SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA MEARİC SURESİ 1. VE 18. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
1- Bir isteyen, inecek azabı istedi.
2- Kafirlerin başına; ki onu savacak yoktur.
3- Yükselme derecelerinin sahibi Allah’tandır.
4- Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O’na yükselir.
5- Şimdi sen güzelce sabret.
6- Onlar onu uzak görüyorlar.
7- Biz ise onu yakın görüyoruz.
8- O gün gök, erimiş bakır gibi olur.
9- Dağlar, atılmış renkli yün gibi olur.
10- Dost dostun halini sormaz.
11- birbirlerine gösterirler. Suçlu ister ki o günün azabından kurtulmak için fidye versin: oğullarını,
12- eşini ve kardeşini,
13- kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini.
14- Ve yeryüzünde bulunanların hepsini versin de tek kendisini kurtarsın.
15- Hayır! O alevden bir ateştir.
16- Deriler kavurur, soyar.
17- Kendine çağırır; sırtını dönüp gideni.
18- Mal toplayıp kasada yığanı.
Her halûklarda sure, azabın ne zaman gerçekleşeceğini soran ve bu konuda oldukça aceleci davranan bir kişiden söz ediyor. Yine bu azabın fiilen gerçekleştiğini anlatıyor. Çünkü bu azap bir açıdan yüce Allah’ın evrensel planında fiilen gerçekleşmiş gibidir. Bir diğer açıdan da gerçekleşmemiştir. Fakat gelişi yakındır. Yine sure, hiç kimsenin bu azabı savamayacağını, engelleyemeyeceğini vurguluyor. Azap gerçekleştiği ve geri savma imkanı da olmadığı halde azabın ne zaman gerçekleşeceğine ilişkin soru, üstelik bir an önce gerçekleşmesi için acele etmek, bu soruyu soran aceleci fert veya toplumun iyiden iyiye kuşku içinde kıvranmasının göstergesidir.
Azap bütün kafirleri kapsamaktadır… Bütün kafirleri kapsamına aldığı gibi bu soruyu soran acelecileri de kapsıyor. Bu azabı “Yükselme derecelerine” sahip Allah gerçekleştirecektir. Bu ifade yüksekliği, yüceliği anlatmaktadır. Nitekim bir diğer surede de şöyle denmektedir: “Dereceleri çok yüksek, arşın sahibi.”
Azap konusu, gerçekleşmesi, azabı hakkedenler, azabın kaynağı, kaynağın yüceliği ve üstünlüğü ile ilgili kesin ve doyurucu ifadeler içeren ve azapla ilgili kararı yüce, geçerli, karşı konulmaz ve geri çevirilmez bir olgu olarak sunan bu girişten sonra, surenin akışı, içinde bu azabın gerçekleşeceği günün niteliklerini sıralamaya başlıyor. Bu gün çok yakınlarında olduğu halde acele ediyorlar ve ne zaman gelecek diye soruyorlar. Ne var ki, Allah’ın değerlendirmesi insanlarınkinden farklıdır. Onun koyduğu ölçüler insanların ölçülerine benzemez:
“Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O’na yükselir. Şimdi sen güzelce sabret. Onlar onu uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın görüyoruz.” Burada işaret edilen günün, kıyamet günü olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü surenin akışında bu anlam adeta belirginleştiriliyor. İşte bu günde melekler ve ruh Allah’ın katına yükseliyorlar. Büyük bir ihtimalle burada sözü edilen ruh, Hz. Cebrail’dir. Nitekim başka yerlerde de Hz. Cebrail bu isimlerle anılmıştır. Burada meleklerden ayrı olarak anılması özel statüsünden kaynaklanıyor. Öte yandan bu günde. Meleklerin ve ruhun Allah’ın katına çıkışından sözedilmiş olması da bu olayın o gün için son derece önemli ve özel olduğunu göstermektedir. Çünkü melekler ve ruh bu günün önemli meseleleri için Allah’ın katına çıkıyorlar. Ama bu önemli meselelerin mahiyetini bilmiyoruz -bilmek zorunda da değiliz-. Meleklerin nasıl ve nereye çıktıklarını da bilmiyoruz. Bunların hepsi gaybın kapsamına giren ayrıntılardır. Ayetin arka planında yatan hikmetin anlaşılması konusunda bir katkısı da olmaz. üstelik bu hikmeti kavrama imkanına ve bu konuda yolumuzu aydınlatacak bir kanıta da sahip değiliz. Dolayısıyla bu sahne aracılığı ile o günün önemini kavramamız yeterlidir. Bu büyük günün önemli olayları ile uğraşan meleklerin ve ruhun davranışlarından yola çıkarak o günün önemli ve büyük birgün olduğunu kavrayabiliriz. istenen de budur.
“Miktarı elli bin yıldır.” deyimine gelince; bununla o günün uzunluğu vurgulanmış olabilir. Nitekim araplar bir zaman diliminin uzunluğunu vurgulamak için böyle ifadeler kullanırlar. Bununla o günün gerçek miktarı da anlatılmış olabilir. Aslında bir gün olduğu halde süresi dünyadaki zaman ölçü birimlerine göre elli bin yıl olabilir. Şu anda bu gerçeği kavramak daha kolaydır. Çünkü dünyadaki bir zaman ölçü birimi olarak gün, dünyanın yirmidört saatte bir kendi ekseni etrafında dönmesi sonucu oluşur. Oysa kendi eksenleri etrafında dönüşleri binlerce gün (dünya günü) olan yıldızlar mevcuttur. Burada sözkonusu edilen elli bin günle amaç budur, demek istemiyorum. Fakat iki ayrı gün arasındaki ölçüm farklılığını düşünmeyi kolaylaştırmak için bu gerçeği hatırlattık.
Allah katındaki bir tek gün elli bin seneye eşit olduğuna göre onların çok uzak gördükleri kıyamet gününün azabı Allah’a göre yakındır demektir. Bu yüzden yüce Allah, kafirlerin acele etmelerine ve çok yakın bir zamanda gerçekleşecek olan bu azaba yakalanmalarına karşı peygamberini güzelce sabretmeye çağırıyor:
“Şimdi sen güzelce sabret. Onlar onu uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın görüyoruz.”
Sabretmeye ilişkin çağrı ve direktif, her davet hareketi ile birlikte gündeme gelmiş, her peygamberin gönderilişi ile bu çağrı tekrarlanmış ve peygambere uyan her müminden sabretmesi istenmiştir. Çünkü yükün ağırlığı, yolun meşakkati karşısında sabır bir zorunluluktur. Uzak bir hedefe yönelmiş, engin ufuklara doğru yol alan ruhları hoşnut ve birbirine bağlı tutmak için sabır kaçınılmazdır. Güzel sabır, insana huzur veren sabırdır. Öfkenin, sıkıntının, vaadin doğruluğuna ilişkin herhangi bir kuşkunun insanın içinde yer etmediği sabırdır. Sonuçtan emin olarak, Allah’ın kaderinden hoşnut olarak imtihanın arka planında bir hikmetin yattığının bilinci ile, herşeyin ondan geldiğini hesap ederek ve Allah’a bağlı kalarak sabretmektir.
İşte dava adamına yakışan bu tür bir sabırdır. Çünkü bu dava Allah’ındır. Çağrı Allah’a yöneliktir. Dava adamının bir çıkarı sözkonusu değildir. Bu çağrının arka planında dava adamının şahsına ilişkin bir amaç yatmaz. Şu halde bu hedefe doğru yol alırken karşılaştığı herşey Allah yolundadır. Dava ile ilgili olan herşey Allah’ın emridir. Şu halde güzel sabır hem bu gerçekle, hem de vicdanın derinliklerinde yer alan bu gerçeğe ilişkin bilinç ile uyuşmaktadır.
Yalanlayanların karşısına dikildiği davanın sahibi Allah’tır. Kafirlerin bir an önce gerçekleşmesini istedikleri, bu arada yalanladıkları vaadin sahibi de O’dur. Kendi belirlediği bir hikmete ve evrensel plana göre olayları ve olayların vakitlerini planlayan O’dur. Fakat insanlar bu planı ve tasarıyı bilmezler, bu yüzden acele ederler. Uzun süre beklediler mi kuşkuya düşerler. Zaman zaman dava adamlarının içine de sıkıntı düşebilir. Allah’ın vaadinin bir an önce gerçekleşmesi arzu ve temennisi onlarında hatırına gelebilir. İşte böyle bir durumda her şeyden haberdar olan ulu Allah’tan bunun gibi güvenceler ve direktifler gelir. “Sen güzelce sabret.”
Burada hitap Peygamber Efendimize yöneliktir. Amaç, karşılaştığı kıt anlayışlıktan, kaypaklıktan ve yalanlamadan dolayı kalbine güven aşılamaktır. Bunun yanısıra bir başka gerçek de vurgulanıyor: Buna göre yüce Allah’ın olaylara ilişkin planı insanlarınkinden farklıdır. Onun sınırsız ölçüleri insanların dar kapsamlı, küçük ölçülerine benzemez:
“Onlar onu uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın görüyoruz: ‘
Ardından, gerçekleşmesi kaçınılmaz olan o korkunç azabın yer aldığı, onların uzak, ama Allah’ın yakın gördüğü kıyamet gününden bazı sahneler sunuluyor. Bu sahneler evrenin uçsuz bucaksız alanlarında, insan ruhunun dipsiz derinliklerinde gösteriliyor. Bunlar hem evrende, hem de insan ruhunda şaşırtıcı ve sarsıcı etki bırakan dehşeti gözler önüne seren sahnelerdir:
“O gün gök, erimiş bakır gibi olur. Dağlar atılmış renkli yün gibi olur.”
Ayetin orijinalinde geçen “el-Muhl” kelimesi; madenlerin erimiş halidir, tıpkı yağın tortusu gibi. “el-ihn” ise, dağınık, kabarık yün demektir. Kur’an-ı Kerim, birçok yerde, kıyamet günü olağanüstü olayların meydana geleceğinden, evrensel cisimlerin yer, nitelik, dayanak ve bağlantılarının değişeceğinden sözeder. Kıyamet günü gerçekleşecek olaylardan biri de gökyüzünün erimiş madenlere benzeyecek olmasıdır. Doğa ve astronomi bilimleri ile uğraşanların bu ayetler üzerinde düşünmeleri gerekir. Çünkü onlarca genel kabul gören görüşe göre gök cisimleri gaz düzeyine gelene kadar eriyen madenlerden meydana gelmişler. -Bu, belli bir süreç içinde gerçekleşen erime ve akma aşamalarından sonraki bir aşamadır-. Belki de bu cisimler kıyamet günü söneceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman.” (Tekvir suresi 2) Soğuyup ısınan madenler hâline geleceklerdir. Böylece şimdiki durumları, yani gaz hâlinde olmaları durumu ortadan kalkacak yeni bir şekil alacaklardır.
Her halükarda bu, doğa ve astronomi bilimleri ile uğraşanların yararlanabilecekleri bir ihtimaldir. Bize gelince; bu ayetin önünde duruyor, gökyüzünün erimiş maden tortusuna dönüştüğü, dağların etrafa saçılmış kabarık yünler gibi savrulup atıldığı, bu dehşet verici sahneyi düşünüyoruz. Bu sahnenin arka planında ruhları kıskıvrak yakalayan, şaşkına çeviren korkuyu düşünüyoruz. Kur’an-ı Kerim bu korkuyu şu derinlikli ifadeyle dile getiriyor:
“Dost dostun halini sormaz. Birbirlerine gösterirler. Suçlu ister ki o günün azabından kurtulmak için fidye versin: oğullarını, hayat arkadaşım ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini versin de tek kendisini kurtarsın.”
insanların dertleri başlarından aşkın. Kendisinden başkasına aldıracak durumu olmaz. Zaten kafasında da Kendisinden başkasına yer yoktur. “Dost dostun halini sormaz.” Çünkü dehşet saçan korku bütün bağları koparmıştır. Her kişiyi, kendi canının telaşına düşürmüştür. Başkasını düşünmesine imkan kalmamıştır. O dehşetli günde dostlar karşı karşıya getirilirler: “Birbirlerine gösterilirler.” Sanki bilerek ve kasden birbirlerine gösterilirler. Ne yazık ki her birinin başından aşkın derdi vardır. Her birinin vicdanı kendi haliyle meşgul. Dostunun durumunu sormak veya yardımını istemek hiç kimsenin aklına gelmez. Çünkü sıkıntı hepsini kuşatmıştır. Dehşet tümünü çepeçevre sarmıştır.
Acaba “suçlu” ne durumdadır? Korkudan donakalmış, duygusuz hale gelmiştir. Dehşetten kendini kaybetmiştir. Şu anda azaptan kurtulmak için en çok sevdiği; uğruna hayatını feda etmeye hazır olduğu, onlar için mücadele ettiği, onlar için yaşadığı oğlunu, karısını, kardeşini, içinde yetiştiği kendisini barındıran yakın aşiretini fidye vermek ister. Daha doğrusu kurtuluş çırpınmaları, kendisinden başkasını düşünme duygusunu ortadan kaldırmıştır. Bu yüzden yeryüzünde bulunan her şeyi vermek ister, tek kendisi kurtulsun diye. Burada önü alınmaz bir hırsın, insanı şaşkına çeviren bir paniğin ve ipini koparmış serkeş bir arzunun tablosu çiziliyor. Derin anlamlar yüklü Kur’an ayetlerinin satır aralarında üzerine korku sinmiş, sıkıntı bulaşmış, dehşetle renklendirilmiş bir tablo canlandırılıyor.
Suçlu bu durumdayken, gerçekleşmesi mümkün olmayan bu dilekte bulunuyor. Ama içini karartan, tüm ümidini yok eden veya içinde geçen ve kendisine güç veren tüm yanıltıcı sözleri silip süpüren bir cevap işitiyor. Onunla birlikte herkes ortamın gerçek mahiyetini, olup bitenlerin özünü ortaya koyan bu açıklamayı işitiyor:
“Hayır! O alevlenen bir ateştir. Derileri kavurur soyar. Çağırır; sırtını dönüp gideni, mal toplayıp kasada yığanı!”
Ortamın sıkıntı ve dehşetinden şaşkına döndükten sonra insan ruhunun her aydınlık ümidiyle koştuğu bir sahnedir bu. Ama “Hayır!” Bu sahne onun gerçekleşmesi imkansız olan arzusunu söndürüyor. Oğullarını, eşini, kardeşini, aşiretini ve yeryüzünde bulunan herkesi fidye verip azaptan kurtulma ümidini kırıyor. “Hayır! O alevlenen bir ateştir.” Alevlenen ve yakan bir ateştir. “Derileri kavurur soyar.” Yüz ve kafa derilerini soyar. Bu, dehşeti ile insanı çıldırtan bir ateştir. Canlı bir kişiliği vardır. isteyerek ve kasden korku ve azap atmosferine katkıda bulunuyor: “Çağırır; sırtını dönüp gideni, mal toplayıp kasada yığanı.” Daha önce doğru yola girmeye çağırdığı ve bu çağrıya sırtını dönüp gittiği gibi çağırır onu. Fakat bugün cehennem onu çağırdığı zaman arkasını dönüp gidemez. Dünyadayken mal toplayıp kasalarda saklamakla meşgul olduğu için Allah’ın dinine uymaya ilişkin çağrıya kulak vermemişti. Fakat bu gün cehennemin çağrısını kulak ardı edemez. Yeryüzündeki her şeyi verip te ondan kurtulma olanağına da sahip değildir.
Bu surede, önceki “Hakka” ve “Kalem” surelerinde küfür, Allah’ın ayetlerini yalanlama ve Allah’ın emrine karşı gelmenin yanısıra ısrarla iyiliğe engel olmaktan, yoksulu doyurmaya teşvik etmemekten, mal yığıp kasalarda toplamaktan söz edilmesi, İslam davasının Mekke ortamında küfür, yalanlama ve sapıklığın yanısıra cimrilik, mal hırsı ve açgözlülük unsurlarını da barındıran özel durumlarla karşılaştığını ortaya koymaktadır. O kadar ki bu duruma sık sık işaret edilmesi, akıbetinin korkunçluğunun vurgulanması. Allah’a ortak koşmaktan ve küfürden sonra azabı hakkeden bir suç olduğunun belirtilmesini gerektirmiştir.
Bu anlamı pekiştiren, İslam davasının karşısına dikildiği Mekke toplumunun karakteristik özelliklerini yansıtan başka işaretler de vardır surede. Mekke toplumu ticaret ve faiz yoluyla mal toplama peşindeydi. Bu işleri de kureyş kabilesinin ileri gelenleri tekellerine almıştı. Ticaret amaçlı yaz ve kış yolculuklarına çıkan kervanlar onlara aitti. Servete yönelik azgın istek ve cimrilik fakirleri yoksun, duruma düşürmüştü. Yetimler her şeylerini kaybetmişlerdi. Bu yüzden meselenin üzerinde ısrarla duruluyor, bu tutum içinde olanlar sakındırılıyorlardı. Kur’an-ı Kerim Mekke’nin fethinden önce ve sonra ruhların derinliklerindeki ihtiras ve doyumsuzluğa karşı savaştığı gibi kesintisiz olarak mal hırsına ve açgözlülüğe karşı da savaşmıştır. Faizden uzak durmaya, haksız yere insanların mallarını yememeye, yetimlerin mallarını onların büyümelerini beklemeden har vurup harman savurmamaya, yetim kızlara zorbalık etmemeye, mallarına konmak için onları isteksizce evlenmeye zorlamamaya ilişkin uyarıları inceleyenler bunu açıkça görebilirler. Yine, ihtiyacından dolayı isteyeni reddetmemeye, yetimi itip kakmamaya, yoksulların haklarına el koymamaya ilişkin uyarılar da bu yönde başlatılan savaşın belirtileridirler. Bu savaşta bunun gibi toplumun karakteristik özelliklerine işaret eden daha bir çok sert karakterli saldırılar ardarda sıralanmıştır. Bunlar aynı zamanda her toplum için geçerli olan psikolojik tedavi amaçlı direktiflerdir. Mal sevgisi, servet hırsı, cimrilik ve süslenme arzusu insan ruhuna dizgin vuran bir afettir. Bu afetin dizgininden, kementinden, boyunduruğundan kurtulmak gerekir. Bunun içinde kesintisiz bir savaşa, uzun bir tedaviye ihtiyaç vardır.
Bununla surenin akışı o günkü sahnelerin ve o günkü azab tablosunun tasvirini tamamlamış oluyor. Şimdi de, insan ruhunun mümin veya imansız olması durumunda kötülük ve iyilik karşısındaki tutumuna ilişkin bir gerçeği dikkatimize sunuyor. Bu arada müminlerin akıbetini de vurguluyor. Nitekim bundan önce suçluların uğrayacakları akıbeti vurgulamıştı.