SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA NİSA SURESİ 56. VE 57. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
56- Hiç kuşkusuz ayetlerimizi inkâr edenleri ilerde ateşe atacağız. Derileri kavruldukça azabın acısını duysunlar diye kendilerine başka deriler giydireceğiz. Hiç şüphesiz Allah üstün iradelidir, hikmet sahibidir. ,
57- İman edip iyi ameller işleyenleri de ilerde içinde ebedi olarak kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz. Onlara orada el değmemiş eşler verilecek, kendileri koyu gölgeler altına alınacaklardır.
Burada bitmesi söz konusu olmayan bir sahne karşısındayız. Sürekli yenilenen somut bir sahne. Hayalde canlanıyor ve bir daha kaybolmuyor, bir tarafa kayıp gitmiyor. Bu sahnenin hakim imajı korkudur, dehşettir. Fakat sürükleyici, esir edici cazibesi olan bir dehşettir bu.
Ayette bu tablo bir tek kelime ile göz önünde canlandırılıyor ve yineleniyor; …dukça (kullema) kelimesi ile. Tabloya ürperticilik ve korkunçluk kazandıran ifade “Derileri kavruldukça” yan cümleciğidir. Tabloya şaşırtıcılığı ve alışılmış manzaralarla çelişen olağan dışılığı katan ifade de cümlenin öbür yarısı, yani “kendilerine başka deriler giydireceğiz” temel cümleciğidir. Bu ürpertici ve korkunç dehşet sadece bir tek şart cümlesinde odaklaşıyor. Bu kafirlerin cezasıdır. Bütün iman etme sebepleri varken bile bile seçilen kâfirliğin cezası. Yani amaçlanmış, istenmiş bir ceza. O halde davranışa denk düşen bir ceza. Okuyoruz:
“Azabın acısını duysunlar diye..”
Çünkü Allah, ceza vermeye muktedirdir, kararı yerinde ve hikmete dayalıdır. Okuyoruz:
“Hiç şüphesiz Allah üstün iradelidir, hikmet sahibidir.”
Şimdi bu sahnenin her noktada karşılığı, karşıtı olan bir sahneye çevirelim bakışlarımızı. Yalazı dalga dalga yükselen alevlerin; acı içinde kıvranan, kavrulmuş erimiş derilerin, kavruldukça yanma olayı yeniden yaşasın, çekilen acı yeniden tadılsın diye yerini başkasına bırakan derilerin bu bedbaht, elem dolu sahnesinin karşılığında “İman edip iyi ameller işleyenler”i gönül okşayıcı, serin meltemli bahçelerde gezinirken buluyoruz. Bu bahçenin;
“Altlarından nehirler akıyor:”
Ayrıca bu sahnede güvenlik ve vurgulamalı bir süreklilik ve kalıcılık buluyoruz:
“Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.”
Bu bahçelerde, bu bitimsiz ebedilikte bir de el değmemiş eşler çıkıyor karşımıza:
“Onlara orada el değmemiş eşler verilecek.”
Son olarak ılık gölgelerin, bu mutlu tablonun havasında titreştiklerini fark ediyoruz:
“Onları koyu gölgelerin altına alacağız.”
Burada Kur’an’ın “Kıyamet sahneleri”ne ilişkin güçlü, imajlı, etkileyici, derin boyutlu üslûbu uyarınca karşılığın niteliğinde, görüntülerde, figürlerde ve imajda tam bir karşıtlık ile yüz yüzeyiz.” (Al-i İmran Suresi, 110)
Aşağıdaki ayetler gurubu İslâm ümmetinin temel düzenini oluşturan son derece önemli bir konuyu içeriyorlar. Bu ayetlerin konusu İslâm ümmetinin temel düzeninde somutlaşmış olarak imanın şartı ve tanımıdır. Bu konunun önemi ve ciddiyeti hem konunun kendisinden ve hem de bu ümmetin temel düzeni ile arasındaki ilişkinin ve bütünleşmenin biçiminden kaynaklanıyor.
Bu ümmetin yoktan var edicisi ve geliştiricisi, varlık alemine çıkarıcısı Kur’an-ı Kerim’dir. Yüce Allah “Sizler insanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz” buyururken bu gerçeği tam olduğu gibi ifade etmiştir.”°’
Evet, Kur’an-ı Kerim bu ümmeti yoktan var eden, onu insanlık tarihinin eşsiz-benzersiz ümmeti, ayetin deyimi ile “İnsanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmet” yapmak üzere geliştiren kaynaktır. Diğer söyleyeceklerimize geçmeden önce bu gerçeği, yani Kur’an’ın bu ümmeti yoktan var edip geliştirdiği gerçeğini açıklığa kavuşturmalı, üstüne basa basa vurgulamalıyız. Gerçekten Kur’an’ın bu ümmete yönelik fonksiyonu bir yoktan var etme ve geliştirme fonksiyonudur. Bu fonksiyon bu ümmetin yeniden doğuşu, hatta “insan”ın bambaşka bir kişilikle yeniden doğuşu anlamına gelir. Bu olay sosyal gelişme yolunda bir aşama, evrimleşme yolunda atılmış bir adım, hatta devrimci bir sıçrama değildi. Olay hem arap milleti için ve hem insanlığın tümü için kelimenin tam anlamı ile bir “yoktan varoluş”, bir “yeniden doğuş” mucizesi idi.
Bu sözlerimizin ışığında cahiliye şiirine ve İslâm öncesi arap kültürünün diğer kaynaklarına bakalım. Bu kaynaklara bir bütün halinde “Arap Divanı” adını veriyoruz. Bu kaynak arapların en yüksek düzeyli ve en kalıcı kültür birikimini içerir. Bu birikim içinde arapların hayata, varlık bütününe, evrene, insana, ahlâka ve insan davranışlarına ilişkin bütün görüşlerine rastlarız. Ayrıca onların hayat kriterleri, duygusal deneyimleri, düşünce ürünleri, kültürel özleri, uygarlık kazanımları, kısacası tüm varoluşları bu divanı oluşturan eserlere yansımıştır.
İşte bu divanın içerdiği kültür birikimini, düşünceleri, değer yargılarını, varlık ve hayat görüşünü, evren ve insana ilişkin bakış açısını, hayat ve insana ilişkin değerleri, sosyal düzenleme kurallarını, insan varlığının varlığına ilişkin bakış açısını, bu düşünceye dayanan pratik yasal düzenlemeleri Kur’an’ın ışığında düşünce süzgecinden geçirelim.
Sonra gerek İslâm öncesi gerek İslâm dönemi arap pratiğine bakalım. İslâm öncesi dönemin değerlendirmesini sözünü ettiğimiz Arap divanında somutlaşan cahiliye düşüncelerinin ışığı altında, İslâm dönemi pratiğinin değerlendirmesini de ilahi sistemde somutlaşan Kur’an kaynaklı düşüncelerin ışığında yapalım.
Gerek bu divanın içerdiği kültür mirasını ve gerekse Arap milletinin eski sosyal pratiğini Kur’an-ı Kerim’in ve İslâm dönemine ilişkin sosyal pratiğin ışığı altında incelenince şu kesin ve belirgin sonuca varırız: İslâm ümmetinin tarih sahnesine çıkışı ne gelişme aşaması ne bir evrim adımı ve ne de bir devrim sıçramasıdır. Bu olay Kur’an-ı Kerim’in yukardaki ayetinde belirtildiği gibi gerçekten bir “ortaya koyma” olayıdır, Allah yapısı bir “ortaya koyma”. Son derece şaşırtıcı bir “yoktan var etme”, son derece orijinal ve eşi görülmemiş bir “ortaya çıkarma” olayı karşısındayız burada. Sebebine gelince bildiğimiz kadarı ile tarihte ilk ve son defa bir kitabın sayfalarından somut bir ümmet fışkırıyor, tarihte ilk ve son defa kelimelerin arasından hayat “ortaya çıkıyor.
Ama aslında ortada şaşılacak bir şey yok. Çünkü sözünü ettiğimiz kelimeler, cümleler, yüce Allah’ın kelimeleri, cümleleri!
Tartışma çıkarmak isteyenler, mızıkçılık yapmak isteyenler bize söylesinler bakalım: Bu ümmet, yüce Allah onu kelimeleri-cümleleri aracılığı ile “ortaya çıkarmadan” önce, Kur’an-ı Kerim aracılığı ile onu yoktan var etmeden önce nerede idi?
Arap yarımadasında olduğunu biliyoruz. Mesele o değil. Mesele şu: İnsanlık ailesi içindeki yeri, ortak insanlık uygarlığı birikimindeki konumu, insanlık tarihindeki yeri neresi idi? Milletlerarası insanlık masasının neresinde oturuyordu? Bu masaya adını duyuran, damgasını taşıyan ne gibi bir değer sunabilmişti?
Bu millet bu din sayesinde varlık sahnesine çıktı. Bu doğru sistem sayesinde oluşumunu gerçekleştirdi. Sonra elindeki yüce Allah’ın kitabı ile ve hayatına damgasını basan ilâhi sistem ile önce kendine çeki-düzen verdi, arkasından bütün insanlığa önder oldu. Dediğimiz gibi bu kitapla ve bu sistem ile. Başka bir şeyle değil. Tarih önümüzdedir işte. Yüce Allah, araplara “Gerçekten size nam sağlayan, öğüt veren bir kitap indirdik size, buna aklınız ermiyor mu?” (Enbiya Suresi, 10) buyurmuştu. Yüce Allah’ın bu vaadi gerçekleşti.
Çünkü bu kitaptan kaynaklanan gerekçeler ile bu millet adını dünyaya duyurdu, tarihin gelişiminde rol oynadı, önce “insana yaraşır” bir kişiliği, varoluşu, ikinci olarak da evrensel bir uygarlığı oldu. Oysa bazı budalalar yüce Allah’ın arap milletine yönelik bu nimetine karşı nankörlük etmek istiyorlar. Yüce Allah tüm insanlığa seslenen son sözünü, sonuncu mesajını araplar ve arapça aracılığı ile insanlığa sundu. Bu yolla araplara kişilik, nam, tarih ve uygarlık bağışladı. Fakat sözünü ettiğimiz bazı budalalar yüce Allah’ın bu bağışını inkar etmek istiyorlar, yüce Allah’ın sırtlarına giydirdiği bu kaftanı üzerlerinden çıkarmak istiyorlar; kendilerini nama, şerefe iletmiş olan, hatta aralarından çıkan İslâm ümmeti sayesinde kèndilerini varolma düzeyine yükseltmiş olan bu şerefli sancağı parçalamak yırtmak istiyorlar.
Evet, dediğimiz gibi, Kur’an bu ümmeti varlık sahnesine çıkardı ve oluşumunu sağladı. Cahiliye bataklığından tutup çıkardığı İslâm toplumunun bünyesine tasarladığı yeni değerleri yerleştirdi. Bu toplumun hayatında ve fertlerin vicdanlarında bulunan cahiliye değerlerini ve tortularını silip ortadan kaldırdı. Bu toplumun yapısını bu “yeniden doğuş”un esasına göre düzenledi, ya da gerek duyunca yeniden kurdu.
Yine Kur’an, bu müslüman toplumla birlikte, bu toplumun safında gerek fertlerinin vicdanlarında ve gerekse sosyal kurumlarında tortular bırakarak göçüp giden eski cahiliye ile ve gerekse Medine yahudilerinin, münafıkların ve Mekke putperestlerinin kişiliklerinde somutlaşan aktüel cahiliye ile iki yönlü bir savaşa girdi. Bu iki savaş aynı zamanda ve aynı alanda cereyan ediyordu.
Kur’an-ı Kerim bütün bunları yaparken müslüman cemaate doğru bir düşünce temeli kazandırarak işe başlıyor. Bunun için imanın şartını ve İslâm’ın tanımını açıklığa kavuşturuyor. Sonra da bu düşünce sistemini -doğrudan doğruya bu noktadan- temel düzenine, anayasasına bağlıyor. O temel düzen ki bu toplumun kişiliğini çevresindeki cahiliyenin kişiliğinden ayırıyor, ona insanlar için ortaya çıkarılmış seçkin ümmetin özelliklerini kazandırıyor, ona insanlara mesaj verme, onları yüce Allah’a iletme, ilâhi sistemle bütünleştirme konumu sağlıyor.
İşte aşağıda incelemeye çalışacağımız ayetler bu temel düzeni, imanın şartına ve İslâm’ın tanımına ilişkin düşünceden kaynaklanan ve bu düşünce üzerine oturan alt yapıyı ele alıp açıklıyorlar.
Bu ayetler bu konuda öncelikle şu noktaları belikliyorlar, şu sorulara kesin cevaplar veriyorlar: Müslüman ümmet hayat sistemini hangi kaynaktan alacaktır? Bu almayı hangi yöntemle gerçekleştirecektir? Başvuru kaynağından alacağı ilkeleri nasıl anlayacak, nasıl yorumlayacaktır? İnsanlar tarafından farklı biçimde yorumlanan ve haklarında nass bulunmayan yeni meseleler, yeni problemler bu kaynağa nasıl dayandırılacaktır? Müslüman ümmet hangi otorite mercilerine niçin itaat edecektir? Bu mercicilerin otoritesi, yaptırım gücü nereden kaynaklanır? Okuyacağımız ayetler, bu soruların ortaya çıkaracağı ilkelerin “imanın şartı ve İslâm’ın tanımı” olduklarını belirtiyorlar.
Bu şartlar yerine gelince bu ümmetin siyasi alt yapısı ile inancı, parçalanmaz ve elementlerine ayrılmaz bir bütünlük içinde kaynaşmış olur.
İşte aşağıda okuyacağımız ayetler bu son derece önemli konuyu, kuşkunun gölgesine bile yer vermeyen bir netlikle açıklığa kavuşturuyor. Ayetleri okuyunca bu problemin ne kadar kesin bir üslupla ortaya konduğunu görecek ve kendi kendimize “Bir müslüman bu hükümleri nasıl tartışma konusu yapabilir?” diyerek bu konuda tereddüde düşenlere şaşacağız.
Okuyacağımız ayetlerden biri, müslüman ümmete diyor ki: Peygamberler, insanlara -Allah’ın izni çerçevesinde- itaat edilmek üzere gönderildi, yoksa sırf aldıkları mesajı duyurmak ve insanları ikna etmek için gelmediler Okuyalım:
“Biz gönderdiğimiz her peygamberi, Allah’ın izni ile, mutlaka kendisine itaat edilsin diye gönderdik.”
Yine bu ayetlerden birinde İslâm ümmetine deniyor ki: İnsanlar -ilke olarak- yüce Allah’ın sistemini hakem, yargı mercii olarak kabul etmedikçe mümin olamazlar. Bu sistem, ilk önce Peygamberin verdiği kararlarda somutlaşır, O’ndan sonrada Kur’an ve sünnet kaynakları halinde varlığını devam ettirir. İnsanların mümin sayılabilmeleri için bu sistemin hakemliğine başvurmaları da tek başına yeterli değildir, aynı zamanda bu kaynağın vereceği hükümleri teslimiyetle, gönül hoşnutluğu ile benimsemelidirler. Okuyoruz:
“Hayır hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında doğan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça sonra da vereceğin karara, gönüllerinde hiç bir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar.”
İşte imanın şartı ve İslâm’ın tanımı budur.
Bu ayetlerin bir başkası da müslüman cemaate şu mesajı veriyor: Tağut’un, yani yüce Allah’ın dışındaki herhangi bir yargı merciinin hakemliğine başvurmaya kalkışanlarını, gerek bizim peygamberimize ve gerekse daha önceki peygambere inandıkları biçimindeki iddiaları geçersizdir, makbul değildir. Bu iddiaları asılsızdır, Tağutun hakemliğine başvurmaları bu sözü askıda bırakmaktadır, çürütmektedir. Okuyoruz:
“Gerek sana gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenleri görmüyor musun? Bunlar tanımamakla, karşı çıkmakla emredildikleri Tağut’un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor.”
Yine bu ayetlerin birinde müslüman ümmete, yüce Allah’ın indirdiği hükümlerin ve Peygamberimizin hakemliğine sırt çevirmenin bir münafıklık belirtisi olduğu söyleniyor. Okuyalım:
“Onlara `Allah’ın indirdiğine ve Peygambere geliniz’ dendiğinde o münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.”
Yine bu ayetlerden birinde müslüman cemaate şu mesaj veriliyor: Kur’an-ı Kerim’e uyarak Allah’a, sünnete uyarak Peygambere” iman şartının ve İslâm tanımının kapsamı içinde yer alan, mümin devlet adamlarına itaat etmek, bu cemaatın iman dayanaklı sistemini ve temel yasasını oluşturur. Okuyoruz:
“Ey müminler Allah’a, Peygamber’e ve sizden olan devlet yetkililerine itaat ediniz.”
Aynı ayetin devamında da müslüman cemaate verilen direktif şudur: Sosyal şartların değişmesi sonucu önüne çıkan tartışmalı konuları ve haklarında kesin delil bulunmayan, yeni ortaya çıkmış meselelerin çözümünü Allah’a ve Peygamber’e, yani Kur’an’a ve sünnete havale ediniz. Okuyalım:
“Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde o meselenin çözümünü Allah’a ve Peygambere havale ediniz.”
Eğer bu ilkeye uyulursa İlâhi sistemin sürekli egemenliği, hayatın yeni ve tartışmalı meselelerine ilişkin çözüm üretme fonksiyonu Kıyamete kadar garantiye alınmış olur. Bu ilk müslüman ümmetin temel yasasını, siyasî altyapısını oluşturur. Bunsuz mümin olunamaz. Bu gerçekleşmedikçe müslüman olunamaz. Çünkü bu ilke belirtilen şartlara bağlı bir itaati, İslâm toplumunun ileri ve farklı aşamalarında ortaya çıkacak olan yeni problemlerin yüce Allah’a ve Peygamberimize havale edilmesini, kesin ve tartışma götürmez biçimde imanın şartı ve İslâm’ın tanımı saymaktadır. Okuyalım:
“Eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanmışsanız…”
Yukarda “Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediklerine bağışlar” (Nisa Suresi, 48) ayetini incelerken yapmış olduğumuz açıklamayı tekrar hatırlayalım. Orada ağırlıklı olarak ?u nokta üzerinde durmuştuk. Yahudiler, yüce Allah’ı bir yana bırakarak hahamlarını ilâh edindikleri gerekçesi ile Allah’a ortak koşmakla, müşrik olma damgasını yiyorlar. Oysa onlar bildiğimiz somut anlamda hahamlarına, din adamlarına tapmıyorlar. Yaptıkları şu: Hahamların bazı şeyleri helâl ve bazı şeyleri de yasak saymalarını kabul ediyorlar. Hahamlara ilke olarak egemenliğin kaynağı olma, yasa koyma yetkisini tanıyorlar. İşte bu gerekçe ile Allah’a ortak koşmuş sayılıyorlar. O Allah’a ortak koşma ki, yüce Allah onun dışında kalan bütün günahları affediyor. İşlenen günah “zina, hırsızlık, içki içmek” gibi büyük günahlardan biri bile,olsa af kapsamı dışında tutulmuyor. Böylece meselenin özü önce yüce Allah’ı tek ilâh bilmeye, arkasından O’nun egemenliğini ortaksızlığını tanımaya, ilâhlığın bu önemli karakteristiğini yüce Allah’ın tekelinde görmeye dayandırılmış oluyor. Ancak bu çerçeve içinde müslümanın müslüman kalması, müminin müminlik niteliğini taşımaya devam etmesi mümkündür; ancak bu çerçeve içinde müslüman, küçük-büyük her türlü günahının affedilmesini bekleyebilir. Bu çerçevenin dışı ise yüce Allah’ın kesinlikle affetmeyeceğini bildirdiği müşrikliktir, Allah’a ortak koşma suçudur. Çünkü yüce Allah’ı ilâhlıkta tek bilmek ve egemenlikteki yetkisinin sınırsızlığını tanımak imanın şartı ve İslâm’ın tanımının gereğidir. Yüce Allah işte bu gerekçe ile “Eğer Allah’a ve Ahiret gününe gerçekten inanmışsanız…” buyuruyor.
Az sonra okuyacağımız ayetler gurubunun ana eksenini bu hayati konu oluşturur. Ayetlerin bunun yanısıra işledikleri diğer önemli konu müslümanların adalet ve ahlâk ilkelerini ilâhi sistemin doğru ve tutarlı esasları uyarınca yeryüzüne egemen kılmak hususundaki görevleridir. Okuyoruz:
“Allah size emanetleri, onları taşıyabilecek olanlara yüklemenizi ve insanlar arasında hüküm verirken adalete uygun hüküm vermenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor! Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve görendir.”
Böylece okuyacağımız ayetlerin içeriklerinin ana hatlarına kısaca değinmiş olduk. Şimdi bu ayetleri teker teker ele alarak ayrıntılı biçimde incelemeye çalışalım: