SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA İNSAN SURESİ 7. VE 10. AYETLER
7- Onlar verdikleri sözleri tutarlar ve kötülüğü yaygın günden korkarlar. 8- Onlar içleri çektiği halde yemeklerini yoksullara, yetimlere ve tutsaklara yedirirler.
9- Yemek ikram ederken derler ki; “Biz size sırf Allah rızası için yemek veriyoruz. Sizden karşılık ya da teşekkür beklemiyoruz.”
10- “Çünkü biz asık suratlı ve çetin bir günde Rabbimizden korkarız.”
Bu tablo parlak, kalplere hoş gelen, içten, ciddi bir tablodur. İnanç sistemlerinin yükümlülüklerini yerine getirmeye azimli, yoksullara karşı kalpleri ılık merhamet duyguları ile dolu, başkalarının dertlerini kendi problemlerinden önceye alan, Allah’tan çekinen ve korkan, O’nun hoşnutluğunu ısrarla arayan insanları gözlerimizin önüne getiriyor. Aynı zamanda Allah’ın azabından şiddetle sakınan bu insanlarda bu duyguyu kötülüklerden sakınma ve duyarlı görev bilinci geliştirmiştir.
Evet, “Onlar verdikleri sözleri tutarlar.” Yani görev edindikleri ibadetleri yaparlar, üstlendikleri yükümlülükleri yerine getirirler. Başka bir deyimle bu işi ciddiye Alırlar, ona içten sarılırlar; sorumluluklarından kaçmaya yükümlülüklerinden sıyrılmaya kalkışmazlar; bu inanç sistemini benimsedikten sonra ondan yan çizmeye yönelmezler. İşte bu anlamda “verdikleri sözleri tutarlar”. Yoksa sadece “adaklarını yerine getirirler” denmek istenmiyor. Devam ediyoruz:
“Kötülüğü yaygın günden korkarlar.”
Onlar o günün yaygın alanlı, çok sayıda günahkarı ve suçluyu kapsamına alan kötülüğünü iyi kavramışlardır. Bu yüzden o kötülüğün kendilerine de dokunacağından korkarlar. İşte takva sahiplerinin karakteristik özelliği budur. Onlar ne kadar çok ibadet ve iyi amel birikimine sahip olsalar da kusur ve günah işlemiş olmaktan çekinirler. Çünkü görevlerinin ağırlığının ve yükümlülüklerinin çokluğunun bilincindedirler. Devam ediyoruz:
“Onlar içleri çektiği halde yemeklerini yoksullara, yetimlere ve tutsaklara yedirirler.”
Burada “yemek yedirme” eyleminde somutlaşan onurlu bir iyilikseverlik, yardımseverlik, hayırseverlik tablosu çiziliyor. Düşünelim ki, adamlar başkalarına yedirdikleri yemeklere aslında kendileri muhtaçtırlar. Bu anlamda ikram ettikleri yemeklere karşı içlerinde bir sevgi vardır. Yoksa bu özverili kalplerin çeşitli yoksul gruplara yedirdikleri yemekleri bilinen anlamda “sevdikleri” söylenemez. Sadece bu yemeklere kendilerinin de muhtaç oldukları belirtilmek isteniyor. Buna rağmen bu asil ruhlu iyilikseverler yoksulları kendilerine tercih ederler.
Bu övgülü vurgulama müşrik Mekke toplumunda egemen olan katı yürekliliğe dikkatlerimizi çekiyor. O günün insanları zavallı yoksulların yüzlerine bile bakmazlardı. Fakat nam olsun diye çok şeylerini saçıp savururlardı. Yalnız yüce “Allah’ın seçkin kulları” bu kızgın çöl güneşi ortasında adeta serin ve gölgeli bir “vaha”yı andırıyorlardı. Onlar gönülden coşan bir özveri ile, kalplerinden kaynayan bir merhametle, iyi niyetle, yüce Allah’a yönelik bir ibadet aşkı ile yemek yedirirlerdi. Bu soylu cömertliklerine hem ayetlerde anlatılan durumları ve hem de kalplerinden geldiği belli olan sözleri tanıklık ediyor. Okuyalım:
“Yemek ikram ederlerken derler ki;’ `Biz size sırf Allah rızası için yemek veriyoruz. Sizden karşılık ya da teşekkür beklemiyoruz:
`Çünkü biz asık suratlı ve çetin bir günde Rabbimizden korkarız.”
Görüldüğü gibi, burada ince ve cana yakın kalplerden taşan bir merhametle karşı karşıyayız. Bu merhamet yüce Allah’a yöneliktir, O’nun hoşnutluğunu arıyor, insanlardan ne ödül ve ne de teşekkür bekliyor, yoksullara tepeden bakmak, onlara hava atmak gibi bir amacı da yok. Ayrıca bu seçkin kullar, bu merhametlerini son derece çatık kaşlı bir güne karşı kalkan olarak düşünüyorlar. O günden korkuyorlar, çekiniyorlar ve el açıklıkları sayesinde onun kötülüğünden korunmaya çalışıyorlar. Çünkü Peygamberimiz şu sözü ile onları böyle davranmaya özendirmiştir:
“Yarım hurma ile bile olsa cehennem ateşinden kendini koru.”
Bu şekilde yoksulların doğrudan doğruya karnını doyurmak o günün şartlarında o soylu iyilikseverlik duygusunu, ifade etmenin ve yoksulların ihtiyacını gidermenin geçerli bir yolu idi. Fakat iyilik yapmanın biçimleri ve yöntemleri şartlara ve ortamlara göre değişir. Her zaman böylesine dolaysız ve ilkel biçimde olması gerekmez. Fakat bu uygulamada mutlaka korunması gereken motifler vardır. Bunlar kalp duyarlılığı, coşku, iyilikseverlik tutkusu, Allah’ın hoşnutluğunu kazanma arzusu; ödül gibi, teşekkür gibi, dünya çıkarı gibi yeryüzü kaynaklı endişelerden arınmışlıktır.
Sosyal güvenlik amacı ile yoksulların ihtiyaçlarım karşılamak gayesi ile birtakım vergiler konabilir, varlıklılara malı yükümlülükler bindirilebilir ve fonlar oluşturulabilir. Fakat bu uygulamalar, yukardaki ayetlerin amaçladığı sonucun sadece bir yönünü, islamın zekat aracılığı ile çözüme bağlamak istediği yönünü gerçekleştirebilirler. Bu “tek yön” yoksulların ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bu işin yarısıdır. Öbür yarısı “veren”lerin, iyilik yapanların ruhların eğitmek, onları soylu bir düzeye yükseltmektir. İşin bu “öbür yarısı”nı da asla gözardı etmemeli, küçümsememelidir. Fakat sosyal güvenlik amaçlı uygulamalarda, ne yazık ki, değerler alt-üst edilmekte ve işin bu ayrılmaz “yarı”sı karalanmakta, kötülenmekte, gölgelenmekte ve “alanları küçük düşüren ve verenlerin ahlâkını bozan bir uygulama” damgası ile damgalanmaktadır.
İslam hem kalpleri besleyen bir inanç sistemi ve hem de bu kalpleri arındırmayı amaçlayan bir eğitim yöntemidir. Kalplerde geliştirilen soylu duygular hem sahiplerini eğitirler hem hedef aldıkları kardeş Müslümanlara yarar sağlarlar. Böylece islamın amaçladığı eğitim her iki yanı ile gerçekleşmiş olur.
İşte okuduğumuz ayetlerin o yüce duyguyu böylesine özendirici somut biçimde ifade etmeleri bu yüzdendir. Devam edelim: