SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA TA-HA SURESİ 37. ve 41. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
37- “Biz, bundan önce’de bir kere daha sana lütufta bulunmuştuk.”
38- Hani annene ,şu mesajımızı vahyetmiştik:
39- “Musa’yı bir sandukaya koy ve nehre at; nehir onu sahile atsın da oradan onu benim ve kendisinin ortak düşmanımız alsın. Gözümün önünde yetişesin diye seni sevgimin kanatları altına aldım.”
40- Hani izini bulmaya çıkan kız kardeşin Firavun ailesine “size bu çocuğa bakacak bir kadın bulayım m?” dedi. Böylece annenin yüzü gülsün, üzüntüden kurtulsun diye seni ona geri verdik.
Bir de hani sen bir adam öldürmüştün de seni bu olayın tasasından kurtarmıştık. Seni daha birçok musibetle sınavdan geçirdik. Böylece Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra ey Musa, belirlediğimiz vakit gelince buraya geldin. “
41-.Şimdi seni sırf kendime ayırdım.
Hz. Musa o günlerin en güçlü kralı, en azgın zorbası ile karşılaşmaya gidiyor. Bir mü’min sıfatı ile azgınlığa karşı yaman bir savaş vermeye gidiyor. Birçok olayla ve problemle boğuşmaya gidiyor. Bu olayların ve problemlerin ilk sıradakileri Firavun ile kendisi arasında, daha sonrakileri soydaşları İsrailoğulları ile arasında geçecektir. Çünkü uzun baskı ve kölelik dönemi İsrailoğullarını yozlaştırmış, fıtratlarını bozmuştur. Bu yüzden kurtuluştan sonra omuzlayacakları göreve hazırlıklı olmaktan uzaktırlar.
İşte ağır şartlar karşısında yüce Allah, Hz. Musâ ya haber veriyor ki, o ağır görevin başına giderken hazırlıksız ve birikimsiz değildir. Tersine hazırlıklı ve birikimli olarak görevine gönderilmektedir. Çünkü o uzun süreden beri yüce Allah’ın gözü önünde yetiştirilmiştir. Meme emme çağından beri sıkıntılara karşı özel bir eğitimden geçirilmiştir. Doğduğundan beri yüce Allah’ın ilgisinden bir an bile hiç yoksun kalmamış, bu ilgi sürekli yoldaşı olmuştur. Bir zamanlar Firavun’un sarayında, bu zorbanın eli altında idi. O sırada her türlü birikimden, her türlü güçten yoksundu. Buna rağmen Firavun’un kötü eli ona uzanmamıştı. Çünkü yüce Allah’ın güçlü eli onu destekliyor, güçlü gözü onu her adımında gözetiyordu. Öyleyse bugün Firavun ona hiçbir şey yapamazdı. Çünkü hem kendisi yetişkin çağına ermişti, hem de yüce Allah onunla beraberdi. Onu kendisi için yetiştirmiş, kendine seçmiş, yükleyeceği göreve ayırmıştı. Şimdi de okuduğumuz ayetleri inceleyelim:
“Biz bundan önce de bir kez daha sana lütufta bulunmuştuk.”
Yani sana yönelik lütfumuz eski tarihli, sürekli ve kesintisizdir. Çoktan beri akışını devam ettirmektedir. Öyleyse şimdi bu ağır görevin altına girdikten sonra bu lütfumuzun kesileceği düşünülemez.
Sana yönelik o eski lütfumuz şöyle açığa çıkmıştı. Hani annenle ilgili bir mesaj sunmuş, ona içinde bulunduğu kötü şartları karşılayacak olan şu direktifi ilham etmiştik:
“Musa’yı bir sandukaya koy ve nehre at; nehir onu sahile atsın da oradan onu benim ve kendisinin ortak düşmanımız alsın.”
Ayetin aktardığı tüm hareketler sarsıcı ve serttir. Düşünelim ki, henüz doğmuş bir bebek sandukaya kapatılıyor, arkasından sanduka nehre atılıyor, sonrada nehir bu sandukayı kıyıya atıyor. Ya sonra? İçine bebek kapatılarak nehire atılan ve bir süre nehir suları tarafından sürüklendikten sonra kıyıya atılan sanduka nereye gidiyor? Onu atıldığı kıyıdan kim alıyor? Kim olacak?; “Benim ve kendisinin ortak düşmanımız.!”
Bütün bu yoğun korkular arasında, bütün bu ağır muamelelerden sonra ne oldu? Her türlü güçten yoksun o zavallı bebeğin başına neler geldi. Her türlü korumadan yoksun o küçük sanduka ne gibi serüvenler yaşadı? Okuyalım:
“Gözümün önünde yetişesin diye seni sevgimin kanatları altına aldım.” Öyle müthiş bir güç karşısındayız ki, yumuşacık ve esnek nitelikli bir duygu olan sevgiden göğsünde darbeleri karşılayan, dalgaları kıran bir zırh yapıyor da azgın şer güçler bu zırha bürünen kimseye hiçbir zarar veremiyor; bu zırha bürünen kimse başkasına el kaldıramayan, henüz yürüyemeyen hatta konuşamayan, kundaktaki bir bebek bile olsa, kimse kılına dokunamıyor!
Okuduğumuz ayetlerin canlandırdığı sahnede iki karşıt tablo ile göz göze geliyor ve bu tabloların karşı karşıya konmalarını hayretle izliyoruz: Bir tarafta kundak çağındaki bir bebeğe pusu kuran azgın, zorba güçler var; bütün şartları ve belirtileri ile kuşatılmış, acımasız bir sertlik ortalıkta kol geziyor. Öbür tarafta ise yumuşak ve uçarı merhamet bu çocuğa göz kırpıyor, onu tehlikelerden koruyor, sertliklerden sakındırıyor. Bu koruyuculuğu ve kayırmayı, kamçı ve dar
be ile değil, sevginin sıcaklığı ile yapıyor. Tekrar okuyalım: “Gözümün önünde yetişesin diye…”
Bu hayret verici Kur’an ifadesinin uyandırdığı sevecen, yumuşak ve derinlikli çağrışıma hiçbir açıklama katkıda bulunamaz. Evet; “Gözümün önünde yetişesin diye…” Söyler misiniz, insan dili, Allah’ın gözü önünde yetişen, büyüyen bir varlığı nasıl tanımlayabilir? İnsan hayalinin, insan düşüncesinin bu konuda söyleyebileceği en son söz şu olabilir: Bu yüce ilgiye bir saniye bile mazhar olmak insan için büyük bir onur, büyük bir ödüldür. Buna göre Allah’ın gözü önünde yetişen, büyütülen kimsenin mazhar olduğu şerefin ölçüler üstü yüksekliğini varın, siz düşünün! Hiç kuşkusuz Hz. Musa, yüce Allah ile söyleşme gücü, bu yüce kaynaktan gelen mesajın sarsıcı görkemine dayanabilmeyi bu sayede kazanabilmiştir.
Evet, “Gözümün önünde yetişesin diye…” aynı zamanda “senin ve benim ortak düşmanımız” olan Firavun’un gözü karşısında ve eli altında. Savunucusuz, koruyucusuz ve bekçisiz olarak. Fakat onun gözleri sana hiç kem bakamıyor. Çünkü üzerine sevgimin kanatlarını gerdim.” Ben seni gözümün önünde yetiştirirken o zorbanın eli, kılına bile zarar dokunduramıyor. Ayrıca, ben seni Firavun’un sarayında gözetme ve kayırma çemberi içinde tutarken, anneni evinde endişe ve kaygı içinde de bırakmadım. Tersine sizi birbirinizle buluşturdum. Okuyoruz:
“Hani izini bulmaya çıkan kız kardeşin Firavun ailesine ‘size bu çocuğa bakacak bir kadın bulayım mı?’ dedi. Böylece annenin yüzü gülsün, üzüntüden kurtulsun diye seni ona geri verdik.”
Bu yüce Allah’ın bir plânı, bir önlemi idi. Şöyle ki: Saraya ne kadar süt annesi aday getirildi ise -bu ilahi plânın gereği olarak- çocuk hiç birinin memesini ağzına almıyor. Dalgaların nehir kenarına attığı bu çocuğu evlat edinen (Dalgalar tarafından nehir kıyısına atılan bu Gocuğa Firavun ile eşinin evlat edindiğine burada değinilmiyor, bu ayrıntı başka bir surede açıklanmıştır.) Firavun ile eşi, çocuğa memesini emeceği bir süt annesi arıyorlar. Bu haber şehirde dilden dile dolaşıyor. Bunun üzerine Hz. Musâ’nın kız kardeşi, annesinin isteği ile, Firavun’un sarayına gelerek ilgililere “Size bu çocuğa bakacak bir kadın bulayım mı?” diyor. İlgililerin onayını alan kız, hemen koşup annesini saraya getiriyor, çocuk da hemen onun memesini emmeye koyuluyor.
Böylece yüce Allah’ın gerek bu çocuğa ve gerekse annesine ilişkin plânı gerçekleşiyor. Zaten kadın, aldığı ilham üzerine ciğerparesini sandukaya kapatmış ve sandukayı nehre atmış, sonra da dalgalar bu sandukayı kenara savurmuştu. Bu plânın amacı, yüce Allah’ın ve Hz. Musâ’nın ortak düşmanının onu saraya almasıydı. Bunun sonucu olarak bu korkular ortasına atılmasından güven doğacak, İsrailoğullarının bütün yeni doğan çocuklarını boğazlayan Firavun’dan canını kurtarabilmesi için korucusuz ve yardımcısız olarak bu zorbanın önüne atılması gerekecekti.
Yüce Allah’ın, Hz. Musâ ya yönelik bir başka lütfu daha var. Okuyalım:
“Bir de hani sen bir adam öldürmüştün de seni bu olayın tasasından kurtarmıştık. Seni daha birçok musibetle sınavdan geçirdik. Böylece yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra ey Musa belirlediğimiz vakit gelince buraya geldin.”
“Şimdi seni sırf kendime ayırdım.”
Burada anlatılan olay Hz. Musâ’nın, Firavun’un sarayında yaşadığı dönemde ve baş kahramanımızın delikanlılık çağında meydana geldi. Olayın oluşu şöyledir. Genç Musa bir gün şehre iner. Orada kavgaya tutuşmuş iki adamla karşılaşır. Kavgacılardan biri soydaşı, yani İsrailoğulları’ndan biri, öbürü ise bir Mısır yerlisi, yani kıptidir. Soydaşının kendisinden yardım istemesi üzerine genç Musa, kıptıya bir yumruk atar, adam hemen o anda cansız yere yığılır.
Aslında baş kahramanımız kıptıyı öldürmek istememişti, amacı sadece onu soydaşının başından savmaktı. Adamın öldüğünü görünce derin bir üzüntüye kapıldı. Oysa bebekliğinden beri yüce “Allah’ın gözü önünde” yetişmişti. İçini korku sardı, suçluluk duygusu bir kor parçası gibi kalbine düştü.
İşte yüce Allah, Hz. Musa’ya o olaya ilişkin nimetini hatırlatıyor. Hani onu af dilemeye yöneltmiş, içine ferahlık salmış, onu pençesine düştüğü sıkıntıdan kurtarmıştı. Fakat bu olay sınavsız atlatmasına da meydan verilmemişti. Çünkü yüce Allah, pişirmek, dileği uyarınca eğitmek istiyordu. Bu yüzden onu korku ve kısastan kaçma ile sınavdan geçirdi. Ailesinden, yurdundan ayrılarak gurbete düşmesi ve gurbet diyarında hizmetçilik ve koyun çobanlığı yapması, bütün bunların hepsi ayrı birer sınavdı. Sebebine gelince o günlerin en güçlü kralının sarayında zamanın en göz kamaştırıcı lüksü, konforu, bolluğu ve görkemi içinde büyüdükten sonra uzun yıllar koyun gütmek zorunda kalmıştı.
Bu yıllar içinde olgunlaştı, geleceğe hazırlandı. Sıkıntı çekti, azmetti, sabretti. Sınandı ve girdiği sınavdan alnının akı ile çıktı. Bunun yanısıra Mısırdaki şartlar ve imkânlar da hazır hale geldi. İsrailoğullarına yapılan işkenceler patlama noktasına vardı.
İşte yüce Allah’ın bilgisinde belirlenen bu uygun zaman gelince baş kahramanımız Medyen’den geri getirildi. Ama o bu ilahi plândan habersiz olduğu için kendisi geldiğini sanıyor. Okuyoruz:
“Böylece yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra ey Musa belirlediğimiz vakit gelince buraya geldin.”
Yani sen gelmen için belirlediğim zamanda geldin. Devam edelim:
“Şimdi seni sırf kendime ayırdım.”
Yani artık tamamen, tüm varlığınla benim, vereceğim peygamberlik görevinin ve çağrımın hizmetindesin. Bu dünyanın hiçbir şeyi ile ilgin yok. Bu dünyada senin için hiçbir önemli şey yok. Sen uğrunda gözümün önünde yetiştirildiğin göreve aitsin, seni yerine getirmek üzere ayırdığım görevden başka hiçbir fonksiyonun yok. Artık ne kendine, ne ailene ve ne de başka hiç kimseye ayıracak hiçbir yanın, hiçbir zerren yok. Haydi şimdi varlığının adandığı görevin başına koş. Devam ediyoruz: