebiliyorlar. İnancın, Allah’a güvenmenin ve O’na dayanmanın derinliklerinde gizli bulunan gücün farkında değildirler. Mü’minlerin, Allah’a inanmayan tüm güçleri, tüm toplulukları küçümsemeleri kendilerine büyük bir güç bahşediyor. İşte münafıklar bunu anlamıyorlar. Bu yüzden o gün müslümanların kendi konumlarına kandıklarını, dinlerinin onları şımarttığını, bu yüzden kalabalık müşrik ordusuna karşı çıkmakla kendilerini büyük bir tehlikeye sürüklediklerini sanıyorlardı.
Maddi olgunun görünüşü, mü’min gönüller ve imandan yoksun gönüller açısından bir farklılık göstermez. Farklılık, gözle görülen maddi olguyu algılama ve değerlendirmede ortaya çıkar. İmandan yoksun gönüller, bu olguyu görür, ama bunun ötesinde herhangi bir şey görmez. Mü’min gönüller ise, gözle görülen olayın arkasındaki gerçek “olgu”yu da görürler. İşte bu realite tüm güçleri kapsamaktadır. Mü’min, bu bakışı sayesinde güçleri gerçek anlamda değerlendirebilmektedir.
“Kim Allah’a dayanırsa bilsin ki, Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir.”
Mü’min gönüllerin kavradığı ve bu sayede huzura kavuştukları, kendilerine güven duydukları, boş gönüllerin ise farkında olmadıkları ve hesaba katmadıkları gerçek budur işte. Terazinin kefesinde ağır basan, sonucu belirleyen, her zaman ve her yerde son aşamada sorunu çözümleyen bu gerçektir.
Bedir günü müslüman kitle için münafıkların ve kalplerinde hastalık bulunanların, “Bu müslümanları dinleri şımartıp yanılgıya düşürdü” şeklinde dile getirdikleri bu söz, tağutun azgın ordularına karşı koyarken, belli başlı hazırlığı bu dinden ibaret olan müslüman kitleyi gördüklerinde her zaman ve her yerdeki münafıkların kullandığı bir sözdür. Evet müslümanların sahip oldukları en büyük güç, bu aksiyoner ve itici inançtır. Allah’ın ilahlığına ve O’nun yasaklarına gösterdikleri büyük özendir. Allah’a güvenmeleri ve O’nun dostlarına yardım edeceğinden emin olmalarıdır.
Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar canlarını kurtarmak için kenara çekilirken, müslüman kitle tağutun azgın ordusuna saldırıyor. Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, göz göre göre gelen tehlikeye karşı koyan ve tehlikeyi küçümseyen müslüman kitleye içten içe alay ediyorlar. Sonra müslüman kitlenin görülen tehlikeyi bertaraf edişini, göz göre göre gelen tehlikeyi savuşturmasını görünce de dehşete kapılıyorlar. Onlar -kendi deyimleriyle- göz göre göre ölüme gidişin, kendini bilerek tehlikeye atışın gerekçesini bilmiyorlar. Onlar -aralarında din ve inanç da olmak üzere- hayatın tümünü alışveriş pazarındaki bir meta olarak biliyorlar. Kârlı görünüyorsa hemen koşarlar buna. İşin ucunda tehlike varsa, o zaman kenara çekilmek, kendini garantiye almak,daha iyidir. Onlar bir mü’minin önsezisiyle bakmıyor olaylara. Sonuçları da iman terazisiyle tartmıyorlar. Kuşkusuz bu atılganlık, bu fedakârlık mü’mine göre her zaman kârlı bir alışveriştir. Çünkü sonuçta bu iki güzellikten birini elde edecektir; ya zafer ve üstünlük ya da şehitlik ve cennet… Sonra mü’mine göre güçlerin gerçek mahiyeti farklıdır. Onun yanında Allah vardır… İşte münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar bunu hesaba katmıyorlar.
Her zaman ve her yerdeki müslüman kitle, olayları iman ve inanç terazisiyle tartmaya, mü’min önsezisi ve kalbiyle algılamaya, Allah’ın nuru ve yol göstericiliğiyle bakmaya, tağutun maddi gücünü büyütmemeye, yüce Allah kendisiyle beraber olduğuna göre kendi gücünü küçümsememeye ve yüce Allah’ın mü’minlere yönelik şu direktifini her zaman aklında bulundurmaya çağrılmaktadır:
“Kim Allah’a dayanırsa bilsin ki, Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir.”
Hiç kuşku yok ki, ulu Allah doğru söylüyor.
MELEKLERİN KATILDIĞI SAVAŞ
Son olarak ayetlerin akışı, savaşta gerçekleşen ilahi müdahalenin sahnelerinden birini canlandırıyor. Bu sahnede yüceler aleminde yeralan melekler Allah’ın emri ve izni uyarınca- müşriklerin yakalanıp cezalandırılması, azaba uğratılması operasyonuna katılıyorlar. Melekler onların canlarını azap ederek alıyorlar. Çalım satmanın ve büyüklük taslamanın karşılığı olarak onur kırıcı bir eziyete uğratıyorlar. Büyük sıkıntı ve zorluk yaşadıkları bu anda, onlara kötü davranışlarını ve iğrenç hedeflerini hatırlatıyorlar. Bu, yaptıklarına uygun bir cezadır ve yüce Allah onlara haksızlık yapmamaktadır. Bu arada ayetlerin akışı sahnenin sunulmasının ardından, yalanlamalarından dolayı onların cezalandırılmasının her zaman için yürürlükte olan bir yasa olduğunu belirtiyor: “Firavunoğulları ile daha önceki kâfirlerin durumu gibi…” … “Bu böyledir, çünkü bir toplum sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe, Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez.” Firavun ve ileri gelenler bunun için cezalandırılmışlardır. Böyle yapan ve Allah’a ortak koşan herkes de bunun için cezalandırılacaktır: