“SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA YUSUF SURESİ 70. VE 79. AYETLER ARASI”
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
70- Yusuf, kardeşlerinin zahire yüklerini hazırlatırken, ölçü kabı olarak kullanılan su tasını öz kardeşinin yüküne koydurdu. Arkasından bir görevli: “Ey yolcular kafilesi, sizler hırsızsınız” diye seslendi.
71- Yusuf’un kardeşleri, görevlilere dönerek “Ne kaybettiniz?” dediler.
72- Görevlilerden biri dedi ki; “Ölçü kabı olarak kullanılan kralın su tasını kaybettik. Onu geri getirene ödül olarak bir deve yükü zahire verilecek buna ben kefilim. “
73- Yusuf’un kardeşleri “Allah aşkına, siz de biliyorsunuz ki, biz bu ülkeye kargaşa çıkarmak için gelmedik, biz hırsız değiliz” dediler.
74- Görevliler; “Peki eğer yalan söylüyorsanız, size göre hırsızlığın cezası nedir?” dediler.
75- Yusuf’un kardeşleri “Hırsızlığın cezası, tası yükünde bulduğunuz kimsenin karşılık olarak tutulmasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız” dediler.
76- Yusuf, öz kardeşinin valizinden önce üvey kardeşlerinin valizlerini aradı, sonra tası öz kardeşinin valizinden çıkardı. Biz Yusuf’a böyle bir plana başvurmayı ilham ettik. Çünkü kralın yasalarına göre kardeşini alıkoyamazdı. Meğer ki, Allah bu alıkonmayı dilemiş olsun. Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her bilenden daha üstün bir bilgin vardır.
77- Yakub’un oğulları; “Bu kardeşimiz hırsızlık yaptı ise daha önce de onun öz kardeşi hırsızlık yapmıştı” dediler. Yusuf kardeşlerinin bu iftirasını duymazlıktan geldi, onu yüzlerine vurmadı. İçinden “Asıl kötü durumda olan sizlersiniz, Allah sizin uydurma sözlerinizin içyüzünü herkesten iyi bilir” dedi.
78- Yakub’un oğulları dediler ki; “Ey vezir, bu kardeşimizin ileri derecede yaşlanmış, ihtiyar bir babası var. Onun yerine içimizden birini alıkoy. Görüyoruz ki, sen iyiliksever bir adamsın. “
79- Yusuf “Çalınan eşyamızı valizinde bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah’a sığınırız. Yoksa zalimlik etmiş oluruz ” dedi.
Burada hareketlerle, tepkilerle ve sürprizlerle dolu dehşetli bir sahne karşısındayız. Öyle ki, bundan daha hareketli, daha canlı ve daha yoğun tepkili bir sahne düşünülemez. Yalnız bu sahne, pratik gerçeği somutlaştıran bir realiteler yumağıdır. Kur’an, bu realiteler yumağını son derece canlı ve çekici bir anlatımla gözlerimizin önüne getiriyor.
Perde arkasında Hz. Yusuf, kralın tasını, maşrabasını bir çuvala koyduruyor. Bu tas, normal olarak altından olmalıdır. Kimi rivayetlere göre o bir içecek kabı olarak kullanılmaktadır. Fakat öte yandan geniş ve derin bir hacme sahip olduğu için o günlerde buğday ölçeği olarak kullanılıyor. Çünkü o açlık yıllarında buğday son derece az bulunur, değerli bir nesnedir. İşte Hz. Yusuf, perde gerisinde bu tası öz kardeşinin payına düşen hayvanın yüküne gizlice koyduruyor. Maksadı yüce Allah’ın kalbine ilham ettiği bir planı yürütmektir. Bu planın ne olduğunu az sonra öğreneceğiz.
Arkasından görevlilerden birinin yüksek sesle bağırdığını işitiyoruz. Adam bir genel duyuruyu seslendiriyor. Bu sırada Hz. Yusuf’un kardeşleri geri dönüş yolculuğunun başlangıcındadırlar. Okuyoruz:
“Ey yolcular kafilesi, sizler hırsızsınız.”
Hz. Yusuf’un kardeşleri kendilerini hırsızlıkla suçlayan bu duyuruyu işitince irkilirler. Çünkü onlar Hz. İbrahim oğlu Hz. İshak oğlu Hz. Yakub’un oğullarıdırlar. Durum aydınlığa kavuşsun diye geri dönerler. Okuyoruz:
“Yusuf’un kardeşleri görevlilere dönerek `ne kaybettiniz?’ dediler.”
Hayvan yüklerini hazırlayan görevliler ya da aralarından biri yukarıdaki duyuruyu seslendiren muhafızlar bu soruya, şöyle karşılık verdiler:
“Ölçü kabı olarak kullanılan kralın su tasını kaybettik.”
Arkasından duyuruyu seslendiren görevli, kayıp tası kendiliğinden geri getiren kimsenin ödüllendirileceğini açıklıyor. Yaşanan kıtlık şartları gözönüne alınınca sözkonusu ödülün değerli bir teşvik unsuru olduğu da meydana çıkıyor.
“Onu geri getirene ödül olarak bir deve yükü zahire verilecek, buna ben kefilim.”
Fakat Hz. Yusuf’un kardeşleri suçsuz olduklarından emindirler. Çünkü hırsızlık yapmamışlardır. Onlar hırsızlık yapmaya, toplumsal ilişkilerin dayanağı olan güveni sarsan bu kargaşa çıkarıcı çirkin eylemi gerçekleştirmeye gelmemişlerdir. Bu güven duygusunun rahatlığı içinde şöyle yemin ediyorlar:
“Yusuf’un kardeşleri `Allah aşkına, siz de biliyorsunuz ki, biz bu ülkeye kargaşa çıkarmak için gelmedik, biz hırsız değiliz’ dediler.”
Durumumuz, görünüşümüz, soyumuz-sopumuz ortaya koyuyor, size kanıtlıyor ki, biz bu çirkin eylemi yapacak adamlar değiliz. “Biz hırsız değiliz.” Böylesine iğrenç bir suç işlemek bizden asla beklenemez.
Bunun üzerine yüklerin hazırlayıcıları ya da güvenlik görevlileri diyorlar ki:
“Peki eğer yalan söylüyorsanız, size göre hırsızlığın cezası nedir?”
İşte bu noktada yüce Allah’ın Hz. Yusuf’a ilham etmiş olduğu planın ucu görünüyor. Çünkü Hz. Yakub’un şeriatine göre hırsız, çaldığı mala karşılık rehin, tutsak ya da köle olarak alıkonabiliyordu. Hz. Yusuf’un kardeşleri suçsuzluklarından emin oldukları için yakalanacak olan hırsızın kendi şeriatlerinin hükümlerine göre cezalandırılmasını kabul ediyorlardı. Böylece yüce Allah’ın Hz. Yusuf’a ve öz kardeşine ilişkin planı gerçekleşme yoluna giriyordu. Okuyoruz:
“Yusuf’un kardeşleri `Hırsızlığın cezası, tası yükünde bulduğunuz kimsenin karşılık olarak tutulmasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız.”
Bizim hırsıza uyguladığımız şeri hüküm bu yoldadır. Hırsız bizim şeriatımıza göre bir tür zalimdir.
Hz. Yusuf, bu tartışmaları bizzat izlemekte ve dinlemekteydi. Sonuçta onların aranmasını emretti. Kesin zekâsıyla, kardeşinin yükünü aramazdan önce diğerlerinin yüklerini aramanın daha uygun olacağını düşünmüştü. Böylece onlar bu aramaya ilişkin en küçük bir kuşkuya bile kapılmamış olacaklardı:
“Yusuf, öz kardeşinin valizlerinden önce üvey kardeşlerinin valizlerini aradı, sonra tası öz kardeşinin valizinden çıkardı.”
Ayetlerde bu olayın bu kadarı anlatılmakla yetiniliyor. Suçsuzluklarından emin olan, bu konuda yeminler eden, asla olamaz diyen Yakub’un oğullarının bu korkunç sürprizle ne denli şaşkına düştüklerini düşlemek ise, bizim hayal gücümüze bırakılıyor. Bu noktada hiçbir şey aktarılmıyor. Bu sahnedeki tabloyu tüm tepkileriyle tamamlamak bizim hayal gücümüze havale ediliyor. Ardından hemen, Yakub’un oğulları da dahil, herkes kendine gelene dek, kıssadaki bir başka noktaya geçiliyor:
“Biz Yusuf’a böyle bir plana başvurmayı ilham ettik.”
Yani onun böylesine ince bir plan hazırlamasını sağladık.
“Çünkü kralın yasalarına göre, kardeşini alıkoyamazdı.”
Eğer kardeşini kralın yasalarına göre yargılayacak olsaydı, onu alıkoyabilmesi mümkün değildi. Hırsıza çaldığı eşyaya uygun düşecek bir ceza verebilirdi ama, bu gerekçeyle onu alıkoyamazdı. Ancak Yusuf onu, kardeşlerinin mensup olduğu dinin hükümlerine göre yargılamış ve sonuçta alıkoyabilmişti. Bu yüce Allah’ın Hz. Yusuf’a nâsıl uygulayacağını ve ne yapacağını ilham ettiği bir plandı. Yüce Allah’ın onun için hazırladığı bir plandı. Ayetin orijinalinde “plan”, Arapça’daki “keyd” sözcüğüyle ifade ediliyor. Bu sözcük Arapça’da, ister iyilik, ister kötülük için hazırlanmış gizli bir planı ifade etmek için kullanılır. Genelde olumsuz anlamı daha baskındır. Burada olayı dıştan gözlemlediğimizde, bu planda bir kötülük göze çarpmaktadır. Zira bu işin ucu, hem yanında alıkoyduğu kardeşine, hem de döndüklerinde babalarının karşısında güç duruma düşecek diğer kardeşlerine zararı dokunmaktadır. Yine bu iş, babası Yakub için de -geçici bir süre de olsa- kötü bir durumdur. Bu nedenle ayette de pek çok şeyi tek bir sözcükle ifade edebilmek ve olayın dış görünümüne işaret edebilmek için, özellikle “keyd” sözcüğü kullanılmıştır. Bu, Kur’an’daki ifade inceliğine bir örnektir.
“Çünkü kralın yasalarına göre, kardeşini alıkoyamazdı.” “Meğer ki Allah bu alıkonmayı dilemiş olsun..”
Meğer ki Allah bu alıkonmayı dilediğinden ötürü, Yusuf’a yukarıda gördüğümüz biçimde bir plan hazırlamış olsun.
Ayette bunun ardından, Hz. Yusuf’un yüksek bir dereceye ulaşmış olduğuna işaret ediliyor:
“Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz.”
Sonra, en yüce, en geniş bilginin Allah’a ait olduğuna dikkat çekilerek, Yusuf’un bilgi açısından ulaştığı düzeye değiniliyor:
“Her bilenden daha üstün bir bilgin vardır.” İncelik yüklü, güzel bir vurgulamadır bu!
Kur’an’ın kılı kırk yaran şu derin ifadesi üzerinde de ayrıca durmamız gerek:
“Biz Yusuf’a böyle bir plana başvurmayı ilham ettik. Çünkü kralın yasalarına göre, kardeşini alıkoyamazdı…”
Burada, kralın yasaları denilirken “yasalar”, ayetin orijinalinde “din” sözcüğüyle ifade ediliyor. Böylece bu ayette, “din”in hangi anlamları içerdiği özenle ve kesinkes belirlenmiş bulunuyor. Bu ayette “din” sözcüğü, kralın koyduğu sistem ve yasaları ifade etmek için kullanılıyor. Bu sistem ve yasalara göre hırsızı, hırsızlığının cezası olarak alıkoymak mümkün değildir. Ancak Hz. Yakub’un dininin sistem ve yasalarına göre, alıkoyma cezası mümkündü. Nitekim Hz. Yusuf’un kardeşleri bu olayda daha baştan, kendi dinlerinin yasalarına göre yargılanmayı kabul etmişlerdi. Yusuf da tası kardeşinin yükleri arasında bulduğunda, onların kendi dinlerinin yasalarına göre hüküm vermişti… Görülüyor ki Kur’an’da “din” sözcüğü, sistem, şeriat ve yasaları ifade etmek için kullanılıyor.
“Din” sözcüğünün Kur’an’daki bu apaçık anlamını, yirminci yüzyılın cahiliye ortamında tüm insanlar unutmuş görünmektedir. Cahiliye yanlıları da kendilerini müslüman olarak niteleyen bazı kimseler de bu gerçekten tümüyle habersiz durumdadırlar!
Bu tipler “din” dediklerinde, sadece inanç ve ibadet esaslarını anlıyorlar… Ve bir kimse Allah’ın birliğine, peygamberi Hz. Muhammed’e, meleklerine, kitaplarına, diğer peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, iyiliğin de kötülüğün de Allah’dan olduğuna inandığını söyleyip belirli ibadetleri de yerine getiriyorsa, onu hemen “Allah’ın dini”ne girmiş bir kimse olarak kabul ediyorlar! .. Bu tipler için bir kimsenin, -her ne kadar yukarıda sözü edilenleri yapsa da- yeryüzünde Allah dışında başka rabbler edinip onların otoritesini kabullenmesi, onlara itaat edip boyun eğmesinin zerre kadar önemi yoktur! .. oysa buradaki ayette kralın koyduğu sistem ve yasalar, “dinu’l-melik (kralın dini)” biçiminde ifade edilerek, “din”in anlamı kesinkes belirlenmiş bulunuyor. Dolayısıyla “Allah’ın dini” denildiğinde de, yüce Allah’ın koyduğu sistem, şeriat ve yasalar anlaşılmalıdır…
Bu sözcüğün anlamı o denli yozlaştırılıp daraltılmış ki, cahiliye sistemi altındaki kitleler artık “din” denildiğinde, inanç ve ibadet esasları dışında hiçbir şey anlamıyor!.. Oysa Hz. Adem’den, Hz. Nuh’dan tutun da Hz. Muhammed’e -salât ve selâm üzerine olsun- varana dek “din”in hiçbir zaman için böylesine güdük bir anlam ifade etmesi asla sözkonusu olmamıştır…
Tarih boyunca “din”, hep şu anlamda kullanılmıştır: Allah’ın koyduğu hükümleri benimseyip, O’nun dışındaki kimselerin koydukları hükümleri reddederek sadece yüce Allah’a boyun eğmek! Yeryüzünde de göklerde de O’nun ilahlığını birlemek! O’nun insanların biricik ve tek rabbi olduğunu kabul etmek! Yani sadece O’nun egemenliğini, hükümlerini, otoritesini ve buyruklarını benimsemek! Nitekim “Allah’ın dini”nde olanlar ile “kralın dini”nde olanlar arasındaki yolların ayrılış noktası da bu konuydu. Birinci gruptaki insanlar, sadece Allah’ın sistemine, şeriatına ve yasalarına boyun eğiyorlardı. İkinci gruptakiler ise, kralın koyduğu sistem ve yasalara boyun eğiyorlardı. Ya da inanç ve ibadet konularında yüce Allah’a boyun eğmiş olsalar da, sistem ve yasalar noktasında yüce Allah’dan başka kimselere boyun eğdiklerinden, sonuçta yüce Allah’a ortak koşmakla müşrik konumuna düşüyorlardı!
Bu, dinin son derece açık, İslâm inancının son derece net olan bir hükmüdür.
Bugün insanlarla iyi geçinme peşinde olan bazı kimseler, onlar “Allah’ın dini”nin hangi anlamları içerdiğini bilmiyorlar diyerek, insanları mazur göstermeye çabalıyorlar. Ancak bu tipler, “din”in Allah’ın şeriatı demek olduğunu öğretme ve sadece Allah’ın şeriatını hakim kılma noktasında da ne çaba gösteriyorlar ne de didiniyorlar! İnsanlar dinin ne anlama geldiğini bilmiyorlar ya sanki bu cehaletlerinden ötürü sonuçta onlar cahili ya da müşrik kimseler konumuna düşmekten kurtuluvereceklerdir!
Daha işin başı demek olan dinin bu gerçeğinden habersiz insanları, bu dinin sınırları içerisinde değerlendirebilmek nasıl mümkün olabilir, bunu bir türlü anlayamıyorum!
Bir gerçeğe inanmak, o gerçeği bilip tanımış olmanın bir ifadesidir. İnanç sisteminin gerçeğinden bile habersiz insanlar, nasıl bu inanç sistemini kabullenmiş kimseler olarak değerlendirilebilirler? Daha baştan dinin ne anlama geldiğinden bile haberleri yoksa, nasıl bu dine mensup olarak nitelenebilirler? Bunu bir türlü havsalam almıyor!
İnsanların bu konudaki bilgisizlikleri onları ahiretteki hesaptan kurtarabilir ya da orada görecekleri azabı hafifletebilir ve günahlarının faturası orada, dünyadayken bilen bir kimse sıfatıyla bu dini onlara öğretmiş olanlara yüklenebilir… Ancak bu, Allah’ın bileceği, gayba ait bir meseledir. Ahirette verilecek ceza ve mükafatlar konusunda tartışmak, genelde cahiliye insanlarının yaptığı bir iştir. Bunu tartışmanın bize kazandıracağı bir şey yoktur. Üstelik bu, yeryüzünde insanları İslâma davet eden bizleri de ilgilendirmemektedir!
Bizi ilgilendiren, bugün insanların genelde benimsedikleri biçimdeki dinin gerçek yüzünü ortaya koymaktır. Bu biçimdeki bir din, kesinlikle Allah’ın dini değildir. Zira “Allah’ın dini”, O’nun Kur’an’daki apaçık ayetlerle belirlemiş olduğu sistem, şeriat ve kuralları demektir. Allah’ın belirlediği sistem ve kurallar çerçevesinde hareket eden kimse, “Allah’ın dini”ne mensup demektir. Kralın koyduğu sistem ve kurallar çerçevesinde hareket eden kimse ise, “kralın dini”ne mensup demektir! Bu nokta, en ufak bir tartışma götürmeyecek denli nettir!
Dinin hangi anlamları içerdiğinden habersiz kimselerin, bu dine inanmış olabilmeleri mümkün değildir. Çünkü bu noktada gözlemlenen bilgisizlik, bu dinin temel gerçeğine ilişkindir. Bu dinin temel gerçeğinden bile habersiz bir kimseyi, bu dine inanmış olarak kabul edebilmek ne gerçekte mümkündür, ne mantığa uygundur. Zira inanmak, kavramış ve bilmiş olmanın ifadesidir… Bu, gün gibi ortadadır…
Ne dersiniz? Bu tür insanları -Allah’ın dini dışında olmalarına karşın- yine de savunmamız, onların bu durumlarına mazeretler bulmamız, onlara karşı dininin anlamını ve sınırlarını kesinkes belirlemiş- Allah’dan bile merhametli olmamız, daha mı iyi sizce?
Doğrusu yapabileceğimiz en iyi iş, “Allah’ın dini”nin gerçekten ne anlama geldiğini bugünden itibaren hemen diğer insanlara anlatmaya başlamaktır. Onlara anlatalım ki ya bu dine girsinler, ya da bu dini reddetsinler!
Böylesi bizim için de, onlar için de daha hayırlı ve daha iyidir. Böyle yaparsak bizler, bu dini bilmemelerinden ötürü gerçeğe yapışmayan, dolayısıyla da bu dinden aslında habersiz olan cahillerin sapıklıklarının sonucundan kendimizi sıyırmış oluruz. Yine böyle yaparsak onlar da içinde bulundukları konumun gerçek yüzünü görecekler; “Allah’ın dini”ne değil de aslında “kralın dini”ne mensup olduklarını anlayacaklardır! Ola ki bunu öğrendiklerinde yaşayabilecekleri muhtemel bir sarsıntı onların da cahiliyeyi bırakıp İslâma, “kralın dini”ni bırakıp Allah’ın dinine girmelerine vesile olur!
Tüm peygamberler hep bu yolu izlediler. Hangi zaman ve hangi mekânda olursa olsun, cahiliye karşısında insanları Allah’ın yoluna çağıran davetçiler de hep aynı yolu izlemek durumundadırlar…
Bu kısa değerlendirmenin ardından biz yine Hz. Yusuf’un kardeşlerine dönelim. İçine düştükleri bu güç durum karşısında onların, kardeşleri Yusuf’a ve onun öz kardeşine karşı çekemezlik duygularının yine iyiden iyiye depreştiğini görüyoruz. Hırsızlık gibi bir kusuru kendilerinden kesinkes bertaraf ederek, bu kusuru babaları Hz. Yakub’un başka bir hanımından doğmuş olan Hz. Yusuf ve onun öz kardeşine yamamaya çalıştıklarını gözlemliyoruz:
.”Yakub’un oğulları: `Bu kardeşimiz hırsızlık yaptı ise, daha önce de onun öz kardeşi hırsızlık yapmıştı’ dediler.”
Eğer o hırsızlık yaptıysa zaten daha önce onun kardeşi de hırsızlık yapmıştı.. Kimi rivayetçilerin ve tefsircilerin, hemen efsanelere ve hikâyelere yapışarak, onların söylediği bu sözü doğrulayabilecek veriler bulabilmek için çırpındıklarını gözlemledim! Oysa, daha önce babalarına Yusuf konusunda resmen yalan söyleyenler yine bunların ta kendileri değil miydi?! Dolayısıyla burada da, kendilerini güç duruma sokan suçlamayı bertaraf etmek, Yusuf ve onun öz kardeşini kendilerinden dışlayabilmek, Yusuf ve onun öz kardeşine ilişkin eski kinlerini yeniden kusabilmek için, Mısır’ın başveziri önünde bir yalan uyduramayacaklar mıydı?!
Nitekim görüldüğü üzere, suçu hemen Yusuf’a ve onun öz kardeşine yıkıverdiler!
“Yusuf, kardeşlerinin bu iftirasını duymazlıktan geldi, onu yüzlerine vurmadı.”
Onların böyle davranmalarına üzüldü. Ama bunu kendi içine gömdü. Onlara bu söylediklerinden dolayı üzüldüğünü belli etmedi. Elbette ki kendisinin de öz kardeşinin de suçsuz olduğunu çok iyi biliyordu. Nitekim onların bu sözlerine sadece şöyle demekle yetindi.
“Asıl kötü durumda olan sizlersiniz.”
Yani bu iftiranızla, Allah katında asıl kötü duruma düşen bizzat kendinizsiniz. Bu bir hakaret değil, gerçeğin ta kendisidir. Sonra ekledi:
“Allah sizin uydurma sözlerinizin iç yüzünü herkesten iyi bilir.”
Yani söylediğiniz sözlerin ne denli doğru olduğunu Allah herkesten iyi bilir. Bu sözüyle Yusuf, onların yaptıkları suçlama konusunda tartışmayı kısa yoldan noktalıyordu. Zaten bu suçlamanın, o andaki meseleyle zerre kadar bir ilgisi de yoktu!
Bu durumda çaresiz, içinde bulundukları güç durumu, babalarının kendilerinden almış olduğu sözü düşünmeye başladılar yine. Babaları bu kardeşlerini onlara teslim etmezden önce; “Hep birlikte ölüm çemberine düşmeniz ihtimali dışında onu kesinlikle geri getireceğinize ilişkin bana Allah adına sağlam bir güvence, bağlayıcı bir söz vermedikçe, onu sizinle birlikte göndermem!” diyerek söz almamış mıydı kendilerinden?.. Bunun üzerine, alıkonulan delikanlının, babasının çok yaşlı olduğunu söyleyerek Yusuf’u kendilerine acındırmaya çabaladılar. Sözkonusu yaşlı babanın hatırı için, onu serbest bırakmasa bile, hiç olmazsa onu değil de onun yerine aralarından başka birini alıkoymasını istediler. İsteklerini geri çevirmemesi için, onun iyiliksever ve temiz bir insan olduğunu hatırlatmayı da unutmadılar. Öyle ya, belki böylece yumuşatabilirlerdi karşılarındaki Yusuf’u:
“Yakub’un oğulları dediler ki; `Ey vezir, bu kardeşimizin ileri derecede yaşlanmış, ihtiyar bir babası var. Onun yerine içimizden birini alıkoy. Görüyoruz ki sen iyiliksever bir adamsın.”
Ancak Yusuf’un amacı, onlara iyi bir ders vermekti. Onları, kendileri, babası, kısacası herkes için kafasında tasarladığı sürprize hazırlamak istiyordu. Böylece bunun yaratacağı etki, onların hafızalarından asla silinmeyecekti. Bunun üzerine, onların bu sözlerine karşılık:
“Yusuf; `Çalınan eşyamızı valizinde bulduğumuz kimseden başkasını alı koymaktan Allah’a sığınırız. Yoksa, zalimlik etmiş oluruz’ dedi.”
Dikkat edilirse Yusuf, “Hırsızlık suçu işlememiş bir masumu alıkoymaktan Allah’a sığınırız” demiyor. Zira alıkoyduğu öz kardeşinin hırsız olmadığını bilmektedir. Bu nedenle de kullandığı sözcükleri ustaca seçiyor. Ayette de Yusuf’un söylediği bu söz, bizlere Arapça olarak aynı özenle aktarılıyor: (Yusuf anadili İbranice’yi de o anda içinde bulunduğu ortamda konuşulan eski Mısır dilini de bilmekteydi. Anlaşılan o ki burada kardeşleriyle eski Mısır dilince konuşmaktadır. Demek ki kardeşleri de eski Mısır dilini biliyorlar ya da konuşmalar bir mütercim aracılığıyle kendilerine çevriliyordu.)
“Çalınan eşyamızı valizinde bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah’a sığınırız.”
Böylece Yusuf, suçlamayı ne onaylıyor, ne de reddediyor. Hiçbir lâf kalabalığına başvurmaksızın, sadece gerçeği dile getirmekle yetiniyor. Bunun ardından da ekliyor:
“Yoksa, zalimlik etmiş oluruz.”
Yani biz, kimseye zalimlik etmek istemeyiz…
Bu olayda, Yusuf’un ağzından çıkan son söz bu olmuştu. Kardeşleri anladılar ki, isteklerinde direnmenin hiçbir yararı olmayacak. Bunun üzerine, döndüklerinde babalarının yüzüne nasıl bakacaklarının düşüncesine dalarak, çekilip gittiler.
Yusuf’un kardeşleri, küçük kardeşlerini kurtarma girişimlerinden ümitlerini kesince, Yusuf’un huzurundan çekip gitmişlerdi. Ardından toplanarak, şimdi ne yapacaklarını karşılıklı olarak tartıştılar. Şu an karşımıza çıkan sahnede, onların bu meseleye bir çare bulma uğraşısı içinde olduklarını görüyoruz. Ayette bizlere onların herbirinin neler dediği aktarılmıyor. Bizlere sadece onların sonuçta neye karar verdikleri aktarılmakla yetiniliyor: