sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA FURKAN SURESİ 7. ve 10. AYETLER

SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA FURKAN SURESİ 7. ve 10. AYETLER
24.06.2022
417
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

7- Yine onlar dediler ki; “Bu ne biçim Peygamberdir ki, bizim gibi yemek yiyor ve çarşıda-pazarda geziyor? Ona, kendisi ile birlikte uyarma görevi yürüten bir melek indirilseydi ya. “

8- “Ya da kendisine bir hazine verilseydi veya ürünleri ile beslenebileceği bir bahçesi olsaydı. ” Bu zalimler, müminlere “Sizler, büyülenmiş, aklı dengesi bozuk bir adamın peşinden gidiyorsunuz” dediler.

9- Senin hakkında ne yakışıksız benzetmeler düzdüklerini görüyor musun? Onlar sapmışlardır ve doğru yolu bir türlü bulamıyorlar.

10- Eğer dilerse satın onların sözünü ettiklerinden daha iyisini, yani altlarından çeşitli nehirler akan cennetleri verebilen ve senin için köşkler hazırlayabilen Allah’ın şanı yücedir.

Bu nasıl bir Peygamberdir ki, herkes gibi yemek yiyor ve çarşıda-pazarda dolaşıyor? Nasıl bir peygamberdir ki, tıpkı öbür normal insanların yaptıklarını yapıyor? Bu itiraz, insanların tüm peygamberler hakkında öne sürdükleri ortak bir itirazdır. Evet filanca oğlu falanca, çevresindekilerin yakından tanıdıkları, nasıl yaşadığını iyi bildikleri, herkes gibi yiyip içen ve sıradan insanlarınkine benzer bir hayat yaşayan bir adam, nasıl olur da yüce Allah’tan vahiy alan bir peygamber olabilir? Nasıl. olurda yeryüzü dışında başka bir alemle ilişki kurup o alemden mesaj alabilir? Oysa o adam, “onlardan biri”dir, onlar gibi etten ve kemikten yapılmış, onlar gibi damarlarında kan dolaşan bir insandır. Oysa o alemden, onlara vahiy gelmiyor; kendilerinden hiç bir üstünlüğü olmayan bu adamın vahiy yolu ile ilişki kurduğu o alem hakkında onların hiç bir bilgileri yoktur!

Meseleye bu açıdan bakınca tuhaf ve garip görülebilir. Fakat başka bir açıdan bakınca normal ve anlaşılabilir olduğu görülür. Şöyle ki: Yüce Allah, şu insana öz ruhundan bir soluk üflemiş ve bu ilahi soluk sayesinde diğer canlılara göre ayrıcalıklı bir konum kazanarak “insan” olmuş ve arkasından yeryüzü halifeliğine atanmıştır. Ama bu insan, bilgisi sınırlı, tecrübesi kısıtlı, başarma araçları yetersiz bir canlıdır. Yüce Allah’ın onu bu ağır halifelik görevinde desteksiz, yolunu aydınlatacak bir kılavuzdan yoksun bırakması sözkonusu değildir. Zaten diğer canlılar karşısında ayrıcalığını oluşturan o yüce “soluk” sayesinde ona kendisi ile ilişki kurma yeteneğini bağışlamıştır. Buna göre yüce Allah’ın, bu canlı türü arasında ilahi mesaj almaya yetenekli olan, ruhi yapısı bu özellikle donanmış olan bir “ferd”i seçmesi tuhaf değildir. Bu seçkin ferde, hemcinslerinin yollarını şaşırdıkları her dönemde doğru yolu gösterecek ilkeleri vahyetmesi, yardıma muhtaç oldukları her çıkmazda onlara kılavuzluk elini uzatması son derece normaldir.

Bazı yönleri ile tuhaf görülmekle birlikte başka açıdan bakınca son derece normal olduğu farkedilecek olan bu destek, aslında yüce Allah’ın insan soyuna yönelik bir onurlandırmasıdır. Fakat bazıları ne bu “insan” denen varlığın değerini kavrayabiliyorlar ve ne de yüce Allah’ın onun hesabına dilediği onurluluğun özünün farkındadırlar. Onlar bu bilinçsizlikleri yüzünden bir “insan”ın yüce Allah ile ilişki kurmasını, O’ndan vahiy yolu ile mesaj almasını, Allah’ın insanlara seslenen elçisi olmasını inkar ediyorlar, “Ona kendisi ile birlikte uyarma görevi yürüten bir melek indirilseydi ya” gibi sözlerle meleklerin, peygamberlik görevine daha öncelikle layık adaylar olduklarını düşünüyorlar. Oysa yüce Allah, insanoğlu önünde meleklere secde ettirdi. Çünkü insanoğluna, meleklere üstünlük sağlayan nitelikler armağan etmiştir. Bu nitelikler; o yüce ve onurlandırıcı “soluk”tan kaynaklanan yeteneklerdir.

Öteyandan insanlara kendi aralarından bir elçi gönderilmesinin kolayca kavranabilecek gerekçeleri, ilahi hikmetleri vardır. Çünkü o “insan” hemcinslerinin duygularını paylaşır, onların algılarını tadar, onların psikolojik deneyimlerini yaşar, acılarını ve umutlarını kavrar, içgüdülerini ve özlemlerini tanır, ihtiyaçlarını ve bağımlılıklarını yakından bilir. Bu yüzden yetersizliklerini ve kusurlarını hoş görür, güçlenmelerini ve yükselmelerini gönülden diler; onları adım adım ileriye götürürken psikolojik faktörlerini, nelerden etkilendiklerini ve nelere nasıl tepki gösterdiklerini başka bir canlı türüne göre çok daha iyi değerlendirir. Sebebine gelince eninde-sonunda o da onlardan biridir, yüce Allah’tan gelen mesajın kılavuzluğu ve desteği ile hemcinslerini Allah’a ulaştıran yolda iletmeye çalışmakta, bu yolda belirecek engelleri bertaraf etmeye çalışmaktadır.

Ayrıca hemcinslerinden olan bir peygamber, insanlar için özendirici ve cesaretlendirici bir örnek oluşturur. Çünkü bu seçkin insan onlàrdan biridir. Onları yavaş yavaş, adım adım ileriye götürmesi mümkündür. Yüce Allah’ın insanlara farz kıldığı davranışları ve yükümlülükleri, uygulamalarını istediği ahlak modelini, gözleri önünde hayata yansıtır. Kendi kişiliği ile tanımını üstlendiği inanç sisteminin canlı tercümanı odur. Onun hayatı, hareketleri, tutum ve davranışları diğer insanların önlerine açılmış bir kitap sayfası oluşturur. İnsanlar bu sayfayı satır satır okurlar, cümlelerinin anlamlarını aşama aşama özümlerler. Onu yanı başlarında gördükleri için vicdanlarında onu taklit etmeye, ona özenip onun gibi olmaya ilişkin güçlü bir heves uyanır. Kendileri gibi bir insanda somutlaşan sözkonusu hayat biçimini, hiç bir zaman yapamayacakları, özü itibari ile düzeylerini aşan bir yaşama tarzı olarak algılamazlar. Ama eğer başlarındaki Peygamber bir melek olsaydı onun davranışlarını düşünce süzgecinden geçirmeye kalkışmazlar, onu taklit etmeye, ona özenmeye girişmezlerdi. O zaman şöyle düşünürlerdi: Her şeyden önce onun yapısı bizimkinden farklıdır. Buna göre davranışlarının da bizimkilerden farklı olması normal ve kaçınılmazdır. Bizim ona benzemeyi ummamız, onun örneğini kendi pratik hayatımıza yansıtmaya özenmemiz yersizdir, yaratılışımızın çapını aşan bir hayaldir.

Bu durum, her şeyi yaratan ve yarattığı her şeyi bir ön-tasarıya göre düzenlemiş olan yüce Allah’ın bir hikmetidir. İnsanlığa önderlik etmek üzere, bu görevi başarı ile yerine getirmek üzere “insan”dan peygamber seçmiş olması, yüce Allah’ın üstün hikmetlerinden biridir. Buna karşılık Peygamberin “insan” kökenli olmasına itiraz etmek, bu yolla yüce Allah’ın insanı onurlandırdığını anlamamak demek olduğu gibi, ayni zamanda bu ilahi hikmetten de habersiz olmak demektir.

Müşriklerin Peygamberimize yönelik bir başka aptalca itirazları da şu idi: Şu Peygamberin çarşıda-pazarda dolaşıp geçimini sağlamaya çalışması olacak şey midir? Allah onun geçimini karşılasa ya! Çalışmadan, alın teri dökmeden ona bol mal bağışlasa ya! “Ya da ona bir hazine verilse, o da olmazsa kendisine ürünleri ile rahat rahat beslenebileceği bir bahçe bağışlansa ya!”

Oysa yüce Allah, Peygamberinin bir hazineye konmasını, ya da ürünleri ile rahatça beslenebileceği bir bahçesi olmasını uygun görmemiştir. Çünkü yüce Allah, Peygamberin, ümmeti için tam anlamı ile canlı bir örnek olmasını istemiştir. Buna göre Peygamber, bir yandan o kadar olağanüstü derecede önemli olan peygamberlik görevinin gereklerini yerine getirirken, öteyandan tıpkı ümmetinin her ferdi gibi geçimini sağlamak için çalışacak, ter dökecektir. Yüce Allah böyle olmasını istemiştir. Böyle istemiştir, çünkü o peygamberin ümmetinin geçimini emeli ve alın teri ile kazanan her hangi bir ferdi, şöyle konuşmaya kalkışmasın: Efendim, Peygamber’in geçimi sağlanmıştı, hayat kavgasının sıkıntısını çekmemişti. Bu yüzden kendini inancına, peygamberlik görevine ve bu görevini yükümlülüklerine adayabildi. Benim katlandığım sıkıntıların hiç birine katlanmadı, benim önüme dikilen engellerin hiç biri onun önünde yoktu.

Yüce Allah, Peygamberimizin çevresindeki hiç kimsenin bu tür bahaneler ileri sürmekte haklı olmasını istememişti. İşte herkes görsün ki, Peygamber bir yandan geçimini sağlamak için çalışırken, ter dökerken, öbür yandan Peygamberlik görevini yerine getirmek için çalışıyor. Buna göre ümmetinin hiç bir ferdi bu yüce görevin omuzlarına yükleyeceği zorluklardan kaçınamazdı, Peygamberin kendisine önereceği görevleri yapmamak için ileri süreceği hiçbir haklı mazereti olamazdı. Çünkü önderinin oluşturduğu somut örnek önünde duruyordu!

Daha sonraki dönemlerde Peygamberimizin bol malı da oldu. Bunun hikmeti de, denenmenin öbür boyutunda başarısını kanıtlaması, örnek olma fonksiyonunu tamama erdirmesidir. Çünkü, bu mal, Peygamberimizi ana görevinden alıkoyamamış, O’nu peygamberliğini ihmale sürükleyememişti. O mala kavuştuğu günlerde yağmur yüklü bir bulut gibi cömertti. Böylece servet sınavını başarı ile- aşarak dünya malının insanların gözündeki değerini düşürdü. Ayni zamanda artık hiç kimse şöyle diyemezdi: Evet, Muhammed, kendini Peygamberlik görevine adadı. Çünkü yoksuldu, kendisini meşgul edecek; vaktini alacak malı yoktu. Öyle değil. İşte eline bol mal geçtiği günler oldu. Fakat eskisi gibi çağrı görevini yürütmeye devam etti. Tıpkı yoksulluk günlerindeki gibi insanları gerçeğe çağırmayı sürdürdü.

Ayrıca ölümlü ve güçsüz insan, kalıcı ve güçlü yüce Allah ile ilişki kurunca malların, hazinelerin, bahçelerin ne anlamı olur? İnsan her şeyin yoktan varedicisi azın ve çoğun bağışlayıcısı olan yüce Allah ile bağlantı kurduktan sonra şu yeryüzü ile bütün üzerindekiler, hatta tümü ile yaratıklardan oluşan şu koca evrenin ne değeri olabilir ki? Fakat Peygamberimizin soydaşları o günlerde henüz bu gerçeği kavrayamamışlardı. Ayeti okuyoruz:

“Bu zalimler `sizler büyülenmiş akli dengesi bozuk bir adamın peşinden gidiyorsunuz’ dediler.”

Bu son derece çirkin ve zalimce bir sözdür. Kur’an, müşriklerin bu iğrenç sözünü burada olduğu gibi İsra suresinde de ayni ifadeler ile aktarmış; arkasından burada da orada da ona ayni cevabı vermiştir. Bu cevabı okuyoruz:

“Senin hakkında ne yakışıksız benzetmeler düzdüklerini görüyor musun? Onlar sapmışlardır ve bir türlü doğru yolu bulamıyorlar.” (İsra Suresi, 47-48)

Bu surenin ikisi de biribirine yakın konuları, işliyorlar genel havaları da biribirine yakındır. Müşriklerin bu çirkin sözü söylemekteki amaçları Peygamberimize hakaret etmek, O’nu küçük düşürmekti. Çünkü O’nu normal insanların söylemedikleri tuhaf sözler söyleyen, büyü yüzünden akli dengesi bozulmuş bir adama benzetiyorlardı. Fakat ayni zamanda O’nun söylediklerinin normal, alışılagelmiş, sıradan insan konuşması düzeyinde sözler olmadığının farkına vardıklarını da çıtlatmış oluyorlardı. Onlara verilen cevap, bu tutumlarının şaşırtıcı olduğu mesajını duyurmaktadır. Okuyalım:

“Senin hakkında ne yakışıksız benzetmeler düzdüklerini görüyor musun?” Onlar seni kimi zaman büyü yolu ile çarpılmış bir hastaya benzetiyorlar, kimi zaman seni uydurmacılıkla suçluyorlar, kimi zaman da bir masal rivayetçisi olduğunu ileri sürüyorlar. Bunların hepsi sapıklıktır, gerçeği kavramaktan uzaklaşmaktır; “Onlar sapmışlardır” doğruya ulaştıran, hedefe vardıran bütün doğru yolları yitirmişlerdir; “Doğru yolu bir türlü bulamıyorlar.”

Bu tartışma, müşriklerin dünya nimetlerine ilişkin düşüncelerinin ve önerilerinin gülünçlüğünü, anlamsızlığını açıklayarak noktalanıyor. Hani onlar Peygamberimize bir hazine verilmesine, yada ürünleri ile rahatça beslenebileceği bir bahçe armağan edilmesini öneriyorlardı ya. Hani bu dünya mallarını değerli sayarak eğer gerçekten peygamber ise bunların Allah tarafından Peygamberimize sunulması gerektiğini düşünüyorlardı ya. Oysa yüce Allah eğer dilerse müşriklerin önerdikleri bu dünya nimetlerinden daha üstününü Peygamberimize bağışlayabilir. Okuyoruz:

“Eğer dilerse sana onların sözünü ettiklerinden daha iyisini, yani altlarından çeşitli nehirler akan cennetleri verebilen ve senin için köşkler hazırlayabilen Allah’ın şanı yücedir.”

Fakat yüce Allah, Peygamberimize bu cennetlerden ve bu köşklerden daha üstün bir ödül vermeyi dilemiştir. Bu ödül cennetlerin ve köşklerin bağışlayıcısı ile ilişki halinde olmaktır; O’nun koruyuculuğunun, gözetiminin, yönlendiriciliğinin ve başarıya erdiriciliğinin bilincinde olmaktır; bu kutsal ilişkinin hazzını tadmaktır. Hiç bir nimetin, küçük-büyük hiçbir somut ödülün vereceği bu iliş-. kinin hazzına yaklaşamaz. Fakat şu müşrikler bu hazzı kavramaktan yada onun tadını yaşamaktan ne kadar da uzaktırlar!

Müşriklerin gerek yüce Allah’a ve gerekse Peygamberimize yönelik küstahça sözlerinin her türlü ölçüyü aştığının vurgulandığı bu noktada onların kafirliklerinin ve sapıklıklarının başka boyutuna parmak basılıyor. Bu adamlar Kıyamet gününü yalan sayıyorlar. Bu yüzden hiçbir zalimlikten, hiç bir iftiradan çekinmiyorlar. Çünkü yüce Allah’ın karşısına çıkacakları ve bütün bu zalimliklerinin, bütün bu iftiralarının hesabını verecekleri bir günün geleceğine ihtimal vermiyorlar. Aşağıdaki ayetlerde bu inkarcılar bir Kıyamet sahnesinde canlandırılıyorlar. Bu Kıyamet sahnesi en katı kalpleri ürpertecek, en donuk duyguları sarsacak derecede korkunçtur. Adamlar kendilerini bekleyen bu tüyler ürpertici akıbetin yanısıra müminleri bekleyen mutlu son hakkında da karşılaştırmalı bilgi veriliyor. Okuyalım:

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.