YOLUN DOĞRUSU, ATALARA DAYANAN DEĞİL VAHYE DAYANANDIR !
YOLUN DOĞRUSU ATALARA DAYANAN DEĞİL VAHYE DAYANANDIR !
Hamd Alemlerin Rabbi Rahman ve Rahim Din gününün sahibi Allah (C.C)’a, Salat ve Selam Alemlere Rahmet olarak gönderilen Mahlukatın Ekmeli ve önderi yegane örnek ve önderimiz Hz. Muhammed sav’e Aline ashabına ve onları takip edenlerin üzerine olsun inşallah.
İnsanlar, çoğu zaman düşünce ve hayatlarını büyük ölçüde tarihlerinden devraldıkları kültür ve geleneksel yaşam tarzıyla şekillendirmektedirler. Çünkü insan, doğduğu andan itibaren, -doğru ya da yanlış- atalarının kültür ve geleneğiyle iç içedir. İnsan, içinde bulunduğu bu kültürle yetişerek, onun bir parçası, onu bir önceki nesilden devralıp daha sonraki nesle devredecek olan bu câhiliyye din ve düzeninin bir dişlisi haline gelir. Bu rolün taşıyıcılığını yapan insan, rolünün yanlışlığını düşünmek bir yana, çoğu zaman yaşatmaya çalıştığı kültürünün doğruluğundan şüphe bile etmez. Ona göre, kendisinin yapması gereken; devraldığı kültürü yaşatmak, kendinden sonraki nesillere devretme görevini yerine getirmektir
Yeryüzüne kulluk için gelen insan hayatını idame ettirmede neyi ölçü alması gerektiğini, hayatı neye göre kime göre yaşaması gerektiğini, kendisine hayatı bahşedene sormadığı sürece batıl ve yanlış yollardan gitmeye mahkûm olacaktır. Bu sebeple hem dünyada mutsuz ve huzursuz bir hayat yaşayacak hem de ebedi alemi kaybedecektir. İnsanlardan şu cümleleri sıklıkla duyarız “Biz kime uyacağımızı şaşırdık” bu soruyu İnandığı kitap olan kurana soran insan yolunu şaşırmaz. Çünkü kuran şöyle buyurmakta: Onlara de ki; “Allah’ın indirdiğine uyun…” buna rağmen;
Peygamberlerin tebliğine karşı direnen kavimlerin ilk sloganları ise şu olmuştur: “Biz atalarımızın yolundan ayrılmayız.” Zulme ve şirke dayanan sistemlerini, bu slogan ile korumaya çalışmışlardır. Atalar dini, geçmişe karşı beslenen ölçüsüz saygı ve sevgi üzerine kurulan bir sistemdir.
körü körüne geçmişe taparcasına sevgi beslemek, ne olursa olsun atalar yolunu tutmak ve özellikle ilimden, dinden nasibi olmayan, hata ve sapıklıkları açık ve Allah tarafından beyan edilmiş bulunan ataları taassupla taklit etmek de onları, Allah’a eş ve ortak tutmak, cehâlet ve sapıklıkta boğulup kalmaktır.
Bu konuda aranacak olan şey; hak ve bâtıl, menfaat ve zarar, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinliktir. Menfaatin, hakkıyla menfaat; iyiliğin hakkıyla iyilik, güzelliğin hakkıyla güzellik olması için de Allah’ın hükmünü, hakkın delilini bulmak lâzım gelir. Bundan dolayı, bir şeye tâbi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması değil; Allah’ın emrine ve Hakk’ın deliline uygun olmasıdır. Allah’ın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine, Hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu gibi, yenilerde de böyledir.
Kısaca, hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne de bilgisizlik ve istektir. Allah’ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun Allah’ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı taklit etmek, onları Allah’a eşler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve kuruntulara, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir. Kur’an ise buna atalar dini demekte.
vahyin ışığında hayatını ikame etmeyen bütün topluluklar heva ve heveslerine meylederek geçmişe karşı ölçüsüz saygı besleyerek atalarının doğru yolda olup olmadığını araştırmadan, soruşturmadan izini takibe koyulmuşlardır. Bu da onların yeni bir din yeni bir yol izinden gittiğini göstermektedir ki bu da “atalar dini”dir.
Kur’an-ı Kerim Allah’ın indirdiğine uyun çağrısını yaptığında karşısında duran kavram “atalar dini” olmuştur. Kur’an da atalar dini ile ilgili olarak şu ayetler yer almaktadır;
“Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” (Bakara: 2/170-171)
Bu âyet gösteriyor ki, bir hak (doğru) delile dayanmayan katıksız taklit, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup onu taklit etmek, aklen bâtıl olduğu gibi; şüpheli olan hususta da delilsiz taklit, din açısından câiz değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allah’a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir. Nitekim “Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve diğer açık delillere, parlak belgelere ve bunların hükümlerine uyun” denildiği zaman Arap müşrikleri, taassupla böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi ki, bu âyet bu sebeple inmiştir.
Bir rivâyette de böyle diyen ve âyetin inmesine sebep olanlar, yahûdilerden bir gruptur. “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği zaman bunlar: “Hayır, biz babalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona tâbi oluruz. Çünkü onlar bizden hayırlı, bizden daha bilgiliydiler” demişler, yapılan bu teklifteki âyet ve delilleri hiç düşünmeyerek taassuba sapmışlardır. Onların bâtıl gelenekleri ile ilgili tek otoriteleri, bunların, atalarının da gelenekleri olmasıdır. Ahmak izleyiciler bu tür bir geleneği, uyulması gereken bir otorite olarak kabul ederler.
Mekke müşriklerinin; “Günah işlediğimiz elbiselerle ibadet edemeyiz” diyerek, Kâbe-i muazzamayı çıplak bir vaziyette tavaf ettikleri sabittir.[1] O dönemde Kâbe-i muazzamanın içerisi ve çevresi heykellerle doludur. Haniflerin “çıplak olarak tavaf etmek doğru değildir. Elbiselerinizi giyiniz” şeklindeki teklifini kabul etmeyen ve “Biz atalarımızdan bu şekilde gördük. Allah emretmeseydi, onlar hiç çıplak olarak tavaf ederler miydi?” sualini soran müşrikler, bu ibadet şeklinde ısrar etmişlerdir.[2] Bunun üzerine; “Onlar (müşrikler) bir hayâsızlık yaptıkları zaman: `Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu (fuhuşla ameli) emretti’ derler. O iman etmeyenlere söyle; Allah hiç bir zaman fahşâyı emretmez. Bilmeyeceğiniz şeyleri Allah’ın üzerine mi (atıp, iftira ederek) söylüyorsunuz.” (A’râf: 7/28) ayet-i kerimesi inzal buyurulmuştur.
Cahiliyye döneminde müşriklerin, Kâbe-i muazzamaya hürmet ettikleri, her yıl örtüsünü değiştirdikleri ve oraya ibadet niyetiyle gelenlere ikramda bulundukları malûmdur.[3] İbadeti ve duayı teşvik niyetiyle, birbirlerini alkışladıkları ve ıslık çaldıkları da nass ile sabittir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Onların (müşriklerin) Beytullahdaki duaları ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan (alkışlamaktan) başka birşey değildir. (Ey müşrikler) devam ede geldiğiniz o küfrünüzden dolayı, artık tadın azabı!” (Enfal: 8/35) hükmü beyan buyurulmuştur.
Elmalılı: Rivayet olunuyor ki, bunlar erkek ve kadın, açık saçık elele tutuşur, Kâbe’nin etrafında dolaşırlar ve ıslık çalıp el çırparlardı. Böylece ibadet ediyoruz diye çalar oynarlardı. Hora teperler ve yaptıklarını alkışlarlardı. Bir de Hz. Peygamber, Beyt-i Şerif’e gelip ibadet etmek, namaz kılmak ve Kur’ân okumak istediği zaman, onlar genellikle böyle ayin yapmakta aşırı giderlerdi. Kendileri de güya namaz kılıyor ve dua ediyorlarmış gibi nümayiş yaparlar ve gürültü çıkarırlardı. Böylece Hz. Peyga m ber’in huzurunu kaçırırlardı. Ve bu yaptıklarını da kendileri için bir ibadet sayarlardı.
S.Kutub: İbn-i Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle der: “Müşrikler yanaklarını yere değdirerek ıslık çalıyor, alkış tutuyorlardı.”
Bu olay günümüzde “İslâm ülkeleri” (!) adı verilen birçok ülkede, yanaklarını kapı eşiklerine, mevki ve makam sahiplerinin ayaklarına sürten çalgıcıları, dalkavuk alkışçıları ve şamatacıları hatırlatmaktadır insana. İşte bu, değişik şekillerde ortaya çıkan aynı cahiliyedir. Ve bu cahiliye bir kez daha en büyük ve en açık şekliyle ortaya çıkmıştır. Yeryüzünde kulların ilahlık sürmesi, insanların hayatına hükmetmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu olay gerçekleşti mi,diğer cahiliye şekilleri bunu izler ve bunlar sadece bu büyük cahiliyenin bir ayrıntısı niteliğindedirler.
Âyet-i kerimede kast olunanlar, ister İslâm’a ve İslâm şeriatına dâvet edildikleri zaman, yukarıdaki sözü tekrarlayan ve İslâm’ın reddettiği câhiliyet âdetlerine sımsıkı sarılan müşrikler olsun; isterse bu dini kısmen veya tamamen reddedip atalarının yolundan ayrılmayan yahûdiler olsun; her iki zümre için de bahis konusu olmak üzere âyet-i kerime, akîde hususunda Allah’tan başkasından bir şey almayı ve dinî konularda bâtıl dinleri taklit ederek, düşünmeden, şuursuzca nakiller yapmayı kesinlikle reddediyor.
“… Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” (Bakara: 2/170).
Ya durum böyle idiyse; onlar hâlâ atalarına uymakta ısrar edecekler midir? Bu ne taklit, bu ne taassup? Bu yüzden âyet-i kerime onların halini, taklitçi ve mutaassıp tavırlarına yaraşan, azarlayıcı ve tekdir edici bir tablo halinde canlandırıyor. Söylenenden başka bir şey anlamayan, çobanlarının haykırışını mânâsız seslerden ibâret sayan, başıboş bir hayvan resmi var tabloda. Hatta onlar, hayvandan da aşağıdırlar. Hayvan görür, işitir ve bağırır. Fakat onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler:
“(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” (Bakara: 2/171).
Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür. Her ne kadar kulakları, dilleri ve gözleri olsa da, bu Kur’an’dan istifade edip hidâyete ermedikten sonra onlar sağırdır, kördür, dilsizdir. Hilkatinin sebebi olan vazifeleri yerine getirmeyen kötürümleşmiş uzuvlar gibidirler. Sanki ne gözleri, ne dilleri, ne de kulakları var…
Rabbim gören göz işiten kulak Ve fıkheden bir kalp nasip etsin. Amin.
VELHAMDULİLLAHİRABBİLALEMİN.