SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA TEVBE SURESİ 122. AYET
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
122- Mü’minlerin topyekün sefere çıkmaları gerekmez. Bunun yerine her kabileden bir grup, dinin özünü öğrenmek ve kötülüklerden kaçınırlar umudu ile soydaşlarını uyarmak için sefere çıkmalıdır.
Bu ayetin tefsirine, dinin özünü kavrayacak ve geri döndüğünde toplumunu uyaracak grubun kimliğine ilişkin birçok rivayet vardır. Bize göre ayeti şu şekilde yorumlamak en doğrusudur: Mü’minler hep birlikte seferberliğe katılacak değildirler. Her topluluktan birer grup katılacaktır. Ama sefere çıkanlarla, geride kalanlar, bu işi dönüşümlü yapacaklardır. Savaşa çıkan grup, seferberlik, yolculuk, cihad ve bu inanç uyarınca harekete geçme sayesinde dinin özünü kavrayacak, döndüğü zaman da, cihad ve hareket esnasında bu dinin özüne ilişkin gördüğü ve kavradığı gerçeklerle kavminden geride kalanları uyaracak, onlara bu gerçekleri anlatacaktır.
Bizi bu sonuca götüren etken -bu görüş temelde, İbn-i Abbas’ın yorumuna, Hasan Basri’nin tefsirine, İbn-i Cerir’in tercihine ve İbn-i Kesir’in görüşüne dayanmaktadır- bu dinin harekete dönük bir hayat sistemi oluşudur. Bu dinin özünü, onunla birlikte hareket etmeyenler kavrayamaz. Dolayısıyla bu din uğruna cihad edenler, insanlar arasında bu dinin özünü en iyi şekilde kavrama imkânına sahip kimselerdir. Çünkü bu dinle birlikte, hareket esnasında dinin sırları ve derin anlamları ortaya çıkar. Olağanüstü olayları ve pratik uygulamaları gözleriyle görürler. Geride kalanlara gelince, bunlar harekete katılanlara başvurmak zorundadırlar. Çünkü savaşa çıkanların gördükleri gerçekleri görmemişlerdir. Onların kavradığı gibi kavrayamamışlardır dinin özünü. Bu dinle birlikte harekete geçenlerin farkına vardıkları sırları görememişlerdir. Özellikle sefere çıkanlar arasında Allah’ın Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- bulunuyorsa… Genel olarak savaşa çıkma, dini anlamanın ve dinin özünü kavramanın en uygun yoludur.
Bu görüş, ilk başta akla gelen seferden, cihattan ve hareketten geri kalanların dinin özünü kavramak üzere ayrıldıkları düşüncesine ters gelebilir. Ama savaştan geri kalanların, dinin özünü kavramak üzere ayrıldıkları düşüncesi dayanaksız bir kuruntudur. Bu dinin tabiatına terstir. Bu dinin dayanağı harekettir. Bu yüzden, onunla birlikte hareket eden insanların pratik hayatına onu egemen kılmak için cihad eden, yaşamaya dönük hareket aracılığı ile, cahiliyeye karşı üstünlük sağlayandan başkası bu dinin özünü kavrayamaz.
Deneyimler kanıtlamıştır ki, bu dinle birlikte harekete geçmeyenler, bu dini harekete dönük bir sistem olarak yaşamayanlar, uzun süre kitaplar arasında donuk incelemeler ve araştırmalarla uğraşsalar bile, dinin özüne ilişkin olarak hiçbir şey kavrayamazlar. Gerçekleri gün yüzüne çıkaran aydınlık, bu dini insanların hayatına egemen kılmak için hareket eden, cihad hareketine katılan kimselere görünebilir. Kitapların safları arasında boğularak incelemeye girişenlere değil.
Bu dinin fıkhı, ancak hareket yurdunda ortaya çıkabilir, gelişebilir. Dinin özü, harekete dönük bir hayat biçimi olarak yaşaması gerekirken, yerinde oturan bir fıkıhçıdan alınamaz, öğrenilemez. Günümüzde islâm fıkhını, “yenilemek” ya da -Haçlı oryantalistlerin dediği gibi- “geliştirmek” amacıyla fıkhi hükümler çıkarmak için kitapların, sayfaların arasında incelemeye dalanlar… Evet insanları kula kulluktan kurtarmaktan ve sadece Allah’ın şeriatını egemen kılmak ve tağutların yasalarını hayattan uzaklaştırmak suretiyle, insanları Allah’a kul yapmayı hedefleyen hareketten çok uzak olan bu adamlar, bu dinin tabiatını kavrayamazlar. Bu yüzden, dinin fıkhını düzenlemeleri ve fıkhi kurallar koymaları doğru değildir.
İslâm fıkhi, islâmi hareketin ürünüdür: Önce din ortaya çıkmış, sonra fıkıh… Bunun tersi kesinlikle doğru değildir. Önce tek başına Allah’a boyun eğme olayı gerçekleşmiştir… Önce sadece Allah’a itaat edilmesi gerektiğini kabul eden, cahiliye yasalarını, gelenek ve göreneklerini bir kenara bırakan, insan aklının ürünü yasaların hayatın herhangi bir yönüne egemen olmasına imkân vermeyen bir toplum oluşmuştur. Sonra bu toplum, şeriatın özünden kaynaklanan ayrıntılara ilişkin hükümlerin yanında, şeriatın genel ilkeleri doğrultusunda pratik olarak yaşamaya başlamıştır. Bu toplum, Allah’ın tek ve ortaksız egemenliğinin öngördüğü şekilde, sadece O’nun şeriatını hayata geçirmek, yani O’nun dininin egemenliğini gerçekleştirmek için pratik hayatını sürdürürken, pratik hayatında yenilenen durumların etkisiyle ortaya çıkan ayrıntıya ilişkin sorunlarla da karşılaşmıştır. İşte sadece bundan dolayı fıkhi hükümler çıkarmaya çalışmıştır. İslâm fıkhının gelişmesi bu noktadan başlamıştır. İşte bu fıkhı ortaya çıkaran etken, bu dinle birlikte hareket etme olayıdır. Gelişmeyi sağlayan bu harekettir. Bu fıkıh, hiçbir zaman pratik hayatın sıcaklığından uzak bir şekilde donuk sayfalar arasından çıkarılan bir fıkıh olmamıştır. Bu yüzden, dinin özünü kavramış fıkıhçıların oluşturdukları fıkıh; onların bu dinle birlikte hareket etmelerinin ve bu dini yaşayan ve onun uğruna cihad eden, pratik hayatın hareketi ile ortaya çıkarak, fıkhı uygulayan canlı müslüman toplumun pratik hayatı ile içiçe oluşlarının ürünüdür.
Peki bugün durum nasıldır?.. Allah’ın tek ve ortaksız egemenliğini ilan eden herhangi bir kulun egemenliğini fiilen reddeden, Allah’ın şeriatını yasa edinen ve bu yetkili kaynaktan gelmeyen tüm yetkisiz yasaları pratik olarak reddeden o müslüman toplum nerede?..
Hiç kimse bu toplumun şu anda var olduğunu iddia edemez. Bunun için islâmi bilen, daha baştan bu fıkhın hayatına yön veren tek yasa olması gerektiğini kabul etmeyen toplumların içinde yaşarken, islâm fıkhını geliştirmeye ya da “yenilemeye” veya “çağdaşlaştırmaya” yeltenemez. Ciddi bir müslüman öncelikle, sadece Allah’a itaat edilmesini, O’nun dininin egemen olmasını sağlamaya çalışır. Hakimiyet Allah’a itaat edilmesini sağlamak için yasama ve kanun koymanın sırf O’nun şeriatından kaynaklanmasını gerçekleştirmeye çalışır.
Bazı kimselerin islâm fıkhını uygulayan, hayatlarını bu fıkha dayandırmayan bir toplumda, islam fıkhının gelişmesinin ya da “yenilenmesi” yahut “çağdaşlaşması” ile uğraşmaları bu dinin ciddiyetine yakışmayan boş ve komik bir çabadır. Aynı şekilde bir insanın yerinde oturup soğuk kitap ve sayfalar arasında kaybolup, donuk fıkhi kalıplardan fıkhi kurallar edinmek suretiyle dinin özünü kavrayacağı düşüncesinde olması da, bu dinin tabiatını bilmemesinin yüz kızartıcı ifadesidir. Çünkü islâm, yoluna devam eden hayatın akışına egemen olmadıkça ve realite dünyasında bu din ile birlikte hareket edilmedikçe, şeriattan fıkhi kurallar çıkarmak mümkün olmayacaktır.
İslâm toplumunu doğuran etken, Allah’ın dinini din edinme ve sadece O’nun dinini hükümran kılma olayıdır. İslâm toplumu da, “İslâm fıkhını” oluşturmuştur. Bu sıralama kaçınılmazdır. Sadece Allah’a itaat etmenin, O’nun dinini hükümran kılmanın ortaya çıkardığı ve sırf Allah’ın şeriatını uygulamaya kararlı bir müslüman toplumun varlığı kaçınılmazdır. Bundan sonra -ama kesinlikle önce değil- kendisini ortaya çıkaran toplumun boyuna göre, ayrıntılı bir islâm fıkhı oluşur. Ama kesinlikle önceden hazırlanmış bir “giysi” olarak değil. Çünkü her fıkhi hüküm -tabiatı itibariyle- genel şeriatın, belli bir oranda, belli bir kalıpta ve belli koşullarda pratik durumlara uygulanışının kurallaşmış ifadesidir. Bu durumları islâm çerçevesinde -uzağında değil- ortaya çıkaran oranını, şeklini ve koşullarını belirleyen hayatın akışıdır. Bunun için derhal bu durumların “boyuna” uygun, “ayrıntılı” hüküm belirlenir. Kitapların sayfaları arasındaki kalıplaşmış hükümlere gelince, bunlar, pratik olarak islâm şeriatının egemenliği esasına dayalı olarak süren islâmi hayatın varolduğu dönemlerde ortaya çıkan belli durumlar için belirlenmiş, ayrıntılı biçimde konulmuş kurallardır. Ortaya çıktıkları dönemde donuk ve “kalıplaşmış” kurallar değildiler. O zaman canlı ve hayat dolu kurallardı bunlar. Bizim de karşımıza çıkan yeni durumlar için ayrıntılı kurallar belirlememiz gerekir, ama bundan önce, toplumsal yasalarına Allah’dan başkasına boyun eğmeyen, yasamaya ilişkin hükümleri sırf O’nun şeriatından edinen müslüman bir toplumun varlığı şarttır…
Ancak bu şekilde uğraşırlar; ciddi ve sonuç alıcı, dolayısıyla da bu dinin ciddiliğine yakışır olabilir. Bunun için yapılır basiretleri açan ve dinin özünü işte bu amaç doğrultusunda, basireti açan ve dinin özünü gerçek anlamda kavramayı sağlayan cihad yapılır. Bunun dışındaki tüm uğraşılar, bu dinin önünde ters, komik ve boş uğraşılardır. Bu uğraşılar, “islâm fıkhını yenileme” ya da “geliştirme” maskesi altında, gerçek cihad yükümlülüğünden kaçmanın belirtisidir. Oysa zayıflığı ve eksikliği itiraf etmek, geride kalıp oturanlarla birlikte cihada çıkmamakla işlenen günah için, Allah’dan bağışlanma dilemek böyle bir kaçıştan daha iyidir.
Bundan sonra ayet, cihad hareketinin stratejisini ve boyutunu belirlemeye koyuluyor. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ve bütün halifeler bu strateji ve bu boyuta göre hareket etmişlerdir. Birtakım pratik gereklerin ortaya çıkardığı durumların dışında bunlardan ayrılmamışlardır: