SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA RUM SURESİ 1. VE 7. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
1- Elif, lâm, mim.
2- Rumlar yenildi.
3- En yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir.
4- Birkaç yıl içinde, eninde-sonunda emir Allah’ındır. O gün mü’minler sevinir.
5- Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür (galibdir) esirgeyendir.
6- Bu, Allah’ın vaadidir. Allah verdiği sözden caymaz: fakat insanların çoğu bunu bilmezler.
7- Onlar dünya hayatının görülen kısmını bilirler. Ahiretten ise habersizdirler.
Sure, tefsiri konusunda: Kur’an’ın Araplar’ın bildiği harflerden oluşmuş olmasına karşın, onlar için erişilmezlik teşkil etmesi ve Araplar’ın aynı harf malzemesine sahip oldukları halde, O’nun benzerini ortaya koyamamalarına dikkat çekmenin hedeflendiği görüşünü benimsediğimiz kopuk harflerle başlıyor.
“Elif, lâm, mim.”
Ardından birkaç yıl içinde Rumlar’ın galip geleceklerine ilişkin doğru haber geliyor. İbn Cerir, Abdullah İbn Mesud, kanalıyla konuyla ilgili şu bilgiyi veriyor: Abdullah İbni Mesud: “Farslar Rumlar’ı yenmişlerdi. Müşrikler Farslar’ın Rumlar’ı yenmesini arzuluyor, müslümanlarsa, Kitap Ehl-i ve dinlerine daha yakın olmalarından ötürü Rumlar’ın Farslar’ı yenmesini arzuluyorlardı.
“Rumlar yenildi.”
“En yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir” ayeti indiğinde, müşrikler; Ey Ebubekir! Arkadaşın Muhammed birkaç yıl içinde Rumlar’ın Farslar’ı yeneceğini söylüyor, ne dersiniz? dediklerinde; O: “Doğrudur” dedi. Onlar: “Bahse girelim mi?” dediler (Başka bir rivayette bahisleşme olayının “falakü” çekiminden sayılarak haram kılınmadan önce gerçekleştirmiştir) ve haklının anlaşılması için yedi sene beklemek üzere, dört dişi deve üzerine sözleştiler. Yedi sene geçti, hiçbir şey olmadı. Müşrikler bu duruma sevindiler, müslümanlara bu durum ağır geldi. Olay Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- iletildiğinde: “Size göre `birkaç yıl’ ne kadardır?” diye sordu. “O’ndan az olan” dediler. O: “Git bahse konu olan malı arttı, süreye de iki yıl ekle” dedi. İki yıl geçmeden kervanlar, Rumlar’ın Farslar’ı yendiği haberini getirdiler. Müslümanlar sevindiler.”
Bu olaya ilişkin birçok rivayet var, onlardan İmam İbni Cerir’inkini seçtik. Suredeki bu olayın ardından gelen yönlendirmelere geçmeden önce, olayın dolaysız konuları üzerinde durmak istiyoruz:
Bu gerçeklerin ilki, Tevhid ve imana davetin önünde, şirk ve küfrün her zaman birlikte karşı koymalarıdır. Eskiden ülkeler ve uluslar günümüzde olduğu gibi yoğun bağlantılar içinde olmamalarına rağmen, Mekke’deki müşrikler, nerede olursa olsun müşriklerin Kitap Ehli’ne karşı zaferlerini kendi zaferleri olarak algılıyorlardı. Müslümanlar da kendilerini Kitap Ehli’ne bağlayan bir bağ buluyor, nerede olursa olsun müşriklerin zafer kazanması onların canını sıkıyor, çağrılarını ve meselelerinin çevrelerindeki alemin her yerinde cereyan eden ve küfür-iman mücadelesini etkileyen olgudan kopuk olmadığını kavrıyorlardı.
Günümüz insanının çoğunun farkına varamadığı açık gerçek işte budur. Bunlar yaklaşık ondört asır önce, Peygamberimizin zamanındaki müslümanlar ve müşriklerin bu gerçeğe verdiği önemi vermiyorlar. Yerel ve ulusal sınırlar içine sıkıştıklarından, meselenin küfür-iman meselesi olduğunu ve savaşın Allah’ın taraftarları ile şeytan yanlıları arasındaki savaş olduğunu kavrayamıyorlar.
Yeryüzünün dört bir yanındaki günümüz müslümanları, savaşın yapısını ve meselenin özünü anlamaya ilişkin gerçek konusunda; şirk ve küfür grupların arkasına gizlendikleri yayınların onları yanıltmamasına ne kadar muhtaçtırlar. Nedenler ne ölçüde çeşitlenirse çeşitlensin, onların müslümanlarla inançları için savaştıklarında kuşku yoktur.
Diğer bir gerçek de; Ebu Bekir’in tereddüt etmeden söylediği sözünde görüldüğü gibi ilk müslümanların Allah’ın vaadine duydukları mutlak güvendir. Müşrikler O’nu arkadaşının sözü ile şaşkınlığa düşürmek istiyorlar ve bahse giriyorlar. Ve “birkaç yıl” içinde Allah’ın vaadi gerçekleşiyor… Müslümanların gönlünü güç, kesin iman ve Allah’ın vaadi gerçekleşene dek, sıkıntı, elem ve engeller karşısında direnme gücü ile dolduran; işte bu eşsiz biçimdeki mutlak güvendir. Uzun yorucu cihad yolunda, her akide sahibinin azığı budur. ,
Üçüncü gerçek de; haberin akışı içinde ara cümlesi olarak gelen bu olaydan “Eninde-sonunda emir Allah’ındır” Allah’ın sözünün vurgulandığı ve diğer olaylarda da duruma egemenliğin tümüyle Allah’a havale edilmesi konusunda acele edilmesi hem de tüm diğer konumlarına mihenk taşı olması için bu kapsamlı gerçeğin öne çıkarılmasıdır. İşte gerçeğin ifadesi olarak; zafer ve yenilgi, devletlerin doğuşu ve batışı, zayıflığı ve güçlülüğü, hepsinin durumu evrende meydana gelen diğer olaylar ve pozisyonların durumu gibi olup, temel nedenleri tümüyle Allah’a dayanmakta, hikmeti ve dileğince O yönetmektedir. Olaylar ve gelişmeler bu mutlak iradenin görünümünden başka bir şey değildir. O irade ki, kimsenin etkisinden söz edilemez, arkasındaki hikmetleri kimse bilemez. Kaynaklarını da sadece Allah bilir. Öyle ise, insanın Allah’ın planlanmış bir değerlendirmeye uygun olarak oluşturduğu olaylar ve gelişmeler karşısında yapabileceği tek şey, hakkı yerine getirmek ve ona teslim olmaktır.
“Elif, lam, mim.” “Rumlar yenildi.” “En yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir.” “Birkaç yıl içinde. Eninde-sonunda emir Allah’ındır: O gün mü’minler sevinir.
Nitekim Allah’ın vaadi doğru çıkmış, mü’minler de Allah’ın zaferiyle sevinmişlerdïr.
“Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür (galibdir) esirgeyendir.”
İşte her zaman duruma egemen olan O’dur. O, zaferi dilediğine verir. Dilediğini sınırlayacak hiçbir şey yoktur. Sonucu gerekli kılan dileme, nedenleri hazırlayan dilemenin kendisi olduğundan, nedenlerin varlığı, zaferin dilemeye bağlanmasıyla çelişmez. Kâinatı yöneten yasaların tümü, hiçbir kayda tabi olmayan bu dilemeden ortaya çıkmıştır. Yine O, dileme işlevini; eksiksiz yerine getiren yasalar ve kararlı değişmez sistemler olmasını hedeflemiştir. Zafer ve yenilgi, kayıt tanımaz dilemenin gerekli kıldığı o yasalara uygun olarak etkileyen faktörlerden doğan durumlardır.
Bu konuda İslam akidesi açık ve mantıkidir. İşte o, her şeyde Allah’ı egemen kabul etmekte fakat sonuçların görünür ve olgu dünyasına, durumlarına göre çıktığı, doğal nedenlerin oluşturulması konusunda da insanoğlunu sorumlu tutmaktadır. Yalnız sonuçların fiilen gerçekleşip gerçekleşmemesi insanoğlunun sorumluluğu kapsamında değildir. Çünkü bu, temelde Allah’ın tedbirine bağlıdır. Nitekim bedevi, devesini Peygamberimizin mescidinin önünde başıboş bırakıp, “Allah’a tevekkül ettim” diyerek, girip namaz kılmaya başladığında Peygamberimiz Adama: “Onu bağla öyle tevekkül et” (Tirmizi, Enes B. Malik’ten vermiş) demiştir. Görüldüğü gibi, İslam inancında tevekkül (Allah’a dayanma) oluşum nedenlerini yerine getirmeyle kayıtlı olup işin Allah’a bırakılması ondan sonradır.
“Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür (galibdir) esirgeyendir.” Durum böyle olunca, zafer, onu oluşturan ve olgu dünyasına çıkaran kadir güç ve onu insanların yararına dönüştürüp, hem yenen hem de yenilenler için yaralı kılan rahmetin gölgesi ile kuşatılmıştır. “Allah insanların bir kısmını bir kısmı ile savmasaydı yeryüzü kargaşaya boğulurdu.” (Bakara Suresi, 251) Yeryüzünün kargaşadan korunması nihayetinde yenen ve yenilenlerin her ikisi için de rahmettir.
“Bu, Allah’ın vaadidir. Allah verdiği sözden caymaz; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”
“Onlar dünya hayatının görülen kısmını bilirler. Ahiretten ise habersizdirler.”
Görüldüğü gibi zafer Allah’ın vaadidir. “Allah vaadinden caymaz” gerçeği, mutlaka hayat olgusu çerçevesinde gerçekleşmesi gerekir. Vaadinin özgür iradesi ve derin hikmetinden kaynaklandığı, gözden kaçırılmamalıdır. O vaadini gerçekleştirir. Dilemesini geri çevirecek, yargısını bozacak yoktur, evrende dilediğinden başka şey olmaz.
Bu vaadin gerçekleşmesi, değişmez büyük yasanın bir yönüdür. “Fakat insanların çoğu bunu bilmezler” dıştan bilgin görünseler ve çok şey bilir olsalar da, onlara ilişkin bu yargı geçerlidir. Çünkü, bilgileri yüzeysel, hayatın dış görünüşü ile ilgili olup, değişmez özgün yasalarına inememekte, genel yasaları ve varlıkla olan güçlü bağlantılarına erememektedir. “Onlar dünya hayatının görünén kısmını bilirler.” Bu dış görünüşü aşıp arkasındakini göremezler.
Dünya hayatının dış görünüşü, insanlara ne ölçüde geniş kapsamlı görünse de sınırlı ve küçüktür. Sınırlı hayatlarında çabaları da sınırlıdır. Hayat tümüyle de bu görkemli varlıktan küçük bir bölüm olup, ona da bu varlığın yapısı ve bileşimindeki yasalar ve sistemler egemendir.
Kalbi, bu varlığın içyüzü ile ilgi kuramayan, sezisi ona egemen olan yasa ve sistemlere ulaşamayan, bakmayı sürdürür ama sanki görmez. Dış biçimi ve sürekli hareketini görür, fakat hikmetini anlayamaz, onu ve onunla birlikte yaşayamaz. İnsanların çoğunluğu böyledir, çünkü hayatın pratiğini, varlığın sırları ile bağlantılı kılan sadece gerçek imandır. Bilgiye varlığın sırlarını kavrama ruhunu veren de O’dur. Bu özellikleri içeren iman sahipleri insanlar arasında azınlıktadırlar. Çoğunluk gerçek bilgiden yoksun yaşar.
“Ahiretten ise habersizdirler.” Ahiret, yaratma zincirinde bir halka, varlığın çok olan sayfalarından bir sayfadır. Yaratmanın hikmetini ve varlığın yasasını kavrayamayanlar; ahireti ihmal ediyor, onu gereğinde değerlendiremiyor. Ve ahiretin; varlığın seyir çizgisinde yolundan geri kalmaz, hedefinden sapmaz bir aşama olduğunu görmüyorlar.
Ahiretin göz ardı edilmesi, onu göz ardı edenlerin ölçülerini yanıltıcı kılmakta, ellerindeki değerlerin dengesini bozmaktadır. Dolayısıyla, hayatı, olaylarını ve değerlerini doğru algılayamamakta, onlara ilişkin bilgileri eksik, yüzeysel kalmaktadır. Çünkü insanın iç dünyasında ahiretin hesaba alınması, yeryüzünde oluşan her şeye bakışını değiştirmektedir. Ahiret hesaba alındığında, kişinin yeryüzündeki hayatı, evrendeki uzun yolculuğunun kısa bir aşaması ve yeryüzündeki nasibi de varlıktaki kocaman payının az bir bölümüdür. Yeryüzünde olup biten olaylar ve pozisyonlarda romanın küçük bir bölümünden başka bir şey değildir. İnsanın yargısını, uzun yolculuktan kısa bir aşama, kocaman paydan az bir bölme, romandan küçük bir bölüme dayandırması yakışık almaz!
Diğer yandan, ahirete inanıp onu hesabına alan insan; yalnız bu dünya için yaşayan, onun ötesini beklemeyen diğeri ile bağdaşamaz. O ikisi, hayatın hiçbir durumu ve değerlerinden hiçbir değerin değerlendirilmesinde uyuşmazlar. Biri sadece dünya hayatının dış yüzünü görür, diğeri ise; ilişkiler, sistemler ve kapsamlı yâsalar aracılığı ile dışı-içi görünmeyeni-görüneni, dünyayı ahireti, ölümü, hayatı, geçmişi, günü, geleceği, insanlar, alem, canlı-cansız her şeyi kapsayan büyük alemi kavrar… İslam’ın insanlık için taşıdığı, kapsamlı, geniş, engin ufuk işte budur… İslam insanlığı o ufukta, yapısında Allah’ın ruhundan yakışır saygın konumlara yüceltmektedir.
KENDİ VARLIKLARINI DÜŞÜNSÜNLER
Allah’ın zaferine ilişkin vaadinin gerçekleşmesi ve ahiret konusunun, varlığın dayandığı büyük gerçeğe bağlanması için Kur’an, konu değiştirip insanları evrenin içerdikleri, göklerde-yerde ve aralarındaki varlıklar içinde başka bir gezintiye çıkarıyor. Ayrıca onları iç dünyalarına yöneltiyor, onun derinliklerine iniyor, araştırıyor. Amaç bu büyük gerçeği kavramalarını sağlamak. İnsanlar bu gerçekten, ahiretten habersiz olduklarından gafil olmakta ve buna bağlı olarak bu gerçeğin görülmesi ve araştırılmasına yönlendiren çağrıdan da gafil düşmekteler: