VEHBE ZUHAYLİ (RH.A)’İN BAKIŞ AÇISIYLA ARAF SURESİ 88. VE 93. AYET-İ KERİMELER
Şuayb (A.S.)’ın Kavmiyle Konuşmasının Devamı, Halkın Zelzele Île Cezalandırılması
88- Kavminden (iman etmeyi) kibirlerine yediremeyen kodamanlar: “Ey Şu-ayb! Seni ve seninle beraber iman edenleri ya muhakkak memleketimizden çıkaracağız, yahut mutlaka bizim dinimize döneceksiniz” dedi. O: “İstemezsek de mi?” dedi.
89- Allah bizi ondan kurtardıktan sonra yine sizin dininize geri dönersek, Allah’a karşı muhakkak yalana düşmüş, iftira etmiş oluruz. Bizim için ona dönmek olacak şey değildir. Ancak Rabbimiz olan Allah’ın dilemesi müstesna. Rabbimizin ilmi her şeyi kaplamıştır. Biz,ancak Allah’a güvenip dayandık. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet. Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.
90- Kavminden kâfir olan ileri gelenler şöyle dedi: “Şuayb’a uyarsanız, andol-sun ki, o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler olacaksınız.”
91- Bunun üzerine onları o müthiş sarsıntı yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.
92- Şuayb’ı yalanlayanlar zaten orada oturmamış gibi oldular. Şuayb’ı yalanlayanlar, büyük zarara uğrayanların ta kendileridir.
93- Bunun üzerine Şuayb onlardan yüz çevirerek şöyle dedi: “Ey kavmim! An-dolsun ben size Rabbimin gönderdiklerini ulaştırdım ve size nasihat ettim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım?”
Açıklaması
Bu ayetler, Şuayb (a.s.)’m kavmiyle olan kıssasının son kısmıdır. İki konuyu içine alır: Birincisi, Şuayb (a.s.)’ın kavminin ileri gelenleriyle konuşması, ikincisi de üzerlerine inen genel bir azapla kâfirlerin sonunun açıklanması.
Yalnızca Allah’a ibadet etmek, ölçüyü ve tartıyı tam yapmak, yeryüzünde fesad çıkarmamak gibi emir ve yasaklarına aldırış etmeyen kavminin ileri gelenleri, Şuayb (a.s.)’ı ve onunla beraber olan müminleri tehdit mahiyetinde şöyle diyorlardı: Ey Şuayb! Ya seni ve seninle beraber inananların hepsini ülkemizden çıkaracağız, ya da bizim atalarımızdan devraldığımız dinimize, şeriatımıza dönersiniz.
Onlardan gelen bu tehdit şu iki şeyi içeriyordu: Ya yurtlarından sürüp uzaklaştırmak, ya da onları dinlerine dönmeye zorlamak. Peygamber Şuayb (a.s.)’a yöneltilen bu seslenişle, onun dinine uyan kimselere seslenmek amaçlanıyordu.
Şuayb (a.s.) da onların bu sözlerine, yadırgama ve hayret ifade eden şu sözlerle cevap veriyordu: Bize, sizin dininize dönmemizi mi emrediyorsunuz? Bize teklif ettiğiniz şeylerin her ikisinden de hoşlanmasak da mı?
Şüphesiz siz, kalbimizdeki inancın ne kadar köklü olduğunu bilmiyorsunuz. Onu hiç kimse koparamaz.. Yine vatan sevgisinin inancı koparamayacağını, bu memlekette oturmanın, bizi Allah’ın rızasına, O’nu birlemeye, O’na kulluk etmeye, O’nun emirlerine uymaya tercih ettiremeyeceğini de bilmiyorsunuz.
Sonra küfür dinine dönmeyi tam manasıyla reddettiğini açıklıyor: Biz, sizin dininize geri döner, şirk üzerine kurulu dininize tabi olursak, bizi o batıl dinden kurtardıktan, tevhid dinine, doğru yola hidayet buyurduktan sonra, Allah’a eşler koşmakla büyük bir saçmalık yapmış oluruz. Şüphesiz bu, şaşılacak bir şeydi. Nitekim, Şuayb (a.s.) da onlara uymadı.
Şuayb (a.s.)’ın: “Bizi ondan kurtardıktan sonra” sözü, arkadaşlarımızı kurtardıktan sonra demektir. Çünkü peygamberler, küfürden korunmuşlardır.
“Bizim için ona dönmek olacak şey değildir.” Yani bizim, sizin dininize geri dönmemiz kesinlikle mümkün değildir. Bizi, doğrultumuzdan hiç kimse çevire-mez. Çünkü biz, kendimizin apaçık hak üzere olduğumuza, sizin küfür ve şirk içinde bulunduğunuza inanıyoruz. İmanımız bize, işimizi Allah’a havale ettiriyor. Her şeyi bilen, her işinde tam bir hikmet sahibi olan Allah, bir şey yapmak isterse, yapar. Çünkü bütün işlerimizde, hüküm sahibi O’dur. Bu, onların dinine dönmeyi en açık ve en kuvvetli şekliyle reddetmektir. Bizi sapıklığa döndürme arzusuna kapılmayın. Çünkü Allah, müminlerin küfre dönmelerini istemekten uzaktır. Bu, hikmete ters düşer.
Şüphesiz Allah Teâlâ’nm ilmi her şeyi kuşatmıştır. O, ilmi geniş ve fazlı bol olandır. Hikmetle tasarruf eden ve dilemesi de hikmeti doğrultusunda gerçekleşendir. İnsanlara ancak hayır diler. O, olmuş ve olacak her şeyi bilir. O, kullarının durumlarının nasıl değiştiğini, kalplerinin nasıl halden hale geçtiğini, incelikten sonra katılaşacağını, sıhhatten sonra hastalığını, imandan sonra küfre döndüğünü bilir.
Biz işlerimizde, O’nun dinini ve şeriatını koruma hususunda üzerimize düşeni yaparak Allah’a tevekkül ettik. İmanda sürekli kılması ve yakinimizi artırmada başarı vermesi hususunda O’na tevekkül ettik: “Kim Allah’a tevekkül ederse, O, kendisine yeter” (Talâk, 65). Gerçek tevekkülün şartlan, hayatta sebeplere yapışıp sert hükümleri uygulamak ve sünneti gözetmek, sonra da işi Allah’a havale etmektir. Nitekim bir arabi Peygamber (s.a.)’e, devesini bağladıktan sonra mı, yoksa başıboş bıraktıktan sonra mı Allah’a tevekkül etmesi gerektiğini sorduğunda, Tirmizî’nin rivayet ettiği hadis-i şerifte, şöyle cevap vermiştir: “Onu bağla, sonra tevekkül et.”
Bu, onların pazarlığına ve dinlerine döndürme uğraşlarına başka bir reddir.
Sonra Şuayb (a.s.) kendilerinden ümit kesince, kavmine beddua etti: Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hakla hükmet, onlara karşı bize yardım et. Sen hükmedenlerin en hayırlısısın: “O, hüküm koyanların en hayırlısıdır.” (A’raf, 6/87). Yani sen, hiçbir zaman zulmetmeyen adalet sahibisin. Peygamberlerle kâfirler, haklılarla haksızlar arasında hakla hükmedersin..
Sonra kâfirler, Şuayb (a.s.)’ın peygamberliğindeki müminlerin, dinlerine dönmesinden ümitlerini kesince, tehdit ve korkutma yoluna başvurdular. Önde gelenler, kendilerinden aşağı durumdaki zayıf müminlere, imandan alıkoymak için şöyle dediler: “Eğer siz, söylediği şeylerde Şuayb’a tabi olursanız ve ona inanırsanız, babalarınızın ve dedelerinizin dinini terkettiğiniz, ona alışamaya-cağınız ve doğruluğunu bilemeyeceğiniz için manevî bir zarara uğrayacaksınız. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayacağınız, başkalarının mallarını almayacağınız
için de, servetinizi artıramayacak, dolayısıyla maddi bakandan da zarara uğrayacaksınız. Çünkü o, sizi bunlardan engellemeye, bunları düzgün yapmaya teşvik etmektedir.
Böylece Kuran, eşrafı, önce Allah’a imandan ve Şuayb (a.s.)’ın peygamberliğini kabullenmekten uzak, sonra azdıran ve sapıklığa düşüren, müminleri Şuayb (a.s.)’ı inkâra yönelten kimseler olarak nitelemekte, daha sonra da küfürle vasıflandırmakta, arkasından da akıbetlerini, azaba uğrayacaklarını açıklamaktadır. “Bunun üzerine onları o müthiş sarsıntı vakalayıverdi de yurtlarında dizüstü çöküp kaldılar…” Yani, onlar şiddetli zelzele ve korkunç azapla yok edildiler, helak oldular. Yüzleri üstüne düşüp öldüler. Onların azabı burada “racfe” (sarsıntı), Hûd sûresinde ise. “sayha” gurultu) kelimesiyle anlatılmıştır. Çünkü zelzele, korkunç bir gürültü ile beraber gelir: “Emrimiz geldiği vakit, Şuayb’ı ve beraberindeki müminleri bizden bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç ses yakaiayıverdı de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar” (Hud, 11/95).
Şuarâ sûresinde Cenab-ı Hak, Şuayb’ı Eykelilere gönderdiğini açıklıyor. Eykeliler, neseb bakımından Medyenlilerin kardeşleridir. Eyke,deniz sahiliyle Medyen arasında bol ağaçlı bir yerdir. Medyen, şiddetli bir gürültü ve onu takip eden zelzele ile azaplandırıldı. Eykeliler ise, kavurucu ve çok sıcak rüzgârla azaplandırıldüar: Güneşin hararetinden gölgelenmek üzere bulutun gölgesine toplanmışlardı. Derken, o onlara ateş yağdırdı, yandılar. Kısacası, Şuayb (a.s.)’ın kavmine, kavurucu ve çok sıcak rüzgâr azabı isabet etti. Sonra gökten bir gürültü ve daha sonra da, altlarından yer sarsıntıları geldi: Ruhları çıktı, cesetleri dondu.[1][48]
O halde kaybeden kim?: Şuayb (a.s.)’ı yalanlayanlar. Helak edildiler, kökleri kazındı, sanki yurtlarında yaşamamış gibi oldular. Bu, onların: “Şuayb’a uyarsanız, andolsun ki, o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler olacaksınız” sözlerini çürütmektedir. Bu redden murad, kötüleme ve azarlamayı artırmaktır. Tekrarlanması da, işi büyütmek ve hak ettikleri cezadan korkutmak içindir.
Gerçekten de, dünya ve ahirette büyük zarara uğrayanlar, müminler değil kâfirlerdir. Çünkü Şuayb’a tabi olanları Allah kurtardı. Onlar kazançlıdırlar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “Emrimiz geldiği vakit, Şuayb’ı (a.s.) ve beraberindeki müminleri bizden bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç ses yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.” (Hûd, 11/95). Burada, güzel akıbetin müttakilere ve gerçek kârın, helâl yiyip haramdan kaçınanlara ait olduğuna, yok oluş, helak ve iflasın harama dalan, batıl yollarla insanların mallarını yiyen kâfirler için olduğuna açıkça bir işaret vardır.
Kavmine azap, yok oluş ve helak geldikten sonra, Şuayb (a.s.) onları şu sözlerle azarlayarak yüz çevirip ayrıldı: “Ey kavmim! Andolsun ben size Rabbimin gönderdiklerini ulaştırdım ve size nasihat ettim…” Yani, size, benimle gönderilen şeyleri bildirdim, getirdiğim şeyleri inkâr ettiniz, artık size tasalanmam: “Artık kâfir bir kavme nasıl acırım?..” Yani, Allah’ın varlığını inkâr eden, rasûlünü yalanlayan bir kavmin başına gelenlere nasıl üzülürüm? el-Kel-bî’ye göre, Şuayb (a.s.), kavmine bunları söyledikten sonra aralarından çıkıp gitti. Çünkü hiçbir peygamberin kavmine, peygamberleri içlerindeyken azap edilmemiştir. [2][49]