SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA ŞURA SURESİ 13 VE 16. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
DİNİN EGEMENLİĞİ VE FİTNE
13- Allah, dinden Nuh’a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa ya ve İsa ‘ya tavsiye ettiğimiz Allah’ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir hayat düsturu olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.”
14- Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süre için Rabb’inin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi. Onlardan sonra Kitab’a varis kılınanlar da ondan kuşku duymaktadırlar.
15- Bundan dolayı sen insanları Allah’ın dinine davet et ve emrolunduğun gibi doğru ol, onların heva ve heveslerinden kaynaklanan hayat sistemlerine uyma ve deki: “Ben Allah’ın indirdiği her Kitab’a inandım; aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizimde Rabb’imiz, sizinde Rabb’inizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak birşey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüşte O’nadır.”
16- İnsanlar Allah’ın çağrısını kabul ettikten sonra, Allah’ın dini hakkında tartışanların delilleri, Rab’leri yanında batıldır. Onların aleyhine bir gazab ve çetin bir azab vardır.
Surenin giriş kısmında şöyle deniyor: “O üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah, sana ve senden önceki peygamberlere böyle vahyeder.” Bu ifade, bütün peygamberlerin vahiy aldıkları kaynağın, uyguladıkları sistemin, gerçekleştirmek istedikleri hedefin birliğine yönelik genel bir işaretti. Şimdi ise bu işaret açıklığa kavuşturuluyor. Yüce Allah’ın müslümanlar için hayat düsturu olarak öngördüğü direktifin -genelde- Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiği prensip olduğu vurgulanıyor. Özelde müslümanlara genelde de tüm peygamberlerin ümmetlerine emredilen prensip şudur: “Allah’ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin” Bu konuda görüş ve inanç ayrılığına düşenlere aldırmadan kalıcı ilahi sisteme uymakta ısrar etmek, bu açık, dengeli ve tutarlı dini uygulamak, Allah’ın hakimiyeti hakkında tartışanların delillerini çürütmek, onları Allah’ın öfkesi ile, şiddetli azabı ile korkutmak gibi sonuçlar bu prensibin yerleşmesinden sonra gelir.
Tıpkı az önceki bölümde olduğu gibi burada da belli bir amaca yönelik bir bütünlük ve ahenk olduğu göze çarpmaktadır:
“Allah, dinden Nuh’a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimiz `Allah’ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir hayat düsturu olarak öngördü.”
Böylece surenin giriş kısmında ayrıntılı olarak ele aldığımız gerçek; bütün peygamberlerin sundukları mesajın temelde bir olduğu; zamanın derinliklerine kök salmış dinin bir olduğu gerçeği iyice pekiştiriliyor. Buna bir de mü’minin duygusunda tatlı bir iz bırakan açıklamalar ekleniyor. Mü’min uzanıp giden yolda yürüyen önceki kuşaklara bakıyor. Birden peşpeşe yola koyulan insanlığın şu seçkin, şu saygın şahsiyetlerini; Hz. Nuh’u, İbrahim’i, Musa’yı, İsa’yı ve Hz. Muhammed’i -salât ve selâm üzerlerine olsun- görüyor. Bu seçkin insanların devamı olduğunu, onların izinden gittiğini düşünüyor. Çeşitli engeller ve dikenlerle dolu da olsa, bu yüzden birçok nimetten yoksun da kalsa daha bir coşku ile yolunu izliyor. Çünkü o, yüce Allah katında en saygın, en onurlu olan bir kafile ile yoldaşlık etmektedir. Bu kafile insanlık tarihi ile birlikte bütün evrende gelmiş geçmiş en büyük, en seçkin kafiledir.
Aynı şekilde, Allah’ın değişmez dinine inanan ve O’nun kalıcı yasasına uyanlar arasında köklü bir barış vardır. Bunlar ayrılıkları ve farklılıkları bir kenara bırakırlar. Sağlam bir yakınlık bilincini taşırlar. Bu da beraberinde yardımlaşmayı, anlaşmayı, şimdiki zamanı geçmişe, geçmişi de şimdiki zamana bağlamayı ve topyekün Allah’ın belirlediği yolda yürümeyi getirir.
Yüce Allah’ın, dinden bir kural olarak Hz. Muhammed’e -salât ve selâm üzerine olsun- inanan müslümanlara hayat düsturu olarak öngördüğü prensip, yüce Allah’ın Hz. Nuh’a, Hz. İbrahim’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya -selâm üzerlerine olsun- tavsiye ettiği bir prensibin aynısı olduğuna göre Hz. Musa’ya uyanlarla Hz. İsa’ya uyanlar niçin birbirleri ile savaşıyorlar? Hz. İsa’ya uyan değişik mezheplere bağlı kişiler kendi aralarında niçin savaşıyorlar? Hz. Musa’ya ve İsa’ya uyanlar neden Hz. Muhammed’e -salât ve selâm üzerine olsun- uyanlarla savaşıyorlar? İbrahim’in dinine bağlı olduklarını ileri sürenler niye müslümanlarla savaşıyorlar? Niçin hepsi biraraya gelip kendilerine gönderilen son peygamberin kaldırdığı tek bayrağın altında toplanmıyorlar? Çünkü yüce Allah’ın yerine getirilmesini istediği bu direktif herkese yöneliktir: “Allah’ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin.” Allah’ın dinini bütün yönleriyle uygulayın, yükümlülüklerini yerine getirin, ondan sapmayın, onun ilkelerini çarpıtmayın. Yükselen bayrağın altında tek saf halinde durun. Bu, tek ve değişmez bir bayraktır. Bu bayrağı son dönemde Hz. Muhammed’e -salât ve selâm üzerine olsun- gelene kadar sırasıyla Hz. Nuh, İbrahim, Musa ve İsa -selâm üzerlerine olsun- taşımıştır.
Ne varki -Hz. İbrahim’in dinine bağlı olduklarını ileri süren- şehirlerin anası Mekke ve çevresinde yaşayan müşrikler bu yeni ama kökü eskilere dayanan son çağrıya karşı değişik bir tutum sergiliyorlar:
“Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi.” Aralarındaki Hz. Muhammed’e -salât ve selâm üzerine olsun- vahyin gelmesi onlara ağır geldi. Çünkü “İki şehrin büyüklerinden birine” (Zuhruf Suresi, 31) vahiy gelmesini istiyorlardı. Aralarında nüfuz sahibi ileri gelenlerden birine gelmesini bekliyorlardı. Kendi itirafları ile doğru ve güvenilir olan Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- ne kişisel nitelikleri ne de ortalama bir Kureyş ailesi olan soyu onlara göre otoriter bir kabile başkanı olması için yeterli değildi.
Putperestlik ve putçuluk döneminin otoritelerinin dayanağı efsanelerin bitmesi ile birlikte otoritelerinin bitecek olması onlara ağır geliyordu. Çünkü ekonomik ve kişisel çıkarları bu putperest efsanelere dayanıyordu. Bu yüzden şirke sarıldılar. Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini çağırdığı net ve arı tevhid düşüncesini, yani Allah’ın tek ve ortaksız hakimiyetine dayanan islam düşüncesini kabul etmek ağır geldi.
Ölen müşrik atalarının sapıklık üzere, cahiliye üzere öldüklerini söylemek ağır geldi onlara ve ahmaklığa dört elle sarıldılar. Günahla övünür oldular. Atalarının sapıklık üzere öldüklerini söylemektense cehenneme atılmayı tercih ettiler.
Kur’an-ı Kerim onların bu ahmakça tutumları üzerine yüce Allah’ın dilediği kimseyi peygamberlik görevi için seçip tercih ettiğini, yine kendisine sığınmak isteyeni doğru yola ilettiğini, ayağı kayıp yoldan çıkan kimilerinin tevbesini kabul ettiğini belirterek bir değerlendirme yapıyor:
“Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.”
Nitekim Hz. Muhammed’i de -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberlik görevi için seçmiştir. Yine yüce Allah kendisine dönüp yönelen için de yolu açık tutmuştur.
Ardından surenin akışı tekrar peygamberlerin izleyicilerinin tutumlarına dönüyor. Bütün peygamberler soydaşlarına aynı dini getirmişler, ama izleyicileri onlardan sonra gruplara bölünmüş, bölük, pörçük olmuşlardır:
“Onlar kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süre için Rabb’inin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan kuşku duymaktadırlar.”
Şu halde onlar cahil oldukları için görüş ayrılığına düşmediler. Kendilerini, peygamberlerini ve inanç sistemlerini birbirine bağlayan tek ve değişmez temel ilkeden habersiz oldukları için ayrılmadılar. Tam tersine, kendilerine yeterli ve aydınlatıcı bilgi geldikten sonra ayrıldılar, parçalandılar. Birbirlerini tepelemek, içlerindeki kıskançlık duygusunu tatmin etmek, hem kendilerine, hem de gerçeğe haksızlık etmekti asıl gerekçe. Azgın ihtirasların, sınır tanımaz arzuların etkisi ile parçalandılar. Doğru inançtan, dengeli ve tutarlı hareket metodundan kaynaklanan bir gerekçeye dayanmaksızın görüş ve inanç ayrılığına düştüler. Eğer inanç sistemlerini herşeyin üstünde tutsalardı, eğer hareket metodlarına uysalardı, parçalanmazlardı, bölünmezlerdi.
Kuşkusuz, bu şekilde parçalanıp bölünmeleri dolayısıyla işledikleri suçun, azgınlığın ve zulmün karşılığı olarak yüce Allah tarafından cezalandırılmayı hakketmişlerdi. Ne varki yüce Allah daha önce dilediği bir hikmetten dolayı belli bir sürenin sonuna kadar onlara mühlet tanımaya ilişkin bir söz vermiştir: “Eğer belli bir süre için Rabb’inin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi.” Şayet yüce Allah daha önce belli bir süre için onlara mühlet vereceğine ilişkin bir söz vermiş olmasaydı, hemen aralarındaki meseleyi çözümlerdi. Gerçeği ortaya koyar, batılı geçersiz kılardı. Meseleyi bu dünya hayatında sonuçlandırırdı. Ne varki onların meselelerinin çözümü zamanı belirlenmiş güne ertelenmiştir.
Hz. Peygambere uyanlar arasında görüş ve inanç ayrılığına düşüp parçalananlardan sonra kitabı devralan kuşaklar ise inanç sistemlerini ve kitaplarını kesin bir inançtan uzak bir tavırla karşıladılar. Çünkü önceki kuşaklar arasında başgösteren görüş ve inanç ayrılıkları onların inanç sistemini içtenlikten uzak bir şekilde karşılamalarına ve değişik mezhepler ve gruplar arasında kuşku, karmaşa ve şaşkınlığın kol gezmesine neden olmuştur:
“Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan kuşku duymaktadırlar.” İnanç sistemi böyle olmaz kuşkusuz. Çünkü inanç sistemi mü’minin üzerinde durduğu sert bir kayadır. Çevresindeki her yer yıkılır, dökülür ama o, yerinde sarsılmadan duran sert kayanın üzerinde ayakları yere sağlam basmış olarak güvenle durur. İnanç sistemi ufukta beliren ve hiçbir zaman sönmeyen bir klavuz yıldızıdır. Mü’min kasırgalar, fırtınalar arasında ona yönelir. Bu sayede yolunu yitirmez, sapmaz. Ancak inanç sisteminin kendisi şüphe konusu olursa ve zihinlerin bulanmasına neden olursa, o zaman hiçbir şey ve hiçbir mesele kişinin içinde kalıcılık göstermez, bir yönde karar kılamaz ve güven içinde yoluna devam edemez.
Kuşkusuz inanç sistemi, kendisine bağlananlara Allah’a giden yolu ve yönü göstermek için gelmiştir. Onlar da tereddüt etmeden, kararsızlık göstermeden, inanç sisteminin belirlediği yoldan sapmadan peşlerinden gelen insanlara yol göstericilik yaparlar. Fakat kendileri izledikleri yoldan emin değillerse, inanç sisteminden kuşku duyuyorlarsa, bu durumda hiç kimseye öncülük edemezler. Çünkü kendileri şaşkındırlar.
İşte bu yeni din geldiği gün diğer peygamberlerin izleyicilerinin durumu bundan ibaretti.
Hindistan’lı yazar Üstad Ebu’l Hasan en-Nedvi “Müslümanların gerilemesi ile dünya neler kaybetti” adlı kitabında şöyle der:
“Büyük dinler, boş ve gereksiz işlerle uğraşanların elinde bir kurban gibiydiler. Münafıklar, dini bozmak isteyen art niyetli kişilerin elinde oyuncak haline gelmişlerdi. O kadar ki, bu dinler ruh ve şekillerini yitirmişlerdi. Bu dinlerin ilk bağlıları dirilecek olsaydı bunları tanımayacakları kuşkusuzdu. Uygarlığın, kültürün, hüküm ve siyasetin beşiği sayılan merkezler, anarşizmin, toplumsal çöküntünün, kargaşanın, kötü idarenin ve zorba yöneticilerin kol gezdiği birer sahneye dönüşmüşlerdi. Artık kendi içlerine kapanmışlardı. Dünyaya sunacakları bir mesajları, milletlere yönelik bir çağrıları kalmamıştı. Manevi değerler alanında iflas etmişlerdi, hayat kaynakları kurumuştu. Ne semavi dinlerden kaynaklanan katışıksız bir şerait ne de beşeri egemenliğin ortaya koyduğu kalıcı bir sosyal düzen mevcuttu.”
Avrupalı yazar G.H. Denison “Emotion as the Basis of Civilisation” adlı eserinde şöyle der:
“Beşinci ve altıncı yüzyıllarda uygar dünya anarşizmin, kargaşanın korkunç uçurumunun kenarında duruyordu. Çünkü uygarlığın ayakta kalmasına yardımcı Olan inanç sistemleri yıkılmışlardı. Onların yerini tutacak bir şey de geliştirilmemişti. O sıralarda kuruluşunun temelinde dört bin yıllık emek yatan en büyük uygarlık ta parçalanmaya, çökmeye yüz tutmuştu. İnsanlık bir kez daha barbarlığa, ilkelliğe dönme endişesini taşıyordu. Çünkü kabileler birbiriyle savaşıyor,birbirini kırıp geçiyorlardı. Kanun, düzen kalmamıştı. Hristiyanlığın ortaya koyduğu düzenler birleştirmek ve düzen sağlamak yerine parçalamaya, yıkmaya çalışıyordu. Uygarlık gölgesi tüm dünyayı kaplamış dal budak salmış büyük bir ağaç gibiydi. Ne varki artık ağacın ayakta duracak gücü kalmamıştı. Çürüme tüm gövdeyi sarmıştı. Her yeri kasıp kavuran bu kokuşmuşluk, bu çözülmüşlük görüntüleri arasında, tüm dünyayı birleştirecek olan adam doğuverdi.” Yani Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun-.
Peygamberlerin izleyicileri -kendilerine aydınlatıcı bilgi geldikten sonra- görüş ayrılıkları yüzünden bölündükleri için, onlardan sonra kitabı devralanlar da omuzladıkları inanç sisteminden kuşku duydukları için… Evet bu iki önemli neden için… Ayrıca insanlığın önderlik merkezi, Allah’a giden yolu bilen kişinin inançlı ve kararlı bir önderden yoksun bulunduğu için yüce Allah Hz. Muhammed’i salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olarak gönderdi. İnsanları davet etmesini, davetinin öngördüğü hareket metodu üzerinde dosdoğru yürümesini, kendisi ve net, dengeli ve tutarlı mesajı hakkında ortaya atılan asılsız söylentilere, ihtiras ürünü itirazlara aldırmamasını emretti. Yüce Allah’ın bütün peygamberler için hayat düsturu olarak öngördüğü değişmez mesaja yeniden inanmaları için insanları açıkça çağırmasını istedi:
“Bundan dolayı sen insanları Allah’ın dinine davet et ve emrolunduğun gibi doğru ol, onların heva ve heveslerinden kaynaklanan hayat sistemlerine uyma ve de ki: `Ben, Allah’ın indirdiği her kitaba inandım, aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabb’imiz, sizin de Rabb’inizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak birşey yoktur. Allah hepimizi biraraya toplar, dönüş de O’nadır.”
Bu, tüm insanlığı kapsayan yepyeni bir önderliktir. Açık, kesin ve kalıcı hareket metoduna uyan tutarlı, dengeli ve kararlı bir önderliktir. Bu önderlik bir kanıta dayanarak insanları Allah’ın dinine uymaya çağırır. Sapmadan Allah’ın emri doğrultusunda hareket eder. Birbiriyle çekişen, herbiri bir başka tarafa çekmek isteyen heva ve heveslerden uzak durur. Bu önderlik, tüm insanlar için gönderilen mesajın, peygamberliğin, kitabın, hayat sistemi ve hareket metodunun bir olduğunu açıkça duyurur. İmanı tek ve değişmez aslına döndürür, insanlığı da bu tek asla yöneltir: “De ki: Ben, Allah’ın indirdiği her kitaba inandım.” Sonra bu, hak ve adalet ilkesine dayalı olarak insanlar üzerinde egemenlik kurmak, bu doğrultuda üstünlük sağlamaktır: “Aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum.” Şu halde bu önderlik siyasi otoritesi bulunan ve yeryüzünde tüm insanlar arasında evrensel adaleti ilan eden etkin bir önderliktir. (Bu mesaj henüz islam çağrısı Mekke’de taraftarları ile birlikte baskı altındayken geliyordu. Ama davanın bu karakteri, evrenselliği açıkça görülebiliyordu.) Yine bu önderlik Rabb’lığın birliğini tüm dünyaya duyuruyor: “Allah bizim de Rabb’imiz, sizin de Rabb’inizdir.” Bunun yanısıra sorumluluğun bireyselliğini vurguluyor: “Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir.” Kesin bir söz ile tartışmanın bittiğini ilan ediyor: “Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur.” Herşeyi nihai emir sahibi Allah’a bırakıyor: “Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır.”
Şu bir tek ayet, kısa ama kesin, öz, ince ve aydınlatıcı bölümleri ile bu son dinin karekteristik özelliğini açıkça ortaya koyuyor. Buna göre bu din, insanların arzu ve ihtiraslarından etkilenmeden kendi yolunda hareket etmek üzere gelmiştir. Yeryüzüne egemen olmak ve insanlar arasında adaleti sağlamak için gelmiştir. Bundan önceki bütün dinlerde olduğu gibi Allah’a giden yolun bir olduğunu göstermek için gelmiştir…
Mesele bu şekilde açıklığa kavuştuktan ve mü’min kitle Allah’ın çağrısına bu şekilde karşılık verdikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girmek isteyenlerin bu tavırları ilgilenmeye değmez çirkin bir tavır olarak beliriyor. İleri sürdükleri delillerin geçersizliği, çürüklüğü, hiçbir değerinin, hiçbir ağırlığının olmadığı ortaya çıkıyor. Bölüm onlarla ilgili son sözü söyleyerek onları yüce Allah’ın şiddetli azabı ile başbaşa bırakıyor:
“İnsanlar Allah’ın çağrısını kabul ettikten sonra, Allah’ın dini hakkında tartışanların delilleri, Rab’leri yanında batıldır. Onların aleyhine bir gazab ve çetin bir azap vardır.”
Kimin ileri sürdüğü delil Rabb’i katında geçersizse, kim Rabb’inin yanında yenik duruma düşerse artık onun ileri sürebileceği bir kanıtı, bir gücü kalmamış demektir. Yeryüzündeki yenilginin ve bozgunun ardından ahirette de yüce Allah’ın gazabı ve şiddetli bir azap vardır. Hiç kuşkusuz bu, samimi kalplerin içten karşılık vermelerinden sonra batılda ısrar edenlerin, apaçık gerçek herkesin anlayabileceği şekilde ortaya konduktan sonra maksatlı olarak tartışmayı sürdürenlerin bu suretle işledikleri suça uygun bir cezadır.