SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA TA-HA SURESİ 57. ve 59. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
57- Dedi ki; “Ey Musa, sen bizi büyücülüğünle yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?”
58- “Biz de seninki gibi bir büyü ile karşına çıkacağız. Seninle buluşacağımız bir zaman belirle . Bu randevudan sen de bizde caymayalım. Buluşma yerimiz açık bir düzlük olsun.”
59- Musa “Sizinle buluşmamız süslenme gününüzde, halkın toplandığı kuşluk vakti olsun” dedi.
Görülüyor ki, Firavun, Hz. Musa karşısında pesetti, tartışmayı sürdüremedi. Çünkü Hz. Musâ’nın öne sürdüğü deliller son derece açık ve güçlü idi. Sebebine gelince bu delilleri, yüce Allah’ın evrendeki ayetleri ve Hz. Musa eli ile gösterilen özel mucizeler oluşturuyordu. Firavun tartışmayı sürdüremeyince Hz. Musa’yı büyücülükle suçlama şarlatanlığına başvurdu. Ona göre değneğin yerde sürünen bir yılana dönüşmesi ve koltuk altına daldırılan sapasağlam bir elin ak parıltı saçarak dışarı çıkarılması birer “büyü”den başka bir şey değildi.
Büyücülüğün Firavun’un aklına gelen ilk ihtimal olması, aslında normaldi. Çünkü bu sanat o günlerde Mısır’da pek yaygındı. Üstelik Hz. Musa’nın gösterdiği bu iki mucize nitelikleri itibarı ile geleneksel büyü gösterilerine pek benziyorlardı.
Büyücülüğe gelince bu bir hayal oyunudur, gerçek değildir. Özü bakımından gözü ve diğer duyu organlarını yanıltmaya dayanır. Bu yanıltmaca, bazan algı aldanmasına kadar işi vardırabilir. Beyinde gerçek algılara benzer somut algılar meydana getirebilir. O durumlarda insan, aslında varolmayan bir nesneyi sanki varmış gibi, ya da olduğundan farklı bir biçimde görebilir. Tıpkı bunun gibi büyülenmiş insanlarda, kimi zaman öyle sinirsel ya da organik etkilenmeler görülebilir ki, somut dış etkenler olsa aynı etkilenmeleri meydana getirirler.
Ama Hz. Musâ’nın mucizeleri bu türden aldatmacalar değildirler. Onlar yüce Allah’ın yoktan varedici sanatının eserleridir. Bu güçlü sanat, nesnelerin yapısını gerçekten değiştirir. Bu değiştirme kimi zaman geçici, kimi zaman da kalıcı olur. Şimdi okuduğumuz ayetleri inceleyelim:
“Dedi ki; Ey Musa, sen bizi büyücülüğünle yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?”
Anlaşılan Firavun’un, İsrailoğullarını köleleştirmesi, onların nüfusça çoğalıp iktidarı ele geçirmeleri korkusundan kaynaklanan politik bir önlemdi. Zaten diktatörler, iktidarlarını korumak için en vahşice, en barbarca cinayetleri işlemekten çekinmezler. Bu uğurda insanlıkla, ahlak kuralları ile şerefle ve vicdanla en bağdaşmaz entrikalara, gözlerini kırpmadan başvururlar. İşte bundan dolayı Firavun, İsrailoğullarına karşı sinsi bir soykırım politikası uyguluyor, onları eziyordu. Bu politikası uyarınca bu toplumun erkek çocuklarını öldürüp kız çocuklarını sağ bırakıyor, normal yaştaki erkekleri de ağır angaryalara koşarak tedrici bir ölüme sürüklüyordu. Bu yüzdendir ki, Hz. Musa ile Harun, kendisine “İsrailoğullarının bizimle birlikte Mısır’dan ayrılmalarına izin ver, artık onlara işkence etme” dedikleri zaman, onun bu öneriye verdiği karşılık, “Ey Musa, sen bizi büyücülüğünle yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?” şeklinde oldu. Çünkü İsrailoğullarının serbest kalmaları, iktidarını ve ülkesini ele geçirmelerinin ilk adımı olarak yorumluyordu.
Madem ki, Hz. Musa, bu amaçla İsrailoğullarının serbest bırakılmalarını istiyordu ve madem ki, gösterdiği bütün olağanüstü kanıtlar basit birer büyü gösterisiydi, o halde ona verilecek cevap son derece kolaydı. Okuyoruz:
“Biz de seninki gibi bir büyük ile karşına çıkacağız.”
İşte zorbaların, diktatörlerin geleneksel mantığı budur. Onlara göre inanç sahiplerinin mücadelelerinin arkasında mutlaka dünyaya ilişkin bir amaç yatar. Onların savundukları dava, iktidar ve koltuk ihtirasını gizleyen bir maskeden başka bir şey değildir. Sonra onlar dava adamlarında bazı kozlar, bazı haklılık kanıtları görürler. Bu kanıtlar, kimi zaman Hz. Musa’nın mucizeleri gibi, olağanüstü uygulamalar olur. Kimi zaman da olağanüstü bir nitelik taşımamakla birlikte insanların kalplerini yavaş yavaş etkileyen önlemler olur. O zaman diktatörler hemen bu önlemlere görünüşte onlara denk düşen, benzer önlemlerle karşılık verirler. Bize karşı büyü ile mi karşı çıkılıyor? Biz de ona büyü ile karşı koyarız. Bize sözle mi karşı çıkıldı? Biz de ona aynı türden sözlerle karşılık veririz. Bize karşı reformculuk, aksaklıkları düzeltme silahı ile mi çıkılıyor. Biz de bu kampanyaya karşı sözde reformcu ve aksaklıkları düzeltici gibi görünürüz. Bize yararlı bir iş yapılarak mı karşı konuluyor? Biz de başka bir iyi iş yapıyormuşuz gibi sahneye çıkarız. İşte zorbaların zihniyeti, iktidarlarını koruma yöntemlerinin özü budur. Fakat onlar bilmezler ki, inanç sistemlerinin “iman” kaynaklı birikimleri ve yüce Allah’ın yardımı biçiminde cephaneleri vardır. İnanç sistemleri düşmanlarını bu birikimler ile ve bu cephanelerle yenerler. Yoksa görünüşlerle ve şekilci önlemle değil.
İşte bu amaçla Firavun, Hz. Musa’dan kendi büyücüleri ile karşılaşacağı bir “randevu” belirlemesini istedi. Meydan okuma edası ile karşılaşma zamanının seçimini karşı tarafa bıraktı; “Seninle buluşacağımız bir zaman belirle” dedi. Meydan okuma edasını pekiştirmek amacı ile kararlaştırılacak randevudan tarafların caymamasını ısrarla vurguladı; “Bu randevudan sen de biz de caymayalım” dedi. Ayrıca karşılaşma yerinin seyircinin izlemesine elverişli, geniş bir düzlük olmasını önerdi; “Buluşma yerimiz açık bir düzlük olsun” dedi. Böylece meydan okumasının dozunu daha da arttırdı.
Hz. Musa, Firavun’un bu meydan okuma amaçlı teklifini kabul etti. Karşılaşma günü olarak da Mısır halkının süslü elbiseler giyerek ve takılar takarak meydanlarda, açık yerlerde toplandıkları, şenlikli bir bayram gününü seçti. Okuyalım:
“Musa dedi ki; ‘Sizinle buluşmamız süslenme günü olsun.
Ayrıca halkın o gün kuşluk vakti toplanmasını önerdi. Böylece karşılaşma, hem herkese açık bir alanda olacak ve hem de günün aydınlık, güneşli bir diliminde yapılacaktı. Görülüyor ki, Hz. Musa, Firavun un meydan okumasına aynen karşılık verdiği gibi üstelik daha cesurca davranarak bir bayram gününün en aydınlık, en bol güneşli ve en kalabalık olmaya elverişli bir zaman dilimini seçti. Sabah vaktini seçmedi, çünkü o saatlerde halkın çoğu henüz evlerinden çıkmamış olurdu. Öğle vaktini seçmedi, çünkü halkın toplanmasını ayrı sıcak engelleyebilirdi. Akşam saatlerini de seçmedi, çünkü bu saatlerde hava kararacağı için halk toplantı yerinde kalmaz, dağılmaya başlar, ya da dağılmasa bile olup bitecekleri iyi göremezdi:
Böylece “iman” ile “azgınlık” arasındaki meydan okumanın ilk perdesi burada noktalandı.
Bu noktada perde kapanıyor. Bir süre sonra tekrar açıldığında “karşılaşma” sahnesi ile yüzyüze geleceğiz.