SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA NİSA SURESİ 104. AYET
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
104- O düşmanlarınızın peşini bırakmayınız, onları ısrarla kovalamaktan geri durmayınız. Çünkü eğer siz acı çekiyorsanız bilin ki, onlar da sizin gibi acı çekiyorlar. Oysa siz Allah’tan onların beklemediğini bekliyorsunuz. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir.
Bu bir kaç kelime, kesin çizgiler belirliyor. Çarpışan iki cephe arasındaki büyük mesafeyi ve farkı ortaya koyuyor.
Kuşkusuz müminler, savaşta birtakım acılar ve yaralara katlanırlar. Fakat bunca sıkıntıyı sadece kendileri çekmiyor. Aynı şekilde düşmanları da acı çekiyorlar. Birtakım yaralar ve ızdıraplara düçar oluyorlar. Fakat şunlarla onlar bir mi? Müminler cihad etmekle Allah’a yönelirler, mükafatlarını da O’nun katından beklerler. Kâfirlere gelince, onlar hepten kaybetmişler, Allah’a yönelmedikleri gibi, hayatta ve hayat sonrasında O’nun katından bir beklentileri de yoktur.
Şayet kafirler savaşta diretiyorlarsa müminlerin daha çok diretmesi gerekir. Kafirler savaşın getirdiği acılara katlanıyorlarsa müminlerin başlarına gelen acılara daha çok sabretmeleri lazım. Düşmanlarının gücünü yok edinceye, fitne ortadan kalkıp din tamamen Allah için oluncaya kadar, düşmanları kovalamaktan, savaşmak için peşlerinden gitmekten ve izlerini takip etmekten geri kalmamaları gerekir.
Bu da, her savaşta Allah’a iman etmenin sağladığı bir üstünlüktür kuşkusuz. Kimi anlarda zorluklar dayanma gücünü aşar. Acılar dayanılmaz olur. İnsan kalbi üstün bir yardıma ve bir azığa ihtiyaç duyar. İşte burada yüce Allah’ın yardımı gelir. Beklenen azık O Rahîm olan koruyucudan gelir.
Kuşkusuz bu prensip, denk ve açık güçlerin çarpıştığı durumlarda geçerlidir. Savaşta, bu savaşan her iki grup da birtakım yaralar alacaktır. Çünkü her ikisi de silahlanmış olarak savaşıyor.
Mümin toplum, birbirine denk olmayan ve açıktan yapılmayan bir savaş içinde de kendini bulabilir. Ancak kural yine değişmez. Çünkü batıl hiçbir zaman huzur bulamaz. Hatta galip gelmiş olsa da. O her zaman kendi bünyesinde iç çelişkilerinden ve farklı gruplarının çekişmesinden ve bizzat kendisinin eşyanın fıtratı ve tabiatına ters düşmesinden kaynaklanan acılarla karşılaşacaktır.
Bu durumda mümin toplumun yapacağı şey, acılara katlanması ve yıkılmamasıdır. Şunu iyice bilmelidir ki, şayet kendisi acı çekiyorsa, aynı şekilde düşmanı da acı çekiyordur. Acı çekmenin çeşitli yolları vardır. Yaralar birbirinden farklıdır.. “Oysa siz Allah’tan onların beklemediğini bekliyorsunuz.”
İşte derin teselli budur. İki grup arasındaki yol ayırımı burasıdır.
“Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir.”
Kalplerin duygularını nasıl tedavi edeceğini bilir. Acı ve yäralarını dindirecek şeyi kişiye gösterir.
İNSANLIK TARİHİNDE BENZERİ OLMAYAN BİR OLAY
Ele aldığımız ayetler grubu yeryüzünün bir benzerini tanımadığı, insanlığın eşine rastlamadığı bir hikaye anlatmaktadır. Tek başına bu bile Kur’an’ın ve bu dinin yüce Allah’ın katından olmasının zorunluluğunu göstermektedir. Çünkü düşünceleri ne kadar yüksek, ruhları ne kadar saf ve tabiatları ne kadar düzgün olursa olsun insanlığın Allah’tan gelen vahiy olmaksızın kendiliğinden şu ayetlerin işaret ettiği düzeye yükselmesi mümkün değildir. Bu düzey, insanlığın ancak bu ilahî metodun gölgesinde yükselebildiği bir çizgi çizmektedir ufka. Bu ilâhî metodun dışında ona ulaşmak hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.
Bu olay, Medine’deki yahudilerin o aşağılık dağarcıklarındaki zehirli oklarını İslâm ve müslümanlara fırlattıkları bir sırada gerçekleşiyordu. Nitekim bu sûrede, Bakara suresinde ve Al-i İmran suresinde yahudilerin müslüman safta çıkardığı fitnelerin bir bölümüne değinilmektedir.
Yahudilerin yalanlamalarını yaydıkları, müşriklerle birleştikleri, münafıkları cesaretlendirdikleri, onlara yol gösterdikleri, birtakım söylentiler çıkarıp kafaları karıştırdıkları; Hz. Peygamber’in önderliği vahiy ve peygamberlik konusunda kuşkular yaydıkları, dışarıdan düşmanları üzerine çullanmaya hazırlanmışken içerden İslâm toplumunu bozmaya çalıştıkları bir sırada… İslâm henüz Medine’de yeni yeni gelişiyorken, cahiliye kalıntıları bazı ruhları etkilemeye devam ediyorken, bazı müslümanlarla müşrik münafık ve bizzat yahudiler arasındaki akrabalık ve çıkar bağları, müslüman saffın kaynaması ve uyumu noktasında gerçek bir tehlike olmaya devam ediyorken…
Evet bu denli zor, tehlikeli, hem de çok tehlikeli bir dönemde, haksız yere hırsızlıkla suçlanan bir yahudiyi temize çıkarmak ve bu yahudiyi itham altında tutan Medineli Ensar’dan bir aileyi cezalandırmak için bu ayetler Resulullah’a ve müslümanlara iniyordu. Oysa gerek kendi şahsı, gerekse peygamberliği, dini ve getirdiği yeni inancı çevresinde kurulan tuzaklara karşı koymada kullandığı hazırlığı ve ordusunu da Ensar oluşturuyordu.
Hangi, temizlik, adalet ve üstünlük bu düzeye ulaşabilir? Sonra hangi söz bu düzeyi vasfedecek bir dereceye ulaşabilir. Bütün sözler, bütün yorumlar bütün değerlendirmeler bu erişilmez zirvenin aşağısında kalacaktır. Bu zirveye insanlar kendi kendilerine ulaşamazlar, hatta böyle bir şeyden haberleri bile olamaz. Bu yüce, ulu ve nurlu ufka ulaşmak için Allah’ın metoduna uymaları hariç.
Bu ayetlerin indiriliş sebebine ilişkin bir kaç kaynakta rivayet edilen hikaye şöyledir: Ensar’dan bazıları -Katade b. Nu’man ve amcası Rufae Resulullah’la (salât ve selâm üzerine olsun) birlikte bazı savaşlara katılmışlardır. Onlardan birinin (Rufae’nin) zırhı çalınır. Tüm kuşkular, Ubeyrik oğulları denilen Ensar’dan bir aileye mensup birinin üzerinde toplanıyordu. Zırhın sahibi gelip, `Ta’me b. Ubeyrik zırhımı çaldı’ diye Resulullah’a şikayet eder. (Bir rivayete göre bu adam Beşir b. Ubeyrik’tir. Yine başka bir rivayete göre bu adam, Sahabe’yi yeren şiirler söyleyen sonra da bunları bazı arapların üzerine atan bir münafıktır.) Hırsız bunu görünce, zırhı alıp Zeyd bin Semin adında bir yahudinin evine atar. Sonra da Aşiretinden bir gruba “Zırhı gizledim, onu falanın evine attım. Orda bulurlar” der. Bunlar da Resulullah’a gidip ve “Ey Allah’ın peygamberi, arkadaşımız bu ithamdan uzaktır. Zırhı çalan falancadır. Bunu kesinlikle biliyoruz. İnsanların huzurunda arkadaşımızın suçsuz olduğunu bildir ve onu savun. Şayet senin aracılığınla yüce Allah onun suçsuzluğunu belirtmese helak olur” derler. Resulullah zırhın yahudinin evinde bulunduğunu öğrenince kalkıp İbn-i Ubeyrik’i aklar ve insanların huzurunda suçsuzluğunu bildirir. Henüz zırh Yahudinin evinde bulunmamışken hırsızın ailesi Resulullah’a şöyle diyordu: “Katade b. Nu’man ve amcası, bir delil, bir ispat söz konusu olmaksızın müslüman ve iyiliksever ailemizin bazı fertlerini hırsızlıkla suçluyorlar.” Katade diyor ki, `Resulullah’ın yanına gidip anlatmaya başladım.’ Ancak Resulullah `Müslümanlıkları ve iyiliksever kişiler oldukları bilinen bir aileyi, delilsiz ispatsız hırsızlıklarını suçluyorsun?’ buyurdu. Katade `Bunun üzerine geri döndüm ve keşke malımın bir kısmı gitseydi de bu konuda Resulullah’la konuşmasaydım dedim’ der. Sonra amcam bana gelip `Ne yaptın yeğenim?’ dedi. Ben de Resulullah’ın bana söylediğini ona söyledim. Bunun üzerine “Allah’tan yardım istenir” dedi. Çok geçmeden şu ayetler nazil oldu: “Biz sana bu hak içerikli kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın gösterdiği gibi hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma.” Yani Ubeyrik oğullarının. Ayetteki `Hasimen: koruyan, savunan ve mücadelesini yapan demektir. “Allah’tan af dile”. Yani Katade’ye dediklerin için. “Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.”
“Kendilerine hıyanet edenleri temize çıkarmaya çalışma. Hiç şüphesiz Allah, hıyanete dalmış günahkarları sevmez.”
“Bu kimseler Allah’ın razı olmadığı sözü geceleyin buluşarak karara bağlarken insanlardan saklı tutuyorlar, ama yanı başlarında olan Allah’tan saklayamazlar. Hiç şüphesiz Allah onların yaptıklarını bilgisi ile kuşatacak güçtedir…
“Diyelim ki, siz onları dünya hayatında savundunuz. Peki kıyamet günü Allah’a karşı kim savunacak ya da kim onların vekilliğini üzerine alacak.”
“Kim bir kötülük işler ya da kendine zulmeder de Allah’tan af dilerse Allah’ı bağışlayıcı ve esirgeyici olarak karşısında bulur.” Yani Allah’tan af dilerse onları bağışlayacaktır.
“Kim bir kusur ya da bir suç işler de onu bir masumun üzerine atarsa açık bir iftira, bir günah yükünün altına girmiş olur.”
“Eğer Allah’ın sana yönelik lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onların bir takımı seni yanıltmaya yeltenmişlerdir. Oysa onlar sadece kendilerini yanıltırlar, sana hiçbir zarar dokunduramazlar. Çünkü Allah sana kitabı ve hikmeti indirerek sana daha önce bilmediğin gerçekleri öğretmiştir. Hiç şüphesiz Allah’ın sana yönelik lütfu son derece büyüktür.”
“Onların aralarında yaptıkları -çoğu gizli konuşmalarda hayır yoktur. Meğer ki, bu fısıltılı toplantılarının amacı sadaka vermeyi, iyiliği, insanlar arasında dirliği emretmek olsun. Kim bunları Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yaparsa ilerde kendisine büyük bir mükafat vereceğiz.” (Nisa Suresi, 112-114)
Bu Kur’an ayetleri nazil olunca Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) silahı getirip Rufae’ye iade eder. Katade diyor ki, `Amcama, silahı götürünce (ki o, cahiliyede kör -ya da gece görmez- birisiydi: Üstelik ben onu zayıf bir müslüman görüyordum) ey kardeşimin oğlu, onu Allah yolunda bağışladım” dedi. O zaman anladım ki gerçek anlamda bir müslümandır.’ Bu ayetler nazil olunca Beşir gidip müşriklere katılır. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: “Kim doğru yolu iyice tanıdıktan sonra peygambere zıt düşer de müminlerin yolundan başka bir yola koyulursa kendisini koyulduğu yolla baş başa bırakır, sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.”
“Allah kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları dilediğine bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüş olur.”
Kuşkusuz sorun, bir grup insanın töhmet altında tuttuğu suçsuz birinin aklanması değildir. Her ne kadar Allah’ın terazisinde suçsuz birinin aklanması büyük bir ağırlıklı olay ise de sorun bundan çok daha önemlidir. Bu, şartlar ve durumlar ne olursa olsun, insanların arzusuna ve soyuna eğilim göstermeyen, sevgi ve öfkeye göre değişmeyen bir kriter yerleştirme sorunudur.
Sorun, bu yeni toplumun arındırılması, cahiliye ve ırkçılık kalıntılarının giderilmesinin yanında içindeki beşeri zaafların tedavi edilmesi sorunuydu. Çünkü iş insanlar arasında adaleti gerçekleştirmeyle ilgili olunca akide konusunda bile hiçbir ayırıma gidilmemeliydi. Aynı zamanda, insanlık tarihinde eşine rastlanmayan bu yeni toplumun; arzu, çıkar ve tarafgirlik lekesini taşımayan, arzulara, eğilim ve şehvetlere göre değişmeyen, iyi, temiz, sarsılmaz ve sağlam bir temele dayandırılması sorunuydu.
Olayı görmezlikten gelmek, bu kadar sıkı tutmamak, ayıplamamak, tüm gözlerin görebileceği şekilde ortaya çıkarmamak, daha doğrusu bu şekilde sert ve belirgin bir şekilde insanlar içinde utandırmamak için sebep çoktu.
Sebep çoktu; şayet yeryüzü değerleri egemen olsaydı, onlara başvurulsaydı. Ya da bu metodun başvurduğu insanların mizan ve ölçüleri o olsaydı.
Bir kere ortada açık ve seçik bir sebep vardı. İtham edilen bir yahudiydi. “Yahudi” ulusundan… O yahudi ki, sahip olduğu hiçbir zehirli okunu İslâm ve müslümanlara açılan savaşta onların aleyhinde kullanmasın. O yahudiler ki, o sene müslümanlara iki acı birden tattırmışlardı. (Yüce Allah bunun böyle olmasını dilemiştir.) O yahudi ki, ne hak, ne adalet ne de insaf bilir. O yahudi ki, müslümanlarla ilişkilerinde kesinlikle bir tek ahlâkî değere itibar etmez.
Bir diğer sebep de söz konusuydu. Bu da Ensar’la ilgili bir konuydu. Muhacirleri barındıran ve onlara yardımcı olan Ensar. Bu olay nedeniyle bazı aileleri arasında şiddetli kin baş gösteren Ensar. Oysa Yahudi’nin töhmet altında tutulması düşmanlık gölgesini uzaklaştırabilirdi.
Burada bir üçüncü sebep de vardı: Yahudiye, Ensara yönelteceği zehirli bir ok vermemek. Çünkü bazısı bazısından malını çalmış sonra da yahudiyi itham etmişlerdi. Yahudiler teşhir etmek ve tehlike yaratmak için bu fırsatı kaçırmazlardı.
Ancak sorun bunların tümünden de önemliydi. Bu tür basit çıkarlardan çok daha büyüktü. Bunların tümü İslâm’a göre son derece değersiz şeylerdir. Söz konusu olan, yeryüzü halifeliğinden ve insanlığa önder oluşundan kaynaklanan sorumluluklarını yerine getirebilmesi için bu yeni kitlenin eğitimiydi. Çünkü insanlığın bildiği her şeyden üstün olan bu ilahi metod iyice netleşmediği ve pratik hayatına yerleşmediği sürece, bu kitlenin yeryüzüne halife olması ve insanlığa önderlik yapması mümkün değildir. Bünyesini iyice arındırmadığı, beşeri zaaftan ve cahiliye kalıntılarından kaynaklanan bulanıklıkları gidermediği ve insanlar arasında adaletle hükmetmesi için, tüm yeryüzü değerlerinden, basit ve yüzeysel çıkarlarından ve insanların görmezlikten gelinmeyecek denli büyük bir şey kabul ettikleri tüm koşullardan soyutlanmış, adil bir kriteri kendi bünyesinde oluşturmadığı sürece bu fonksiyonunu yerine getirmesi mümkün değildir.
Yüce Allah, o zaman bir yahudinin başından geçen bu olayı özellikle seçmiştir. O güne kadar Medine’de müslümanlara iki defa ihanet eden, onların aleyhlerine müşrikleri bir araya getiren, aralarındaki münafıkları destekleyen, dağarcığındaki hile, deneyim ve bilgileri bu dinin aleyhinde kullanmak için fırsat kollayan yahudi. Hem de müslümanların Medine’deki hayatlarının en zor döneminde. Her yönden düşmanlıklarla kuşatıldıkları bir sırada ve bütün bu düşmanlıkların arkasında yahudinin bulunduğu bilindiği halde.
Yüce Allah, böyle bir ortamda meydana gelen bu olayı seçmekle, müslüman cemaate aktarmak istediğini söylemek ve öğretmek istediğini bu münasebetle öğretmek istiyordu.
Bu yüzden burada; yalana, uydurmaya, örtmeye ve süslü göstermeye imkan yoktur. İşlenen hatayı örtbas etmek, yapılan kötülüğü görmezlikten gelmek için dalavere yapmaya imkan yoktur.
Burada, müslüman kitlenin görünürdeki çıkarlarını düşünmeye ve bu kitleyi kuşatan geçici koşulları gözetmeye de imkan yoktur.
Buradaki sorun son derece ciddî ve nettir. Yağcılığa ve cıvıklığa tahammül etmez. Kuşkusuz bu ciddiyet şu ilahî metodun gereği ve temelidir. Bu ilâhî metodu yeryüzünde tatbik edip yaymak, hazırlanan bu ümmetin görevidir. İnsanlar arasında adaleti uygulama, evet Allah’tan gelen vahiy ve onun yardımı olmadan insanların ulaşamadığı hatta varlığından bile habersiz oldukları şu yüksek adaleti uygulamak onun görevidir.
İnsan şu erişilmez zirveden, tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm toplumların içinde yaşadığı aşağılık duruma bakınca… her yönüyle, çok alçak bir hayat yaşadıklarını görür. Ayrıca bu ulu zirve ile şu aşağılık durum arasında; kurnazlık, iki yüzlülük, politika, toplum menfaati gibi bir sürü isim ve etiket altında yığınlarca aşılmaz kayanın bulunduğunu görür. İnsan biraz dikkatlice bakınca bunun altında kötülüklerin gizlendiğini görür. İnsan bir daha bakınca, sadece müslüman ümmet örneğinin bu aşağılık düzeyden yüce zirveye çıkabildiğini görür. Tarih boyunca zaman zaman örnekleri görülen bu ümmetin, eşsiz ilahi metodun yönelttiği bu zirveye ulaştığını görür.
Geçmiş ve çağdaş cahiliye toplumlarında “adalet” ismini verdikleri kokuşmuş bataklığa gelince; böylesine temiz ve üstün bir havada üstündeki örtüyü kaldırıp ortalığı kokutmanın yararı yoktur.
Şimdi de bu derste geçen ayetleri ayrıntılı bir şekilde ele alalım: