SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA MAİDE SURESİ 106. VE 108. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
106- Ey müminler, içinizden biri ölmek üzereyken vasiyet edeceği zaman sizden olan iki sözüne güvenilir kişiyi şahid tutar. Yada eğer yolculuk sırasında ölüm olayı ile karşı karşıya gelirseniz sizden (müslüman) olmayan iki kişiyi şahid tutarsınız.
Eğer (bu gayri müslimlerin şahitlikleri konusunda) kuşkuya düşerseniz namazdan sonra onları alıkoyarak “söz konusu olan akrabalarımız bile olsa şahitliğimizi menfaat karşılığında satmayız, Allah’ın emaneti olan şahitliği saklamayız, yoksa günahkarlardan oluruz” diye kendilerine Allah adına yemin ettirirsiniz.
107- Eğer daha sonra bu şahitlerin günaha girdiği ortaya çıkarsa, şahitlikleri yüzünden hakları çiğnenen iki kişi onların yerine geçerek “bizim şahitliğimiz onlarınkinden daha doğrudur, biz hiçbir hakkı çiğnemiyoruz, yoksa zalimlerden oluruz, diye yemin ederler.
108- Bu işlem, şahitlerin gerektiği şahitlik yapmalarını yada yapacakları yeminden sonra başkalarının yeminine başvurulmasından çekinmelerini sağlayacak en kestirme yoldur.
Allah’tan korkunuz ve (O’nun direktiflerini) iyi dinleyiniz. Çünkü Allah fasıkları doğru yola iletmez.
Bu üç ayetin hükmünü şu şekilde özetleyebiliriz:
Ecelinin yaklaştığını hisseden adam eğer yanında bulundurduğu malını ailesine vasiyet etmek istiyorsa, evinde olduğu durumlarda müslümanlardan iki adaletli şahidi çağırır ve vasiyet etmek istediği malı orada bulunmayan aile efradına teslim etmeleri için onlara emanet eder. Eğer vasiyet edecek kişi yolculukta bulunuyor ve yanında bulunan malını emanet bırakacağı iki müslüman şahid bulamazsa, bu iki şahidin gayri müslimlerden tutulması caizdir.
Eğer müslümanlar veya ölü sahipleri, şahidlerin söylediklerinde ve emaneti olduğu gibi koruduklarında kuşkuya düşerlerse, onları kendi akidelerine göre namazlarını kıldıktan sonra Allah’a yemin etmeleri için alıkoyarlar. Her iki şahit kendi menfaatları veya yakın akrabası dahi olsa başkasının yararı için yeminlerini bozmayacaklarını ve emanet aldıkları hiçbir şeyi gizlemeyeceklerine, gizledikleri takdirde büyük vebal altına girmeyi kabul ettiklerine dair, Allah’ın adı üzere yemin ederler. Namazdan sonra bu şekilde yemin ettikleri takdirde şahitlikleri kabul edilir.
Eğer bundan sonra şahitlerin yalancı şahitlik yaptıkları, yalan yere yemin ettikleri ve emanete hıyanet ettikleri ortaya çıkarsa, yalancı şahitlikler yüzünden hakları çiğnenen, ölene en yakın iki kişi ayağa kalkar ve Allah’a yemin ederek kendi şahitliklerinin önceki iki şahidin şahitliklerinden daha doğru olduğuna yemin ederler. Bu eylemleriyle bir gerçeği değiştirmeyi amaçlamadıklarına and içerler. Böylece ilk iki şahidin şahitliği iptal edilir, son iki şahidin şahitliği kabul edilir.
Sonra ayet-i kerime diyor ki: Bu gibi uygulamalar gerçek şahitlik görevini yerine getirmede daha garantilidir ve önceki iki şahidin şahitliğini reddetmekten sakındırmanın en güzel yoludur. Bu durum onları gerçeği aramaya sevk eder. “Bu işlem, şahidlerin gerektiği gibi şahitlik yapmalarını ya da, yapacakları yeminden sonra başkalarının yeminine başvurulmasından çekinmelerini sağlayacak en kestirme yoldur”. Ayet-i kerime, onların hepsini Allah’tan korunmaya, O’ndan korkmaya, sürekli O’nun gözetiminde bulunduklarının bilincinde olmaya çağırarak sona eriyor. O’nun emirlerine itaat etmeye çağırıyor. Çünkü yüce Allah, kendi yolundan sapanları iyiliğe ve doğru yola iletmez:
“Allah’tan korkunuz ve (O’nun direktiflerini) iyi dinleyiniz. Çünkü Allah, fasıkları doğru yola iletmez.”
Kurtubi, tefsirinde bu üç ayetin iniş sebebi ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
“… Bu ayetlerin Temim ed-Dari ve Adi b. Bedda hakkında indiği üzerine herhangi bir ihtilaf yoktur. Buhari, Darekutni ve diğer hadis derleyicileri İbni Abbas’tan rivayet ederek onun şöyle dediğini bildiriyorlar: Temim ed-Dari ve Adi b. Bedda sürekli Mekke’ye gidip geliyorlardı. Bir ara Beni Sehm kabilesinden bir genç de onlarla beraber yola çıkmıştı. Genç hiçbir müslümanın bulunmadığı bir yerde vefat etmiş ve iki adama vasiyet etmişti. Onlar da kendilerine emanet edilen malları ailesine getirip teslim ettiler. Yalnız altın kaplamalı gümüş bir bardağı kendilerine sakladılar. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) onları, bir şey saklamadıklarına ve bir şey almadıklarına dair yemin ettirdi. Sonra söz konusu bardak Mekke’de bulundu. Bardağın yanında bulunanlar onu, Adi ve Temini’den satın aldığını söylediler. Şehm kabilesinden iki adam bu bardağın, vefat eden akrabalarına ait olduğuna yemin ettiler ve şahitliklerinin Adi ve Temimi’n şahitliklerinden daha doğru olduğuna ve haddi aşmadıklarına and içtiler. Böylece Resulullah bardağa el koyup onlara teslim etti.
İşte bu ayet onlar hakkında inmiştir.
Açıktır ki; bu hükümlerin kendileri için belirlendiği toplumun yapısı, bu olayların şekline hatta bu uygulamaların yapısına bir ölçüde etki etmiştir. Şahit tutmak ve bu şekilde şahidliğin doğruluğuna kanaat getirmek, namazdan sonra bir kalabalık içinde Allah’ın adına yemin etmek, dini duyguları harekete geçirmek; yalan ve sahtekarlığın ortaya çıkması halinde toplumda rezil olmaktan sakınmak içindir. Evet bunların hepsi de özel bir toplumun karakterini yansıtmaktadır. Bu uygulamalar onun ihtiyaçlarına ve şartlarına uygun düşmektedir.
Bugünkü toplumlar da suçu tespit etmenin başka vasıtalarına ve başka başka uygulama şekillerine sahip olabilir. Yazmak, belgelemek, bankalara yatırmak ve benzeri şeyler gibi…
Yalnız, acaba bu ayetler bu günkü beşeri toplumlara karşı fonksiyonunu icra etmek güçlerini yitirmiş midir?
Biz çoğu zaman, belli bir toplumu göz önünde bulundurarak, bazı yasaların ve uygulamaların etkinliğini yitirdiğini ve artık onun zorunlu olmadığını, onların zamanı geçmiş bazı toplumların kalıntılarına dönüştüğünü zannederek yanılırız!
Beşeriyetin kendine başka yeni yöntemler edindiğini, bunların eskilerine ihtiyaç bırakmadığını sanırız!
Evet çoğu zaman aldanır ve bu dinin tüm ülkelerdeki ve tüm çağlardaki insanlığın tamamı için gönderildiğini unuturuz. Yine bugünkü insanlığın büyük çoğunluğunun halâ ilkel bir hayat yaşadığını ya da, henüz ilkel hayattan yeni yeni kurtulmakta olduğunu hesaplamayız. Bu insanlığın tüm şekillerine ve gelişme devrelerine uygun biçimde düşecek her çeşit ihtiyaca cevap verecek hükümlere ve uygulamalara ihtiyaç duyacağını unuturuz. İnsanlığın her dönemde ihtiyaçlarını bu dinden karşılayabileceğini bir merhaleden üst bir merhaleye geçtiğinde de, yine aynı şekilde, tüm ihtiyaçlarına cevap bulabileceğini düşünmeyiz. İnsanlığın, bu dinin şeriatında pratik tüm ihtiyaçlarına cevap bulabileceğini, sonra yavaş yavaş gelişerek ilerki merhalelerde de gelişmiş geniş ihtiyaçlarına cevap bulabileceğini göz önünde bulundurmayız. Biz bunun, İslâm dininin bir mucizesi, İslâm şeriatının bir mucizesi olduğunu hesaplamaz, onun Allah tarafından bir işaret olduğunu kavramayız. Ve onun için de aldanırız.
Ayrıca biz, beşeriyetin bu devrelerini geçirmiş bulunan toplumlardaki bireylerin içinde bulunduğu zaruretleri, bu yasanın kolaylığını ve kapsamlılığını yansıtan tedavi yöntemlerini, bu dinin, her toplum ve durumda ilkellikte ve medenilikte, ormanda ve sahrada, çalışmasına müsait olan yöntemlerini göz önünde bulundurmadığımız zaman yine yanılırız. Çünkü İslâm, beşeriyetin her asır ve her toplumdaki değişmez dinidir. Ve bu, İslâm’ın büyük mucizelerinden biridir.
Biz insanlar olarak, insanları, insanların ilahından daha iyi bildiğimizi düşünerek de yanılırız. Fakat realiteler bizi zorunlu olarak alçak gönüllü olmaya iter! Ama realitelerin korkunç gerçeklerine toslamadan, bu gerçekleri hatırlamamız ne güzel olur. İnsanların yaratıcısı hakkında, insanların takınması gereken edebi takınmamız, kulların ilahına karşı kulların takınması gereken edebi takınmamız gerçekten ne güzel olur. Keşke düşünebilsek, anlıyabilsek ve ona göre tavır alabilsek…
Bu gelecek ders de bütün uzunluğu ile, akide konusunda bir düzeltmedir. Hristiyanların kendi inanç sistemine, kendilerinin katmış olduğu asılsız ilaveleri düzeltmeye çalışmaktadır. Hristiyanlar bu akidelerinde yaptıkları tahriflerle, onu temel kuralından saptırmış, onu semavi niteliğinden ayırmış, Hz. İsa’nın ve önceki peygamberlerin çağrıda bulunduğu mutlak tevhid inancından uzaklaştırmış ve Allah’ın dini ile hiç bir ilgisi bulunmayan şirk şekillerine dönüştürmüşlerdir.
İşte bu nedenle, bu gelecek ders, ilahlık gerçeğini ve kulluk gerçeğini arz ettiği bu dehşet verici sahne karşısında bu gerçeğe de yer vermeyi hedef almaktadır. Göz önünde canlandırılan bu sahnede, Hz. İsa, büyük bir peygamber topluluğu ve tüm insanların mahşeri kabalığı karşısında kendisinin ilahlığı ve annesinin ilah edinilmesi konusunda ümmetine hiçbir şey söylemediğini dile getirmekte ve bu tamamı ile şirkten ibaret olan inançlardan tamamen uzak olduğunu belirtmektedir!
Kur’an-ı Kerim, bu gerçeği, Kur’an’ın arz ettiği canlı, dile gelen, etkili, mesaj dolu, derin iz bırakan bir kıyamet sahnesinde tasvir yönüyle vermektedir. Bu insanın tüm duygularını sarsan ve tasvir edilen bu realitenin içine az sonra girecekmiş gibi gösteren bir tasvirdir. Gözlerin gördüğü, kulakların işittiği, bir realitedir bu. Bu sahnede bütün çabalar hareketler ve çehreler hayat doludur.!