SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA NECM SURESİ 1 VE 18. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
1- Kayan yıldız hakkı için.
2- Arkadaşınız Muhammed ne sapıttı ne de azıttı.
3- O havadan konuşmuyor.
4- Söyledikleri, kendisine indirilen bir vahiydir.
5- Bu vahyi O’na müthiş güçleri olan Cebrail öğretti.
6- O üstün yetenekli melek doğruldu.
7- Yüce ufuktayken.
8- Sonra yaklaştı, yere doğru uzandı.
9- Öyle ki, Peygamberle araları iki yay aralığı ya da daha yakın oldu.
10- O anda Allah dilediği mesajı Kul’una vahyetti.
11- O’nun gönlü, gözünün gördüğünü yalanlamadı.
12- Siz şimdi gözü ile gördükleri hakkında O’nunla tartışmaya mı girişiyorsunuz?
13- O, Cebrail’i bir başka inişinde de görmüştü.
14 En uçtaki ağacın (Sidret-ül Münteha’nın) yanında.
15- Yanıbaşında me’va cenneti vardı.
16- O sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü.
17- Muhammed’in gözü ne yana kaydı ve ne de öteye geçti
18- O gerçekten Rabb’inin bazı büyük ayetlerini gördü.
Surenin bu ilk ayetlerini okurken Peygamberimizin kalbinin yaşadığı o aydınlık, o engin, o uçarı ufukta bir kaç saniyeliğine yaşıyoruz. Nurdan kanatlarla yüce ruhların o engin alemine doğru süzülüyoruz; o ilahi melodinin okşayıcı namelerini sözcüklerin titreşimlerinde, çağrışımlarında ve mesajlarında işitiyoruz.
Evet, birkaç saniyeliğine Peygamberimizin kalbi ile başbaşa yaşıyoruz. Bu kalp açıktır, örtüsüzdür, perdesi kaldırılmıştır. Yüceler aleminden mesaj almaktadır. İşitiyor ve görüyor. Aldığı mesajı içine sindiriyor. Aslında bu saniyeler o saf kalbe özgü saniyelerdir. Fakat yüce Allah, kullarına lütufta bulunarak bu saniyeleri canlı bir tasvir üslubu ile onlara anlatıyor. O saniyelerin seslerini, çağrışımlarını ve mesajlarını kulların kalplerine aktarıyor. Onlara bu saf kalbin yüceler aleminin eteklerinde geçen gezisini tasvir ediyor. Adım adım, sahne sahne, kesit kesit onlara bu gezinin ayrıntılarını sunuyor. Öyle ki, bu ayetlerin okuyucuları, bu gezinin tanıklarıymış gibi oluyorlar.
Bu çarpıcı niteleme, yüce Allah’ın bir yemini ile başlıyor: “Kayan yıldız hakkı için.”
Burada yıldızın parıldaması, sonra yörüngesinden kayıp yere yaklaşması hareketini gözlüyoruz. Bu hareketli sahne, adına yemin edilen Cebrail’in sahnesine tıpatıp benziyor. Okuyoruz:
“Yüce ufuktayken.
Sonra yaklaştı, yere doğru uzandı.
Öyle ki, Peygamber ile araları iki yay aralığı ya da daha yakın oldu.
O anda Allah, Kul’una dilediği mesajı vahyetti.”
Görüldüğü gibi surenin ilk ayetlerinden itibaren sahneler, hareketler, çağrışımlar ve mesajlar arasında uyum gözetiliyor.
Evet “Kayan yıldız hakkı için”.
Bu yemin cümlesinde kasdedilen yıldızın hangi yıldız olduğu konusunda çeşitli yorumlar yapılmıştır. Bu yorumların en akla yakın olanı burada “Şira” yıldızına işaret edildiğini ileri süren görüştür. O dönemin bazı müşrikleri “Şira” yıldızına tapıyorlardı. Ayrıca surenin sonlarına doğru bu yıldızın adından şöyle sözediliyor:
“(Bazı müşriklerin taptıkları) `Şira’ yıldızının Rabb’i de O’dur.”
Eski çağlarda bu “Şira” yıldızına büyük önem verilirdi. Bilindiği gibi eski Mısırlıların hesaplarına göre bu yıldız, yörüngesinin tepe noktasından geçerken Nil nehri taşıyordu. Bu yüzden bu yıldızı izlerler, hareketlerini gözlerlerdi. Eski İran ve Arap masallarında bu yıldızdan sık sık sözedildiği görülür. Bu yüzden ayette bu yıldıza işaret edilmiş olması, akla yakın bir ihtimaldir. Peki niye bu yıldızın “kayma” sahnesi seçildi? Akla gelen ilk ihtimal bu seçimin yukarda sözünü ettiğimiz uyumun sağlanması için yapılmış olmasıdır. Bir başka gerekçe de okuyucuya şu mesajı vermek olabilir: Bir yıldız ne kadar kocaman ve görkemli olursa olsun, yörüngesinden kayar, yerini değiştirir. Öyleyse tapılmaya, ilah edinmeye layık değildir. Çünkü değişmezlik, yücelik ve süreklilik, ilahın vazgeçilmez niteliklerindendir.
İlk ayet yemin cümlesi idi. Yeminin konusu ise Peygamberimizin müşriklere anlattığı “vahiy” meselesi, bu vahyin niteliğidir. Okuyalım:
“Arkadaşınız Muhammed ne sapıttı ne de azıttı.
O havadan konuşmuyor.
Söyledikleri kendisine indirilen bir vahiydir: ‘
Yani arkadaşınız Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- akıllı bir insandır, şaşkın değildir; doğru yoldadır, sapık değildir; samimidir, kötü niyetli değildir; Hak’tan, yani Allah’tan aldığı gerçeği size duyuruyor. Kuruntulu, uydurmacı veya iftiracı değildir. Size mesaj iletirken havadan konuşmuyor. Söyledikleri, kendisine indirilmiş bir vahiydir. O doğru ve güvenilir bir aracı sıfatı ile kendisine gelen vahyi size duyurmaktadır.
Bu vahyin taşıyıcısı belli, hangi yoldan geldiği belli, nasıl bir çizgi izlediği bellidir. Peygamber bu vahyin izlediği yolu gözleri ile kalbi ile görmüştür. Bu konuda kuruntuya kapılmış ya da aldanmış, yanılgıya düşmüş değildir. Okuyalım:
“Bu vahyi O’na müthiş güçleri olan Cebrail öğretti. O üstün yetenekli melek doğruldu.
Yüce ufuktayken.
Sonra yaklaştı, yere doğru uzandı.
Öyle ki, Peygamber ile araları iki yay aralığı ya da daha yakın oldu.
O anda Allah, Kul’una dilediği mesajı vahyetti.
O’nun gönlü, gözünün gördüğünü yalanlamadı.
Siz şimdi gözü ile gördükleri hakkında.
O’nunla tartışmaya mı girişiyorsunuz?”
“Müthiş güçleri olan, üstün yetenekli melek” Cebrail’dir. Arkadaşınız Muhammed’in size duyurduğu mesajı O’na öğreten bu melektir. Vahiy yolu budur. Vahiy amaçlı gezi işte böyle gerçekleşmiştir. Olay bütün ayrıntıları ile gözler önündedir. O üstün yetenekli melek “yüce ufuktayken” doğruldu. Böylece Muhammed O’nu gördü. Bu olay vahyin başlangıç aşamasında gerçekleşti. O sırada Muhammed, Cebrail’i aslında olduğu gibi, yüce Allah tarafından nasıl yaratılmış ise öyle gördü. Sonra Cebrail kendisine yaklaştı, O’na doğru uzandı, yere sadece iki yay uzunluğu kadar bir mesafe kaldı. Yani birbirlerine alabildiğine yaklaştılar. Arkasından yüce Allah, Kul’una “dilediği” mesajı indirdi. Görüldüğü gibi ilahi mesajdan sözeden ifade kısa, yüceltici ve görkem yükleyicidir.
Demek ki, “uzaktan görme” olayını izleyen bir “yakından görme” olayı ile karşı karşıyayız. Olay vahiy, öğretme, görme ve kesinlikle emin olma olayıdır.
Olayda “görme yanılgısı”, “göz aldanması” sözkonusu değildir. Bu yüzden tartışmaya ve demogojiye kapalıdır. Okuyalım:
“O’nun gönlü, gözünün gördüğünü yalanlamadı.
Şimdi siz, gözü ile gördükleri konusunda O’nunla tartışmaya mı girişiyorsunuz?”
Gönlün görmesi daha doğru, daha değişmezdir. Çünkü bu durumda göz aldanması ihtimali ortadan kalkar. Kısacası Muhammed, -salât ve selâm üzerine olsun- Cebrail’i gözleri ile gördü, kesinlikle tanıdı ve gönül gözü ile kavradı ki, o vahyin taşıyıcısı olan bir melektir, yüce Allah’ın kendisine gönderdiği bir elçidir; gelişinin sebebi ilahi mesajı Peygamberimize öğretmekti, Peygamberimiz de ondan öğrendiklerini insanlara duyurmakla yükümlü idi. Öyleyse demogoji ve tartışma sona erdi. Madem ki, kalp güvendi ve gönül kesin inanca kavuştu. Artık bu tür inatçı reaksiyonlara yer yoktur.
Peygamberimizin Cebrail’i öz kılığı ile görmesi, sadece bir kereliğine olmuş bir olay değildi. Aynı olay daha sonra bir kere daha yaşanmıştı. Okuyalım:
“O, Cebrail’i bir başka inişinde de görmüştü.
En uçtaki ağacın (Sidret-ül Münteha’nın) yanında.
Yanıbaşında Me’va cenneti vardı.
O sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü.
Muhammed’in gözü ne yana kaydı ne de öteye geçti.
O gerçekten Rabb’inin bazı büyük ayetlerini gördü: ‘
Elimizdeki en güvenilir bilgiye göre bu “ikinci görme” olayı Mirac gecesi meydana gelmişti. O gece Cebrail, Peygamberimize “en uçtaki ağacın yanında” öz kılığı ile bir kez daha yaklaşmıştı.
Okuduğumuz ayetlerin ikincisinde geçen “sidret” sözcüğü “bir tür ağaç” anlamına gelir. Bu ağacın “en uçtaki ağaç” olması demek, bu ağacın varılabilecek son noktada olması demektir. Ayetin verdiği bilgiye göre bu ağacın yanıbaşında “Me’va” cenneti vardır. Acaba bu uç nokta, mirac yolculuğunun son noktası mıdır, yoksa bu nokta Peygamberimiz ile Cebrail’in beraberliklerinin bitiş noktasıdır da Cebrail bu noktada durduktan sonra Peygamberimiz tek başına yolculuğuna devam ederek Rabb’inin Arş’ının daha yakınlarına mı yükselmiştir? Bunlar tümü ile sadece yüce Allah’ın bilgisine açık “gayb” konularıdır. Yüce Allah’ın seçkin kulu Hz. Muhammed’e -salât ve selâm üzerine olsun- açtığı bu konulara ilişkin bize gelen bilgi sadece bu kadardır. Bu olayların nasıl olduklarını kavramak bizim gücümüzün dışındadır. İnsanoğlunun bu olayları kavrayabilmesi için insanların ve meleklerin yaratıcısı olan, insanın ve meleklerin ayırıcı niteliklerini bilen yüce Allah’ın dilediğinin bu yolda olması gerekir.
Olaya güç ve kesinlik kazandırmak amacı ile ayette “en uçtaki ağacın yanında” gerçekleşen bu görmeye eşlik eden bir ayrıntıya değiniliyor. Okuyoruz:
“O sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü.”
Yalnız ağacı neyin bürüdüğü açıkça belirtilmiyor. Çünkü sözkonusu “bürüme” olayı tanımlanamayacak ve biçimi belirtilemeyecek derecede müthiş ve görkemlidir.
Bütün bu olup bitenler kesin birer gerçektir. Okuyalım:
“Muhammed’in gözü ne yana kaydı, ne de öteye geçti.”
Yani ne bir göz kayması, ne de bakış sekmesi sözkonusu değildi. Ortada kuşkulu bir yanı olmayan, sam olma ihtimali bulunmayan açık ve kesin bir “görme” olayı vardı. Bu olaydı Peygamberimiz, yüce Rabb’inin bazı olağanüstü mucizelerini gözlemiş, kalbi çıplak ve örtüsüz gerçekle iletişim kurmuştu.
Buna göre olay “vahiy” olayıdır. Ortada çıplak gözle gerçekleşen bir gözlem, yanılgısız bir görme, kuşku içermeyen bir kesinlik, dolaysız bir iletişim, güçlü bir bilgi, somut bir yoldaşlık, tüm ayrıntıları ve aşamaları ile gerçekleşmiş bir yolculuk vardır. Ey müşrikler, işte “arkadaşınız” Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- size yönelttiği çağrı bu “kesinlik” temeline dayanıyor. Durum böyleyken, siz O’nun bu çağrısını reddediyor, yalanlıyorsunuz; O’na inen vahyin doğruluğundan kuşku duyuyorsunuz. Oysa O, sizin öteden beri tanıdığınız, deneyden geçirdiğiniz eski bir arkadaşınızdır. Size yabancı biri değil ki, huyunu ve karakterini bilmemiş olasınız. Ayrıca Rabb’i de O’nu onaylıyor, doğru söylediğine yemin ediyor; O’na nasıl, hangi şartlar ortasında ve kimin eli ile vahiy indirdiğini, bu vahiy meleği ile nasıl buluştuğunu, onu nerede gördüğünü size ayrıntılı biçimde anlatıyor.
İşte Peygamberimizin müşriklere yönelttiği çağrı böylesine kesin esaslara dayanıyor. Peki, onların tapınmaları, ilahları ve bu yoldaki masalları neye dayanıyor? Onlar, Lât, Uzza ve Menat adını taktıkları putlara taparken, bunların birer melek olduklarını, meleklerin Allah’ın kızları olduklarını ve Allah katında insanlara aracılık edeceklerini beklediklerini ileri sürerken, bu bulanık iddiaları ileri sürerken neye dayanıyorlar? Bu saplantıları, bu asılsız kuruntuları herhangi bir belgeye, herhangi bir kanıta, herhangi bir güçlü desteğe dayanıyor mu? İşte surenin ikinci kesitinde ağırlıklı olarak işlenen tema budur. Okuyoruz: