VEHBE ZUHAYLİ (RH.A)’İN BAKIŞ AÇISIYLA ARAF SURESİ 6. VE 10. AYET-İ KERİMELER
Ahirette Küfrün Cezası Ve Ameller Dolayısıyla İnceden İnceye Hesaba Çekilme
6- Andolsun ki kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da, peygamber olarak gönderilenlere de soracağız.
7- Andolsun ki onlara bilerek anlatacağız. Zaten biz gaib de değildik.
8- Mizan o gün haktır. Kimin terazisi ağır basarsa işte onlar felaha erenlerin ta kendileridir.
9- Kimin de tartısı hafif gelirse, işte onlar da -ayetlerimize zulmedenler oldukları için- kendilerini ziyana uğratanlardır.
Açıklaması
Yüce Allah kıyamet gününde ümmetlere kendilerine gönderdiği peygamberlere beraberlerinde getirdikleri mesajlar hakkında ne şekilde karşılık vereceklerini soracağı gibi, peygamberlere de mesajlarını tebliğ hususunda soru soracaktır.
Allah ahirette ümmetlerin her bir ferdine kendisine gönderilen peygambere, o peygamberin Allah’ın ayetlerini tebliğ etmesine dair soru soracağı gibi, peygamberlere de tebliğlerine ve kavimlerinin kendilerine hangi boyutlarda olumlu cevap verdiklerine ve yine kendi kavimlerinden sadır olan imana dair soru soracaktır. O halde bu toplu ve birlikte bir sorumluluktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ve onlara sesleneceği günde, “Peygamberlere ne şekilde cevap verdiniz” diyecektir.” (Kasas, 28/65); “O günde Allah peygamberleri toplayacak ve, “Size ne şekilde cevap verildi?” diye soracaktır. Onlar, “Bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bütün gizlilikleri bilensin”, derler.” (Mâide, 5/109); “Ey cin ve insan toplulukları, size içinizden üzerinize ayetlerimi okuyacak ve sizi bu gününüz ile karşılaşmaktan korkutup uyaracak peygamberler gelmedi mi?” (En’âm, 6/130). Bu rai ve raiyye arasındaki sorumluluğu Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Dâvud ve Tirmizî’nin İbni Ömer’den yaptıkları şu rivayet de açıklamaktadır: “Resulullah (s.a.) buyurdu ki: Hepiniz çobansınız ve hepiniz raiyyesinden (sorumluluğu altında bulunanlardan) sorumlusunuz. İmam (devlet başkanı) bir çobandır ve o güttüklerinden sorumludur. Erkek (köle) efendisinin malında bir çobandır ve o güttüğünden sorumludur. Erkek (koca) aile halkı üzerinde bir çobandır ve o güttüklerinden sorumludur. Hanım kocasının evinde bir çobandır ve o güttüğünden sorumludur. Hizmetçi efendisinin malında bir çobandır ve o güttüğünden sorumludur. Erkek babasının malında bir çobandır ve o güttüğünden sorumludur. Hülâsa hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz.”
İbni Abbas da bu, “Andolsun ki kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da soracağız, peygamber olarak gönderilmiş olanlara da soracağız” ayetinin tefsiri ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Biz insanlara peygamberlere ne şekilde cevap verdiklerini soracağımız gibi, peygamberlere de tebliğ ettiklerine dair soru soracağız.
Bu durumda (peygamberlere) soru sormaktan kasıt, kâfirleri azarlamak ve onların tutumlarını başlarına vurmaktır. Kâfirler zalim ve kusurlu olduklarmı kabul ettikten sonra, bu zulümleri ve kusurlu davranmalarının sebebi hakkında kendilerine soru sorulacaktır.
Yüce Allah’ın, “Andolsun ki kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da soracağız…” buyruğu ile, “O günde insan olsun cinlerden olsun hiç bir kimseye günahı hakkında soru sorulmayacaktır.” (Rahman, 55/39) ile “Günahkârlara günahları hakkında soru sorulmaz.” (Kasas, 28/78) buyruklarının bir arada anlaşılması şu şekildedir: Kıyamet gününün değişik konumları ve bir çok durumları vardır. Bu durumlardan kimisinde soru ve cevap olur, kimisinde olmaz. Bazan soru doğruyu sormak ve yararlanmak kasdıyla olabileceği gibi, ba-zan azarlamak ve küçültmek kasdıyla da olabilir.
Razî der ki: Bunlara yaptıkları işler hakkında soru sorulmayacaktır. Çünkü amel defterleri zaten bunları ihtiva etmektedir; fakat onlara bu işleri yapmaya iten sebepler ve yine yapmaları gerekenlerden kendilerini alıkoyan hususlar hakkında soru sorulacaktır. [1][3] Yani sert hükümlere bağlanmalarına nelerin engel olduğu sorulacaktır.
Andolsun bizler bütün peygamberleri ve onların kavimlerini karşı karşıya kaldıkları ve yaptıkları bütün halleriyle eksiksiz bir kuşatıcılıkla ve bilgiye dayanarak haber vereceğiz. Çünkü az yahut çok olsun, hiç bir şey bize gaib (gizli) kalmaz. İsterse bu, bir kayanın içerisinde veyahut da göklerde veya yerde hardal tanesi kadar veya bir zerre ağırlığınca olsun. Nitekim İbni Abbas, “Andolsun ki onlara bilerek anlatacağız” buyruğu hakkında şöyle demektedir: Kıyamet gününde Kitap (amel defteri) ortaya konulacak ve o dünyada iken neler yaptıklarını söyeyecektir.
“Zaten biz gaib de değildik.” Herhangi bir zaman veya herhangi bir durumda gâib değil, aksine onlarla birlikteydik. Sözlerini işitiyor, yaptıklarını görüyor, gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyorduk. Biz kıyamet gününde onlara söylediklerini ve yaptıklarını az ya da çok, değerli ya da değersiz olsun, haber vereceğiz. Çünkü şanı yüce Allah her şeye tanık olandır, hiç bir şey Ona gizli kalmaz ve O, hiç bir şeyden gafil değildir. Aksine O, gözlerin hain bakışını da, kalplerin gizlediklerini de bilendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Düşen her bir yaprağı dahi mutlaka O bilir. Yeryüzünün karanlıklarında tek bir tane yaş ve kuru müstesna olmamak üzere, hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm, 6/59). Buna göre, “Zaten biz gaib de değildik” buyruğu biz onların yaptıklarını gören ve tanık olandık, anlamındadır.
İşte bu, onlara soru sormanın, bilgi edinmek ve Allah için bilinmeyen bir şeye dair soru sormak şeklinde olmayacağının delilidir. Aksine bu soru onları azarlamak, kusur ve ihmallerini başlarına kakmak, dolayısıyla yaptıklarının haber verilmesi için olacaktır.
Haber verilecek olan şey, kendisi dolayısıyla hesaba çekilecekleri ve yine kendisi dolayısıyla arkasından ceza görecekleri fiillerdir. Daha sonra Yüce Allah, hesap ve ceza (amellerin karşılığının verilmesi) yasasını şöylece açıklamaktadır: “Mizan ogün haktır….”
Yani kıyamet gününde peygamberlerin de kavimlerinin de amellerinin tartılması, ağır gelen ile hafif gelen amelin birbirinden ayırt edilmesi tam bir hak ve adalet esası üzre gerçekleştirilecektir. Yüce Allah hiç bir kimseye zulmetmez. Nitekim şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet gününe mahsus adalet terazilerini koyarız. Hiç bir kimseye hiç bir şeyle zulmolunmaz. Bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz yeteriz.” (Enbiya, 21/47); “Muhakkak Allah zerre ağırlığınca dahi zulmetmez. Eğer bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve kendi nezdinden büyük bir ecir verir.” (Nisa, 4/40).
Artık kimin terazisi ağır gelirse, yani onun amel tartılan iman ve hasena-tıyla kötülüklerinden daha ağır gelirse, işte onlar azaptan kurtulup cennete erişerek muradlanna kavuşanlardır. Mevâzîn (tartılar, teraziler), mîzân (terazi) veya mevzunun (tartılan şeyin) çoğuludur. Yani her kimin belli bir ağırlığı ve miktarı olan amelleri ağır gelirse -ki bunlar hasenattır- yahut da kendileri ile hasenatlarının iyiliklerinin tartıldığı şeyler ağır basarsa… İşte onlar umduklarına nail olanlardır.
Ve her kimin de küfür ve günahlarının çokluğu sebebiyle, amellerinin tartısı hafif gelirse, işte onlar kendilerini ziyana uğratmış olanlardır. Çünkü onlar kendilerini mutluluktan, ebedi nimetlere nail olmaktan mahrum ettikleri gibi, cehennem azabına götürmüşlerdir.
Amel bakımından farklı dereceleriyle birlikte müminleri teşkil eden birinci kesim, işte kurtuluşa erenler, onlardır. Her ne kadar bazıları günahları mîk-tarmca azap görse dahi. Cehennemdeki aşağı doğru inen dereceleri farklı olmakla birlikte, ikinci kesimi teşkil eden kâfirler ise gerçekten hüsrana uğrayanlardır.
Bu husus Kur’an-ı Kerim’de bir çok yerde tekrarlanmaktadır. Yüce Allah’ın şu buyruğu bunlardan birisidir: “Tartıları ağır gelene gelince: İşte o hoşnut olacağı bir hayat içerisindedir. Tartıları hafif gelenlere gelince: İşte onun varacağı yer Haviyedir. Onun ne olduğunu sana ne bildirdi1? O kızgın bir ateştir.” (Kâria, 101/6-11).
Kıyamet gününde mizana konulacak olan şey amellerdir. Ameller her ne kadar manevî bir takım araz ise de, Yüce Allah kıyamet gününde İbni Ab-bas’tan gelen rivayette belirtildiği üzere onları cisimlere dönüştürecektir. Yine kabir sorusuyla ilgili olayı anlatan el-Berâ yoluyla gelen hadiste şöyle buyurul-muştur: “Ameli mümine güzel tenli, hoş kokulu bir genç suretinde gelecek, kişi, “Sen kimsin” diye soracak, o, “Ben senin salih amelinim” diyecektir.” İbni Ma-ce, Nesaî ve İbni Huzeyme’nin İbni Mes’ud’dan rivayet ettikleri bir başka ha-dis-i şerifte de şöyle denmektedir: “Zekâtı ödenmeyen mal, sahibine gözleri arasında zehrinin şiddetinden iki kara nokta bulunan büyük bir yılan şeklinde görülecektir. Sonra onu iki çenesiyle yakalayıp, “İşte ben senin malınım, ben senin hazinenim” diyecektir. Hadisin ifadesi şöyledir: “Malının zekâtını vermeyen bir kişiye malı mutlaka kıyamet günü oldukça zehirli, iri bir yılan halinde müşah-haslaştırılır ve bu yılan boynuna halka gibi dolanır. Daha sonra Resulullah (s.a.) “Allah’ın lütfundan kendilerine verdiklerinden cimrilik edenler sanmasınlar ki…” (Âl-i İmran, 3/180) ayetini okudu.”
Tartılacak olan şeylerin insanların amelleri olduğunun delili de Ebu Davud ve Tirmizî’nin Hz. Cabir*den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: Hz. Peygamber buyurdu ki: “Kıyamet gününde teraziler konulur. İyilikler ve kötülükler tartılır. Her kimin iyilikleri kötülüklerinden bir tane ağırlığı kadar dahi ağır basarsa cennete girer. Kimin de kötülükleri iyiliklerinden bir tane ağırlığı kadar dahi ağır basarsa cehenneme gider.” “Peki iyiliklerle kötülükleri eşit olanın durumu (ne olacak)? diye sorulunca, “işte onlar A’râftaküerdir” diye buyurdu.
Kurtubî, İbni Ömer’den tartılacak olanların kulların amellerinin yazılı olduğu sahifeler olduğunu naklettikten sonra, şunları söyler: Doğru olan da budur. Çünkü haber de bu hususta varit olmuştur ki, o da şöyledir: “Kimi Ademo-ğullarının mizanı hasenatı itibariyle hafif gelecekken, onda “la ilahe illallah” yazılı bir deri parçası getirilip konulacak ve terazisi ağır basacaktır.” İşte bu, üzerinde amellerin yazılı olduğu şeylerin tartılacağını, tartılacak şeylerin amellerin bizzat kendisi olmadığını, Yüce Allah’ın dilediği takdirde terazileri hafifleteceğini, yine dilediği takdirde de onları ağırlaştıracağını, bunun da terazinin iki kefesine koyacağı amel sahifeleriyle olacağını göstermektedir.
Acaba gerçekten terazi diye bir şey var mıdır? Bu konuda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mücahid, Dahhâk ve A’meş der ki: Tartı ve terazi (mizan), adalet ve hak ile hükmetmek anlamındadır. Burada tartının söz konusu edilmesi bir örneklemedir. Nitekim “Bu kitap şunun ağırlığındadır, ona değerdir” derken, “ona denktir, ona eşittir” demek olur. İsterse fiilî bir tartı söz konusu olmasın. Yani tartıdan maksat, amellere karşı verilecek ceza ya da mükâfatın takdirindeki tam adaletin ortaya çıkarılmasıdır.
Cumhur ise şöyle der: Gerçek bir tartı ve terazi vardır. Bu da Yüce Allah’ın kullarının amellerini bildiğini ortaya çıkarmak ve amellerinin karşılıklarının tespiti içindir. Zeccâc der ki: Ehl-i sünnet icma ile mizana imanı ve kıyamet gününde kulların amellerinin tartılacağını, mizanın dili ve iki kefesi olduğunu, amellerle dengesinin değişeceğini kabul etmişlerdir.
Gaybî olan hususlarda ise uygun olan tutum şudur: Bunlara Kur”an-ı Kerim ve sünnette varit olduğu şekilde iman ederiz. Bunların şekilleri ve keyfiyeti ile ilgili araştırmalara dalmaksızm gerçek durumlarını Yüce Allah’a havale ederiz. [2][4]
Allah’ın Kulları Üzerindeki Nimetlerinin Çokluğu
10- Andolsun ki sizi yeryüzünde yerleştirip iktidar verdik. Size orada geçimlikler yarattık. Ne kadar az şükrediyorsunuz!
Açıklaması
Yanı Yüce Allah, “Andolsun ki sizi yeryüzünde yerleştirip iktidar verdik” buyruğunda, yemin etmekte ve böylelikle nimetlerinin çokluğu ile kullarına olan lütfunu açığa çıkarmaktadır. Onlara yeryüzünü yerleşecekleri bir yer, bir karargâh kılmak suretiyle ve orada tasarrufta bulunma güç, iktidar ve yetkisini vermek, yeryüzündeki türlü menfaatleri kendilerine mubah kılmak, onlara oradan nzıklannı çıkartabilmeleri için bulutu ve yağmuru müsahhar kılmak, orada da dağlar ve nehirler yaratmak suretiyle onlara olan pek çok nimetini, lütfunu hatırlatmaktadır.
Allah yeryüzünde insanlar için iki bakımdan geçimlikler yaratmıştır: Ya Yüce Allah’ın meyvaları ve başka mahsulleri yarattığı gibi, her şeyi bizzat kendisi yaratmasıyla ya da yeryüzünde çalışmak, kazanmak, gerekli yollara baş vurmak veya ticaret yapmak yoluyla. Gerçekte bu ikisi de Allah’ın lütfü, O’nun güç ve imkân vermesi ile ortaya çıkabilmektedir. Nimetlerin çokluğu ise hiç şüphesiz itaati ve buyruklarına bağlı kalmayı gerektirir.
Fakat onların çoğu bununla birlikte bu nimetlere karşı pek az şükretmektedir: “Ne de az şükrediyorsunuz!” Yani sizler benim size ihsan etmiş olduğum bunca nimete karşılık çok az şükretmektesiniz. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışacak olursanız mümkün değil, sayamazsınız. Şüphesiz insan çok nankördür.” (İbrahim, 14/34); “Kullarım arasından çokça şükredenler pek azdır!” (Sebe, 34/13).
Nimete şükür, nimetlerin sahibi olan Allah’ı tam anlamıyla bilip tanımakla olur. Ona lâyık olduğu şekilde hamd ve senada bulunmak, nimetlerin haklarını yerine getirmek ve bn nimetleri yaratılış sebeplerine uygun şekilde kullanmak ve yönlendirmekle olur. Bunların yaratılış maksatlarına uygun olarak kullanılmaları ise Yüce Allah’ın haklarını tastamam yerine getirmek, insan azalarını hayır alanlarında Allah’ın rızası yolunda kullanmak, onları kötülük ve masiyetlerden uzak tutmakla olur. İşte bu anlamdaki bir şükür ile nimetler devamlılık arzeder ve insan mutlu olur. [3][5]